1990’lı yılların Türkiye’si
1990’lı yılların Türkiye’si siyasi kuşatmaların, askeri vesayetlerin baskısı altında insan hak ve özgürlüklerinin rafa kaldırıldığı en zor dönemini yaşıyordu. Terörün hortlatılmaya çalışıldığı, karanlık güçlerin siyasi eller üzerinden toplumu dizayn etmeye çalıştığı, mafya düzeninin adeta zıvanadan çıktığı, siyasi ve dini temayülleri üzerinden insanların şiddete, tecrite maruz kaldığı hatta hapse mahkûm edildiği, hastane kuyruklarında beklerken hayatını kaybeden insanların, ilaçlarını aylar sonra ‘belki’ alabildiği ‘mücadele’ yıllarıydı 1990’lar.
27 Mart 1994 seçimleri
İstanbul’un kokudan yaşanmaz hale geldiği, Haliç’in kirlilikten görünmediği, Ümraniye’de çöp yığınlarının patladığı bir dönemde, “Refah’ın vakti geldi” terennümleri ile kulaklardaki tınının gönüllere damladığı bir havada Reraf Partisi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı olarak Recep Tayyip Erdoğan’ı açıklamıştı. Erdoğan, 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde ezici bir oy ile İstanbul’un ‘Şehrül-Emin’i seçilmişti. Aldığı bu seçim başarısı, en büyük sevdalarından biri olan İstanbul’a Başkan olma zaferini kazandıran Erdoğan’a, başka zaferleri getirecek ve Türkiye’nin kaderini değiştirecek işler yapmasına sebep olacaktı.
İstanbul’u içinde bulunduğu durumdan çıkaran Erdoğan, yepyeni bir İstanbul hayali ile İstanbul’un tüm sorunlarına kısa sürede çözüm bulmuş ve hem ‘Aziz İstanbul’a hem de İstanbullulara ‘nefes’ aldırmıştı.
28 Şubat 1997 post-modern darbesi
Tarih 28 Şubat 1997’yi gösterdiğinde ise Sincan’da tanklar yürütülmüş ve Refah-Yol hükümetine ‘bin yıl sürecek’ denilen post-modern bir darbe gerçekleştirilmişti. Aynı zamanda Refah Partisi’ne kapatma davası açılarak siyaset sahnesinden indirilme planları devreye sokulmuştu. Ancak 28 Şubat Türkiye için bir kırılma noktası olacak ve milyonların ayağa kalkmasına vesile olacaktı.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ndeki başarılı çalışmalarından dolayı partinin potansiyel lider adayı olarak görülen Erdoğan’ın da etkisiz hale getirilmesi gerekecekti. Bunun için karanlık güçler pusuda yatmış beklemekteydi.
Minareler Süngü, Kubbeler Miğfer
Recep Tayyip Erdoğan, 12 Aralık 1997 tarihinde Siirt’te toplu açılış töreninin ardından Cumhuriyet Meydanı’nda yaptığı konuşmasında Ziya Gökalp’in şu şiirini okumuştu;
Minareler süngü, kubbeler miğfer,
Camiler kışlamız, müminler asker,
Bu ilahi ordu dinimi bekler,
Allahu Ekber, Allahu Ekber.
Karanlık güçler 28 Şubat 1997 post-modern darbesi ile kendilerince ‘alt ettikleri’ Erbakan’dan sonra bu defa ikinci tehdit olarak gördükleri Erdoğan’ı siyasal zeminde ‘alt etme’ planını yapmaktaydılar. Bunu yapabilmeleri için de ellerine yine kendilerince ‘çok güzel’ bir malzeme geçmişti.
Vural Savaş ve Diyarbakır 3 No’lu DGM
Erdoğan şiiri okuduğunda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’ydı. Dönemin Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş pusuda bekleyenlerin yargı ayağındaydı. Diyarbakır DGM’de jet hızıyla dava açıldı.
Soruşturma ‘bağımsız’ denilse de mevzu o sırada sürmekte olan Refah Partisi’nin kapatılması davasıyla doğrudan ilişkiliydi.
Dava, 21 Nisan 1998 tarihinde sonuçlandı. Savcı Abdurrahim Yaman, Erdoğan’ın birlik ve beraberliğe davet edici bir konuşma yaptığını ifade ederek Erdoğan’ın beraatini istedi. Savcının beraat talebi hiçe sayıldı. Diyarbakır 3 No’lu DGM bire karşı iki oyla Erdoğan’ı 10 ay hapis cezasına çarptırdı.
10 ay hapse mahkûm edilen Erdoğan, cezanın Yargıtay tarafından onanmasının ardından, 26 Mart 1999’da cezanın infazı için Pınarhisar Cezaevi’ne girmişti. Erdoğan’ı yine gönül verdiği binler uğurlamıştı Pınarhisar’a gözlerinde yaş kalplerinde umutla.
‘Bu şarkı burada bitmez’ dediği Pınarhisar Cezaevi günleri
Hüseyin Besli ve Ömer Özbay tarafından kaleme alınan ‘Recep Tayyip Erdoğan, Bir Liderin Doğuşu’ kitabında Erdoğan’ın hapishanede öldürüleceği istihbaratını aldıktan sonra Hasan Yeşildağ’ın yaptıkları şöyle anlatılıyor:
“Aldığı bilgiyi ilk olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi Üyesi olan kardeşi Zeki Yeşildağ’la paylaştı. Ne gibi önlemler alabileceklerini gözden geçirirken Zeki, kestirip attı:
-‘Abi, uzatmaya gerek yok. Tayyip Bey’le beraber sen de gireceksin cezaevine.”
Erdoğan’ın hapse girdiği gün ise yine yanında Zeki Yeşildağ vardı: “Tayyip Bey, Hayati Abi’yle birlikte içeri girdi. Hepimizin gözleri dolmuştu. Yukarı geldi. Yukarıda Erhan Şenol, Zeki Yeşildağ falan var. Yüzbaşı orada, üsteğmen orada, savcı orada… Tanıştılar. Sonra biz ikimiz koğuşa geçtik. Hapishaneye ilk girildiği anın psikolojisini bildiğim için ne zaman boşalacak diye bekliyorum fakat Reis’te tık yok.”
-Önden gidip cezaevini hazırladı
Hasan Yeşildağ, önceden gidip cezaevini gezer. Yapılacak işlerin bir listesini çıkarır. Yönetimden gerekli izinleri aldıktan sonra kendilerine tahsis edilen koğuşu bir güzel temizletir. Duvarları kağıt kaplatır, zemine, boydan boya halı döşetir. Elektrik ve sıhhi tesisatı yeniler. Sıcak su temini için şofben taktırır. Koğuşun bahçeye ve koridora açılan kapılarını boyatıp yalnızca içeriden açılabilen ilave sürgüler yaptırır. Çatıya manyetik bariyerler, bahçeye elektronik sensörler yerleştirir. Gerekli gördüğü kör noktalara kamera sistemi kurdurur.
-Ailesini İsviçre’de bırakıyor
Son kez İsviçre’ye gittiğinde, işlerini bir arkadaşına, eşini ve çocuklarını Allah’a emanet edip geri dönmüştür. Dışarıdaki işlerini bitirir ve Erdoğan’dan üç gün önce Pınarhisar Cezaevi’ne teslim olur. Koğuşu ve aldığı güvenlik önlemlerini son kez gözden geçirir. Her şey yerli yerindedir. T.C. Pınarhisar Kapalı Ceza ve Tevkif Evi, “Tarihi misafir”ini beklemektedir. Erdoğan’ın hapishane günleri böylece başlamış olur.
Ahde vefanın bir diğer adı: Erdoğan
Erdoğan 4 ay kaldığı Pınarhisar Cezaevi’nde sürekli kitap okumuştu. Binlerce mektup almış ve hepsine tek tek cevap yazmıştı. ‘Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ derken ‘Yeni Türkiye’nin’ de hayallerini kuruyordu. O günlerde kendisine mektup yazan sevenlerinin içinden dahi kuracağı ekibe kişiler seçiyor, kendisini unutmayanı asla unutmayacağını söylüyordu. Erdoğan ahde vefanın bir diğer adıydı. 24 Temmuz 1999’da ‘Güvenlik Gerekçesi’ ile kimseye haber verilmeden gece yarısı tahliye edilen Erdoğan’ı yine binler karşılamıştı.
Artık ‘Yeni Türkiye’nin ayak sesleri duyulmaya başlamıştı. Erdoğan arkadaşları ile birlikte istişareler yapıyor, binlerce kişinin görüşlerini bildireceği anketler yaptırıyordu. Birçok şehirde mitingler yapıyor ‘milleti’ ile kucaklaşıyordu. 2001 yılında mitingin birinde “Arif Nihat Asya bir dörtlük” dediği esnada şiir okumak üzere iken kalabalığın içinden güçlü bir ses duyuluyor “Okuma, okumaaa…”
Erdoğan şiiri okumaz fakat sevenlerine şu sözü söyler:
“Bizim temel hak ve özgürlükler mücadelemizde şairlerimiz susmasın istiyoruz. Şairlerimiz yazsın istiyoruz. Çünkü şairleri susan bir millet, kıyameti gelmiş bir millettir.”
12 Aralık 1997 tarihinde Siirt’te toplu açılış töreninin ardından Cumhuriyet Meydanı’nda okuduğu ‘şiir’ Erdoğan’ın 2000’li yıllarda besteleyeceği ve milyonların hep bir ağızdan okuyacağı ‘şarkının’ sözleriydi aslında.
Okuduğu bu şiir, bugün “muhabiri” bile kalmayanların manşetlerinden “Muhtar bile olamaz” dedikleri Erdoğan’ı Başbakanlığa ve Cumhurbaşkanlığına taşıyan şiirdir.
Türk siyasi tarihinin en uzun ve en çok saldırılarının olduğu dönemde yaptı Erdoğan bu görevi. Milleti için çalıştı, vatanı için çalıştı. 3-4 saatlik uykuyla geçirdi günlerini. Sadece bir milletin değil tüm ümmetin yükünü çeken bedeni bazen gözlerini tartamadı hafif kapandı, ama buna dahi ‘uyudu’ dediler. Hiçbir zaman tatile çıkmadı. Bir kez ailesi ile birlikte Marmaris’e gitti, o zaman da hainler rahat vermedi.
Erdoğan, Aralık 2016’da yaptığı konuşmasında ‘faiz meselesinde’ diye söylese de “Yalnızım, biliyorum ama mücadelemi sürdüreceğim” demişti.
Pınarhisar’a götüren şiiri okuduğunda, Pınarhisar’da, gece yarısı cezaevinden çıktığında, ‘okumaa’ diye cevap aldığında, 16 yıldır ‘balkon’da, 15 Temmuz’da meydanlarda nasıl yalnız bırakılmadıysa, hiçbir zaman yalnız bırakılmayacaktır Erdoğan.
Şiir ile başlayan şarkının bestesi bu topraklarda yüzyıllarca okunmaya devam edecektir.
Kendi ifadesiyle, “Bu şarkı burada bitmez”
Yorum ekle