Portre

Sezai Karakoç’un üç atlısı Yunus Emre, Mehmet Akif ve Mevlana

Sezai Karakoç, bir yazısında Şam, Bağdat ve İstanbul’u  “İslam’ın Üç Atlısı” olarak görür. Bu tavır, bir şehri coğrafî unsurlardan öte tarihî ve kültürel kimliği üzerinden değerlendirmek manasına gelir. Nitekim öyle de yapar. Bu üç şehir bizim gözümüzde çok derin manalara bürünür. Anlarız ki bir şehir şehir olmaktan öte bir mana taşır.

Sezai Karakoç’un da “atlıları” vardır. Bunlar, onun için değer taşıyan insanlar, düşünce, sanat, edebiyat adamlarıdır. Yazar, eserlerinde çeşitli vesileler düşürerek onlardan bahseder. Fakat bununla yetinmez ve bu üç isim hakkında müstakil birer biyografi/monografi de kaleme alır. Bunlar, Yunus Emre, Mevlana ve Mehmet Akif Ersoy hakkında yazılmış kitaplarıdır. Bu yüzden ben de bu üç ismi “Sezai Karakoç’un atlıları” olarak nitelemek istedim. Zira onlar, bizi atlarına bindirip bir hedefe götürecek önderlerdir. Hem süvari hem rehber, kılavuz olma gibi bir özellikleri vardır. Bu da en çok yaşadıkları dönemlere bakmamız gerektiriyor. Bakınca da şunu görüyoruz. Bu üç isim de yıkılış ve ayağa kalkış sürecinde etkileri olmuş isimlerdir. Aynı zamanda da üzerlerinde en çok tartışma yapılan isimlerdir. Karakoç, bu kitaplarıyla hem onların kendilerinin hem de tarihi misyonlarının doğru anlaşılmasını sağlamak isteyen bir tutum içerisindedir.

Anadolu’nun “tabib-i manevi”si: Yunus Emre

İlk kitap 1965’te yayımlanan Yunus Emre’dir. Cahit Zarifoğlu’nun Yunus çalışmaları için en önemli kaynak olarak nitelediği bu eser, Türkiye’de Yunus için yazılmış ilk müstakil biyografi özelliğini de taşır. Tabi önemi sadece ilk kitap olmasından gelmez. Yunus Emre’yi anlama, anlatma şeklinden gelir. Zira geç keşfedilen ama üzerinde çok söz edilen Yunus Emre, dervişlikten hümanistliğe çok farklı kimliklerin öznesi olarak anlatılmıştır bu ülkede. Oysa onun bir kimliği bir misyonu var ve ancak buna uygun anlatılırsa bugün için de önem taşır hale gelebilecektir. Karakoç, böyle bir niyetle kaleme aldığı bu eserde anlama ve anlatma şeklini buna göre kurar. Bir diğer özelliği de hacim bakımından küçük olmasına rağmen muhteva bakımından çok zengin olmasıdır.

Karakoç, önce Yunus’un çağına temas eder. Ama sadece Moğol saldırılarıyla yetinmez. Dış savaşların nasıl iç savaşa dönüştüğünden, yani insanın içinde nasıl bir tahribat oluşturduğundan söz ederek asıl sorunu özünden yakalar. Ona göre asıl sorun ruhlarda açılan metafizik yaradır ve bunu da ancak manevi tabipler iyileştirebilir. İşte Yunus yeni bir insan, toplum, devlet ve medeniyet inşa sürecinde Yunus’un bu tarihi misyonuna dikkat çekerek onu “Anadolu sabahını müjdeleyen taptaze ve şah  bir horoz sesi” olarak niteler.

Yunus, Karakoç’a göre bu tarihsel misyonunu hem inanç, düşünce yapısıyla hem de şiir dili, samimiyeti ile gerçekleştirir. Şiirleri “islam’ın inanç, duyuş, düşünce âlemini” çizer ve onun belli bir tarikata, anlayışa sığdırılamayacağını ifade ederek onun misyonunu daraltacak, onu asıl inanç ve düşünde zeminden koparacak ele alan yaklaşımları doğru bulmaz.

Karakoç’un kitabının önemli bir özelliği de Yunus Emre menkıbelerine getirdiği yorumlardır. Bunlar, içten bir bakışın ürünü olarak gerçekleşir. Böylece her menkıbe Yunus’un hayatına ışık tutan sahici metinlere dönüşür. Şiirine dair söyledikleri ise tarih boyunca Yunus Emre şirinin ne büyük bir imkanımız olduğuna vurgu yapar.

Yunus Emre kitabında şahsen çok önemli gördüğüm bir husus da Yunus Emre’nin bu çağda var olmak için dili, din anlayışı, hali, tavrı kısacası her şeyi ile bize örneklik teşkil edecek bu yeni zamanlarda adeta mürşidlik yapacak bir zenginlikte olduğunu söylemesidir. Ne var ki biz böyle mürşidler yerine ya dini sulandırıp hakikatinden koparanların yolunu izledik ya da dinin terörle birlikte düşünülmesi için din adına kelle koparanların peşinden gittik. Veya geleneğin birikimini, zenginliğini ıskalayarak vatansız, coğrafyasız, tarihsiz bir din anlayışını dile getirenleri modern uyarıcılar olarak gördük. Bu şekildeki önder isim Yunus Emre olmalıydı. Karakoç’un Yunus için söylediklerinden çıkarabileceğimiz bir sonuç da işte budur.

Bir mücadele şairi: Mehmet Akif

Mehmet Akif kitabı ise Yunus Emre’den üç yıl sonra 1968’de yayımlanır. “hayatı, İnanç ve düşünce oluşumu, savaşı” başlıklarından oluşan bölümlerde Mehmet Akif’ de Yunus’ta olduğu gibi yine çağının şartları içinde ele alır ve daha sonra o çağdaki misyonu üzerinde durur. Ardından Akif’in yetişme ortamı ve şahsiyeti üzerinde tesitli olan faktörler üzerinde durulur. Sonra  fikri dünyasına yolculuk yapılır ve Akif bir İslam şairi olarak nitelenir. O, kurtuluşun için başka adreslerin arandığı bir zamanda yolu da hedef de İslam olarak açıklamıştır.

Böyle bir niyetle yola çıkan Akif, hem şiir ve yazıları ile hem cami vaazları, hem de cephede ve cephe gerisindeki irşadı ile Osmanlı’nın çöküş tehlikesi karşında bize o da mürşidlik yapmıştır. Milli mücadele ruh olarak Akif’in idealleri doğrultusunda yürütülmüş ne var ki kapalı kapılar arkasındaki başka hesaplarla savaşın kazanılmasından sonra bu ruhla uyuşmayan siyasal bir yapı inşa edilmiştir. İşte Akif’in neticesi itibariyle bu hazin hikayesi de bu çağdaki yeni inşa anlayışlarında ders almamız gereken önemli bir gerçekliktir. Karakoç, bir Diriliş medeniyetini inşa ederken bu tecrübenin de iyi anlaşılmasını bize düşündürmek gibi bir niyetin içinde görünmektedir.

Burada Yunus’tan sonra Mehmet Akif’e dair böyle bir eserin yazılması ve bir inşa anlayışında birlikte ele alınmasını anlamak ilk bakışta bir zorluk taşıyabilir. Zira her iki ismin zamanları farklı olduğu gibi temelde İslam şairi olmalarına rağmen söylemlerinde de farklılıklar görülür. Yaygın kanaat böyledir ama özde durum hiç de öyle değildir. Sadece kendi zamanlarının dili onlardaki bu söylemi farklı görüntüye sokmuştur. Şunu bile diyebilirim şahsen. Mehmet Akif, Yunus döneminde olsaydı onun gibi, Yunus, Akif’in döneminde yaşasaydı Yunus gibi yazardı. Sonuç itibariyle ikisi de islamı inanç, duygu ve düşünceye samimiyetle bağlı şairlerdir. Yaşadıkları dönemin şartları da benzerlikler taşır. Biri Selçuklu sonu Osmanlı kuruluşu sürecinde, diğeri ise Osmanlı sonu yeni Türk devletinin kuruluşu sürecinde yaşamışlar, hem yıkılışı hem de ayağa kalkışa tanık olmuşlar, hatta sadece tanıklıkla kalmamışlar toplumun irşadı ve aksiyona geçmesi konusunda bir görev üstlenmişlerdir. Üstelik bunu ikisi de şiiriyle yapmışlardır. Yine her ikisinin de geniş kitler nezdinde büyük bir karşılığı vardır. Denilebilir ki hiçbir şair, bu ikisi kadar halka mal olmamıştır.

Kalbin aynasından gören şair: Mevlana

Aslında bu iki kitap Sezai Karakoç’un bu isimler üzerinden söylemeye çalıştığı düşünceyi yeterince anlaşılır hale getirmektedir. Bu da yıkılışın ardından ne yaparsak dirilişi  gerçekleştirebiliriz sorusuna doğru bir cevap bulma niyetidir. İşte bu sorunun cevabı için bu iki isim örneklendirilmiştir. Fakat Karakoç, daha sonra Yunus Emre ve Akif biyografilerine bir de Mevlana biyografisini ekler. O da bu iki kitaptan bir hayli zaman sonra 1996’da yayımlanır. Mevlana, Yunus’la çağdaş olduğuna göre neden bu döneme ait ikinci bir isim ele alınma ihtiyacı duyulmuştur? Yunus kitabındaki söylenenler meselenin izahı için yeterli görülmemiş midir?

Bunu şöyle anladım. Yunus ile Mevlana ikisi de hem çağdaş, hem de birer sufidir. Ne var ki aralarında kullanılan dil, hitap edilen kitle açısından farklılıklar vardır. O yüzen o çağa bir de Mevlana merkezli bakmak gerekmiş olmalıdır. Diğer yandan Mevlana, gerek Şems gerekse musiki ve sema konusu yüzünden tartışılan ve herkesin onu bir yana çektiği bir isim durumundadır. Üstelik Batı’da tanınırlığı da çok yüksektir. İşte gerek bizim gerek Batının onu doğru tanıması gibi bir problem vardır ortada. Sezai Karakoç, bunu amaçlamış gibi görünmektedir. Nitekim “Mesnevi Kur’an öğretisini ruhlara sindirme derslerinden oluşan bir kitap”, “Onun dergâhı İslam ocağıdır. Gel derken olduğun gibi kal demeyip gel de değiş diyor.” Şeklindeki yine şiiri musiki ve Şems üzerine söylediklerinden bunu anlamaktayız.

Sonuç olarak

Bu üç kitap, elbette çok geniş incelemelerin konusudur. Biz sadece Karakoç’un neden bu üç isme özel önem vererek haklarında birer kitap yazdığını anlamaya/söylemeye çalıştık. Mesele şudur aslında. Sezai Karakoç, yeni bir dünyanın, medeniyetin inşası için gayret etmektedir. O böyle bir anlayışın adını “Diriliş” olarak isimlendirmektedir. Bunun içinde yeni bir inşa faaliyetinde köklerle buluşmak ve onlar dayanmak daha da önemlisi onlarla yaşanan tecrübeyi bilmek gerekmektedir. İşte bu üç isim, hem inanç ve düşünce dünyalarıyla hem çağları içindeki misyonları ve mücadeleleriyle hem de şiirleriyle kurulması arzu edilen Diriliş medeniyetinin inşasında örnek ve önder şahsiyetlerdir. Bu yüzden bu eserler, salt biyografik metin oluşturmak için değil böyle bir anlayış doğrultusunda yazılmış eserlerdir.