“Kendinizi rahatlıkla bir Fransız Yahudisi, bir Rus Yahudisi, bir Romen Yahudisi ve hatta Almanya ile Holokost arasındaki korkunç ilişkiye rağmen bir Alman Yahudisi olarak tanımlayabilirsiniz. Ancak benim yaptığım gibi kendinizi Arap-Yahudi olarak tanımlarsanız, hemen bir muhalefetle karşılaşırsınız. Aradaki tire önemli.”
Türkiye’de Ortadoğu çalışanların, özellikle de İsrail üzerine ihtisas yapanların yakından tanıdığı bir isim olan Avi Shlaim, yakın zamanda çıkan “Three Worlds: Memoirs of an Arab Jew” (Üç Dünya: Bir Arap Yahudisinin Anıları) başlıklı hatıratında, İsrail’deki kimlik meselesine dair bu çarpıcı örneği ortaya koyuyor.
Shlaim’i, Demir Duvar ve Filistin’i Bölüşmek gibi İsrail’in Filistin işgaline dair resmi söylemine en vurucu eleştirileri ortaya koyduğu kitaplarıyla tanıyoruz. Oxford Üniversitesi’nden emekli profesör, bu hatıratıyla birlikte akademik çalışmalarında değindiği hususların kendi hayatındaki izdüşümlerini okuyucuya sunmayı hedeflemiş.
1945’te Bağdat’ta doğan Shlaim, Dicle Nehri’ne bakan bir evde, Arapça konuşulan, son derece renkli ve müreffeh bir ortam içerisinde yaşıyorken, 1950 yılında ailesiyle birlikte İsrail’e göç ediyor. ‘Büyük Aliyah’ olarak adlandırılan göçle birlikte, Haziran 1950 ile 1951 arasında yaklaşık 110.000 Irak Yahudisi, İsrail’e geliyor ve 1.5 milyonu aşkın İsrail nüfusunun neredeyse 1/10’unu Iraklı Yahudiler oluşturuyor.
Fakat İsrail resmi söyleminde kullanılan “Aliyah” (yükseliş) ifadesini aksine Shlaim, “Yeridah” (düşüş) ifadesini kullanmayı tercih ediyor. Bunun sebebi de, genel olarak Mizrahi (Doğu) Yahudilerinin o dönem İsrail’de yaşadığı ayrımcılık ve bunun kendi ailesinde getirdiği dönüşüm. “Havaalanında, sanki hayvanmışlar gibi dezenfekte edilmeleri için üzerlerine DDT böcek ilacı püskürtülüyordu. Bu son derece aşağılayıcı bir deneyimdi,” diyor Shlaim.
Her ne kadar ailesinin maddi durumundan ötürü bu muameleden uzak bir göç deneyimi yaşasa da Shlaim, yine de Avrupalıların (Aşkenazların) ortasında halen bir Iraklı olarak muamele gördüğünü okul yıllarından anekdotlarla anlatıyor. Bunlardan en çarpıcı örnek olarak, sessiz ve utangaç yapısından ötürü sınıfından geri kaldığı imajına ters düşecek şekilde liseye giriş sınavında başarılı olması, bir Alman Yahudisi olan hocasının nezdinde kopya çektiği ya da sınavın kolay olduğu iddiasıyla geçiştiriliyor.
Bu dışlanmışlık hissinden ötürü olsa gerek, Shlaim, akademik çalışmalarında savunduğu görüşlere ters gelecek şekilde, ergenlik ve gençlik yıllarında müesses nizamı, Aşkenazileri ve ayrımcılığı temsil eden İşçi (Mapai) partisine karşı Menachem Begin’in (sonradan Likud olacak) sağcı Herut partisini destekliyor.
Yersiz bir Yahudi
Shlaim ailesi, yukarıda bahsedilen “düşüşten” nasibini alarak parçalanıyor. Babası Yosef, iflas ettikten sonra Irak’taki sefahatın aksine yoğun tempo içerisinde maişet derdiyle hemhal olan annesi Aida, boşanmak durumunda kalıyor. Avi’nin hem ablası hem de kız kardeşi, İsrail’de “sıradan” bireyler olarak hayatlarına devam ediyor. Irak’ta kalmaları durumunda belki de üst düzey bir hayat sürdürmeye devam edecek olan ailesi, “tüm Yahudilerin anavatanı” iddiası taşıyan İsrail’de adeta baş aşağı bir duruma geliyor. Kısacası “çölde vaha” imgesiyle kendisini diaspora Yahudiliğine pazarlayan İsrail’in, zengin, kültürlü ve elit düzeyde bir Iraklı diaspora ailesinin hayatını aslında tümden çölleştirdiğini görüyoruz.
Henüz 5 yaşında göç etmiş olmasından ötürü ağırlıklı olarak annesi ve kız kardeşlerinin anlatmış olduklarından hareketle hatıralarını yazan Shlaim’in, İsrail’de yaşadığı bu travmatik deneyimlerden sonra ne tam olarak Irak’a aidiyetini koruyabildiğini ne de İsrail’e entegre olabildiğini görüyoruz. Yani kendisinin iki yerde de, “yersiz” olması gibi bir durumla karşılaşıyoruz.
Ancak annesinin ısrarcı tavrı sonucu İngiltere’ye gönderilen Shlaim’in, dayısının himayesinde geçirdiği eğitim süreci, onun burayı “yurt” olarak edinebilmesine vesile olmuş. Okulda İsrail’deki gibi yine zorlanmasına rağmen, çalışma azminden, özgürlüğünden ve özgüvenini inşa edebilmesinden ötürü artık başka bir Avi ile karşılaşıyoruz. Bu özgürlüğün bir doğal sonucu olsa gerek, koşeri çiğneyerek Yom Kipur’da domuz etli bir sandviçi yiyebilmesi, onu belki de bugün İsrail resmi söylemine cesurca eleştiriler getirebilen akademisyen olmasında ilk adım olmuştur diyebiliriz.
Post-Siyonizm bitti mi?
Tüm bu hatıratın, medyaya da yansıyan en çarpıcı yanı ise, Shlaim’in 1950 ve 1951’de Yahudi hedeflerine yönelik Bağdat bombalamalarına ilişkin soruşturması denebilir. Yazara göre Yahudi cemaatini Irak’tan kaçmaya ve İsrail’e yerleşmeye ikna etmekle görevli Siyonist ajanlar, bu bombalı saldırılarda doğrudan ya da dolaylı şekilde rol oynadı.
Kitapta o dönem Irak’ta istihbarat faaliyetlerini yürüten Yaakov Karkoukli’nin de teyit ettiği üzere, Mossad ajanı Meir Max Bineth’ın talimatıyla, Yusef Basri ve Shalom Salih Salah isimli iki şahıs bu saldırıları organize etti ve dönemin polis raporlarında da belirtildiği üzere her ikisi de bu saldırılardaki rollerine itirafta bulundu. Yine Karkoukli’nin ifadelerine göre Masuda Shemtov sinagoguna yapılan ve 4 Yahudinin ölümüyle sonuçlanan saldırı, Mossad bağlantılı gruplardan rüşvet alan Iraklı bir polis yetkilisi tarafından tutulmuş Suriyeli Salih el Haydari tarafından düzenlendi.
Bu araştırmayla birlikte, şunu söylemek mümkün.
1980’lerin sonundan itibaren İsrail arşivlerindeki çalışmaları sonrası resmi tarih söylemine ciddi muhalefet gösteren başta Shlaim olmak üzere Benny Morris, Tom Segev ve Ilan Pappe gibi akademisyenler, “post-Siyonist” tarihçiler olarak adlandırılmıştı. İkinci İntifada’ya kadar İsrail’in Filistinlilerle ve Arap Devletleriyle olan ilişkilerini yeniden yazması gerektiğini savunan bu grubun, İntifada’dan sonra birer tehdit unsuru olarak algılanıp İsrail entelijansiyasından adeta aforoz edilmişlerdi (Hatta Morris, bu yazdıklarına reddiye mahiyetinde bir başka çalışma dahi yayınlamıştır).
Bu araştırmanın sonucu, Post-Siyonizm tarihçiliğin tekrardan canlanmasına dair bir umut ışığı içeriyor. Belki de İsrail’in ilk yıllarındaki bu faaliyetlerine diğer civar ülkelerde de yaptığına dair izdüşümleri bulmak, yeni bir tartışmanın başlamasına yol açabilir. Bu bağlamda, Rıfat Bali’nin 2020 yılında çıkan ve Türkiye’de 1950li yıllarda (yukarıda bahsedilen Herut/Likud partisinin bir meyvesi olduğu) Revizyonist Siyonist yer altı faaliyetlerinin anlatıldığı “Betar Türkiye – Bir Siyonist Gençlik Hareketinin Hikâyesi: 1933-1971” başlıklı kitabı bir başlangıç noktası olarak değerlendirilebilir.
* Edward Said’in Otobiyografisi Yersiz Yurtsuz’a (Out of Place) atfen.
Yorum ekle