Portre

Düşünsel hegemonyaya köklü bir meydan okuma: Hüsamettin Arslan

Bismillah,

İktidar biçimleri meselesinde, politik ve ekonomik iktidar tartışıldıktan sonra sıra kültürel iktidara gelip dayanır. Hegemonya inşasının son ayağı olarak kabul edilen bu alan, aslında başlı başına hegemonyayı meşrulaştıran ve içselleşmesini sağlayan kısımdır. İktidara yaptığı katkıları zora başvurarak değil, talep üzerinden rıza devşirilmesi için ürettiği kültürel ürünler vasıtasıyla yapar. Ve Kültürel üretimler -ki modernleşmenin üstten gerçekleştirildiği batı-dışı dünyada bu hep böyle olmuştur- ağırlıklı olarak eğitim vasıtasıyla toplumsal rıza üretir. Rafine zevklere hitap eden sanatı, kendi otonomisinde herhangi bir ortak (üst-otorite) kabul etmeyen sanatı bunun dışında okumamız gerek. Zira sanatla ancak yerleşmiş bir politik ve ekonomik hegemonyayı tahkim edebilirsiniz. Yoksa sanatın kendi başına bir mücadeleye girip hegemonya yıkıp yeniden inşası imkân dahilinde değildir.

Osmanlı modernleşmesinin birçok yapısal karakterini miras alan Cumhuriyet rejimi, mevzu bahis olan üç iktidar alanını iyi kullanmıştır. İttihatçılıktan gelen politik mücadele tecrübesi hem ekonomik alanı hem de kültürel alanı domine etmeyi bilmiş, etrak-ı bî idrake kalan ise iki şey olagelmiştir: Askere çağrıldığında askere gitmek ve -ister tarımsal ister sınai olsun- vergi vermek. Hegemonyayı kuran aktörler geçmişin İttihatçılarından başkaları olmadığı için, mezkûr hegemonyanın kültürel alanına tekabül eden kısmı pozitivist iken, aktörler de fazlasıyla elitist yani cemaatçi olmuşlardır. Takdir edersiniz ki birçok cemaatçi yapı gibi, pozitivist cemaat de kıskanç davranmıştır. Özellikle de tevarüs edilmiş bir asalet vehmine kapıldıkları durumlarda… Haliyle bu cendereyi aşıp hegemonyanın kurgusal üstünlüğünü aşmak ciddi bir emek ister.

Mevzunun ’80 sonrası Türkiye’ye bakan kısmı üzerinde çokça ses çıkarılmış olmasına rağmen, anlamlı ve uzun soluklu bir hikâye henüz söylenebilmiş değil. Hegemonyanın kırılıp, taşranın kara kavruk çocuklarının kırık dökük kekelemeler yerine melodik cümleler kurabilmeleri ya da uzun destanlar anlatabilmeleri çok zor olur. Çünkü önce hegemonyanın kendinden menkul üstünlüğü alt edilmelidir; en azından kendine vehmettiği sanal asalet sıradanlaştırılmalıdır. Bu ağır yükün altından tek bir kişi kalkamaz hiç kuşkusuz. Ama bu kolektif veya tek tek verilmiş çabaların toplamından oluşan kümülatif işlerin olamayacağı anlamına da gelmiyor. Merhum Hüsamettin Arslan hocanın ömrünü vakfettiği, hayatı boyunca mesele edindiği, ürettiği ya da ortaya çıkmasına vesile olduğu tüm entelektüel birikimi bu çabaya matuf görmek gerek.

Hüsamettin Arslan, tevarüs edilmiş asaletin hudayinabit haklılığına sahip değildi. Dahası kültürel iktidarın o kadar da yumuşak bir zeminde olmadığını, hele ki akademik kalıplarla ifadeye çalışıldığında bunların birden cemaat formuna büründüğünü çok iyi analiz etmişti. Hocanın doktora tezi olan Epistemik Cemaat, resmi yönüyle bilim cemaatlerine odaklanırken, aslında bilimin bir yorumdan öte anlamının olmadığını, her bilimsel ekolün/okumanın bir yorum olduğunu söyleyerek dönemi için gayet esaslı bir metin ortaya koymuştu. Epistemik Cemaat’in benim için bir diğer vasfı ise kültürel hegemonyayı tekelinde tutan bilim cemaat(ler)inin iddia edildiği gibi değer bağımsız ve evrensel olmadığını, dolayısıyla da herhangi bir üstünlüğe sahip olamayacağını dillendirmiş olmasıdır. Aslında bahsi geçenlere epistemik cemaatten öte ‘çete’ tavsifi de yapılabilir. Zira İttihatçılıktan tevarüs eden komitacılık, epistemik alanda devam etmekte, kendi çetesinde olmayanlar bertaraf edilmektedir.

Epistemik Cemaat, sadece bilim cemaatlerini değil, düşünsel hegemonyayı da kapsamakta, hegemonyaya içkin tutarsızlıkları da ifşa etmektedir. Çünkü düşünsel hegemonyanın kendini her yerde görünür kılan buyurganlığı, girdiği her güzergahta kendini göstermektedir. Dahası üsttenci ve elitist kibrini taşralılar üzerine boca etmede fazlasıyla cömert olan beyazların dünyası, her mücadelenin hem kazananı -yani ‘mutlak haklı’sı- hem de asil muhalifini ‘temsil’de zorlanmaz. Söz gelimi, anti-kapitalist/anti-emperyalist cephenin yılmaz savunusunu yaparken AB fonlarıyla fonlanan kurumsallıklar inşa etmek kimseyi pek rahatsız etmemekte, kimse kirlenmemektedir. Ya da neoliberal düzenin emeği prekaryalaştırdığı, piyasa ilişkilerini mikro boyutlara kadar yaydığı, devletin homo jüridicusu homo economicusun insafına bıraktığından dem vurup buna ağıt yakabilirsiniz. Ancak bunu yaparken aynı zamanda Batı-dışı dünyada neoliberalizmin misyoner kurumları olan bilumum Soros vakıflarıyla ortaklıklar geliştirip, mikro bireyci pratikleri de eşzamanlı üretebilirsiniz. Hem de asil muhalifliğinizden, buyurganlığınızdan ve elitist halkçılığınızdan bir şey kaybetmeden… Düşünsel hegemonyanın tarafındaysanız, bunlar her halükârda ontolojik bunalım yaratacak tezatlar sınıfına dahil edilmemektedir.

Hüsamettin Arslan’ın -yayın hayatına hala aynı kaygıyla devam eden- Paradigma Yayınları ve onun çevresinde ortaya koyduğu çaba bir şeye matuftu: 19. Yüzyıl pozitivizminin artık arkaikleşmiş formlarının Türkiye’de hala cari olmasına itiraz. Pozitivist hegemonyayı ve modernitenin tahakkümünü görünür kılan metinleri tercüme etmekle, düşünsel hegemonyaya meydan okuma fırsatı vermiştir. Onun pozitivizme getirdiği bu itirazda yer yer yanında yöresinde bulunanlar, gün geldi tam karşısında konumlanıp onu eski tüfek ittihatçılıkla bile itham edebildiler. Oysa tam da bu tavrı gerçek bir ittihatçı kalıntısı olarak değerlendirmek mümkün. İttihatçıların yaptıkları gibi rejimin sahibi olmanın verdiği özgüven ve haklılıkla her hükümde bulunabilmek mümkün olabiliyorken, ayrıcalıklı konum kaybedildiğinde pozisyon da tam tersi bir noktaya varabiliyor. Konforlu bir muhalefet alanında kalmanın verdiği şımarıklık, düşüncelerinin/yargılarının bedelini ödemeye geldiğinde sınıfsal bir hınca dönüşebiliyor.

Hüsamettin Arslan, sevabıyla-günahıyla ömrünü bir noktaya adadı ve pozitivizmin iddia ettiğinin aksine her zaman son sözü Tanrı’nın söyleyeceğini ikrar etti. İlk sözü yine O’nun söylediği gibi…