Parıltılı bir zekâ, muazzam bir hafıza… Hem İslam’ın delili hem de dinin süsü… İslam düşünce dünyasında görüşleri, reddiyeleri, üstlendiği görevlerle asırlardır en çok tartışılan isim. İmanla şüphenin aynı amaç için buluştuğu bir muhayyile. Felsefeye ket vurduğu gerekçesiyle yerden yere vurulan da aynı gerekçeyle hakkında methiyeler dizilen de odur. Dahası filozofları küfürle itham eder ama sonrasında felsefeye bulaştığı gerekçesiyle küfürle de suçlanır. İşte İslam dünyasında Hüccetülislâm ve Zeynüddin, Batı’da Abuhamet ve Algazel olarak tanınmış Gazali’nin öyküsü…
Tam adı Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazali et-Tusi’dir. İran’ın Horasan bölgesinde ilim merkezi olarak kabul edilen Tûs’ta (Meşhed) dünyaya gelir. Doğum tarihi kesin olmamakla birlikte 1053 yılı (bazı kaynaklara göre 1058) olarak kabul edilir. Ahmet adında bir erkek kardeş ile birkaç kız kardeşinin olduğu biliniyor. Babası iplikçilik-yün eğirciliğiyle meşguldür. Ayrıca tasavvufa meyillidir. Tasavvufa meyli babasının ilim erbabıyla yakın ilişki içinde olmasını sağlamıştır. Tasavvuf erbabının derslerine katılıyor, ilmi meseleleri yakından takip ediyor, ilim adamlarına imkânları ölçüsünde destek çıkıyordu. En büyük arzusu ise çocuklarının ilimden nasiplenmesiydi. Ancak onlara bu imkânı sağlamaya ömrünün vefa etmeyeceğinin de farkındaydı. Çözümü, tasavvuf erbabı bir dostuna varlığını bırakmakta buldu, ondan çocuklarının eğitimiyle ilgilenmesini istedi. Gazali okuma yazma, Kur’an-ı Kerim, dil bilgisi ve aritmetik gibi derslerin okutulduğu dönemin geleneksel ilköğrenimini baba dostunun desteğiyle tamamladı. Yine baba dostunun tavsiyesi üzerine medreseye girdi.
Gazali, ilmi derinleşme yolunda ilk adımı Tûs’ta atar. Fıkıh derslerini dönemin âlimlerinden Râzekânî’den (Ahmet b. Muhammet er-Râzekânî) alır. Daha sonra gittiği Cürcân’da İsmâil b. Mes‘ade’nin (İsmâilî) tedrisatından geçer. Cürcan’da kaldığı 5 yıl boyunca fıkıh ve hadis öğrenir.
Tûs’a dönüş yolunda içinde bulunduğu kafilenin yolu eşkıyalar tarafından kesilir. Kafilenin nesi var nesi yok hepsine el konulur. Gazali, takip ettiği eşkıya güruhunun başıyla görüşür, ders notlarının kendisine iade edilmesini ister, Cürcân’a sırf o dersler için gittiğini de dile getirir. Baş eşkıya notları verir ama kendisiyle alay etmekten de geri durmaz. Bir de tavsiyede bulunur: “Dersleri kâğıtlarda değil, kafanda/hafızanda tut” Bu yaşananları Rabb’in bir ikazı sayar Gazali, notların tamamını üç yıl içinde ezberler.
“Beni sağken mezara gömdün; ölümümü bekleyemez miydin”
Gazali’nin ilim yolculuğu Cürcân ile sınırlı kalmayacak, Tûs’a döndükten kısa bir süre sonra, 1080 yılında Nîşâbur’un yolunu tutacak, Nizâmiye Medresesi’ne girecektir. Dönemin en tanınmış kelâm âlimi İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî’nin öğrencisi olma imkânına da burada kavuşacaktır. Cüveynî kelâmcıdır ama felsefeye de aşinadır. Hatta bazı düşüncelerinden dolayı filozofların peşinden koşmakla suçlanmıştır. Gazali, Cüveynî’nin yanında sıkı bir öğrenimden geçer. Fıkıh, kelam, mantık ve felsefe okur. Hocası Cüveynî onun yetkinliği karşısında “Gazali derin bir denizdir” demekten kendisini alamaz. Gazali’nin el-Menhûl adlı fıkıh kitabını inceledikten sonra da hayretini “Beni sağken mezara gömdün; ölümümü bekleyemez miydin?” ifadeleriyle gösterir.
Istıraplar içinde, yol ayrımında bir müderris
Gazali, Nîşâbur’da Cüveynî’nin yanı sıra Ebû Ali el-Fârmedî’den de ders alır. Kuşeyrî’nin öğrencilerinden olan Fârmedî, aynı zamanda Gazali’yi tasavvufa yönlendiren kişidir. Ancak bu eğilim Fârmedî’nin 1084’te vefatıyla kesintiye uğrar, Gazali kelam ve felsefe üzerine çalışmaya devam eder.
Fârmedî’den bir yıl sonra 1085’te Cüveynî de vefat eder. Hocasını kaybeden Gazali, Nizâmülmülk’ün karargâhına gider. Bu onun hayatında bir dönüm noktasıdır. Amacı ilim erbabına her tür desteğin verildiği karargâhta çalışmalarını rahat bir şekilde sürdürmektir. Diğer yandan Nizâmülmülk’ün himaye ettiği âlimlerden faydalanmak da gayeleri arasındadır. Nizâmülmülk’ün saygıyla karşıladığı genç Gazali ilim ve fikir ehlinden faydalanır. 6 yıl kaldığı karargâhta rol aldığı müzakere ve münazaralar sayesinde ününe ün katar. Bu sürecin sonunda Bağdat Nizâmiye Medresesi müderrisliğine (Temmuz 1091) tayin edilir. Bu görevde dört yıl kalır. Kaleme aldığı eserler bakımından oldukça bereketli bir dönemdir Gazali için. Kelam ve felsefe gibi alanlarda çalışmayı sürdürür. Ayrıca Bâtınîliği inceler. Derinlemesine çalıştığı bir diğer alan ise tasavvuftur. Babası ve baba dostunun sûfiliği, Fârmedî’den ders alması onun tasavvufa aşina olmasını sağlamıştır, ancak bu kez ilmi ve eleştiri zemininde tasavvufu ele alıyordu. Yani hakikati arıyordu. Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Bekir eş-Şiblî, Bâyezîd-i Bistâmî gibi tasavvuf ehlinin önde gelen isimlerinin öğretilerini özümsedi. Tasavvufa vakıf olmanın zihni aktiviteyle değil, hal yoluyla mümkün olacağına hükmetti. Hakikat yolunda ulaştığı bu menzil, iç huzuru, sükûnet ve neşeye değil, kendisini sarsan büyük bir bunalıma kapı araladı. Bunalımın nedeni sadece metafizik konular ve bilgi sorunuyla sınırlı değildi. Ahlaki açıdan da kendini sorguluyor; dünyaya ilgisi, yürüttüğü eğitim çalışmaları, derinlemesine uğraştığı alanlar… Bunları sadece Allah rızası için yapmadığını, içinde büyüyen makam ve şöhret sevgisinden fark ediyordu. Temmuz 1095’te başlayan bunalım giderek depresyona dönüştü. Yemekten içmekten kesildi, takatten düştü. Gördüğü tedavi işe yaramadı. Hayatının bir başka dönüm noktası gelip çatmıştı; Bağdat’tan ayrılmaya karar verdi. Ailesine yetecek kadarını ayırdı geri kalan malını garip gurebaya dağıttı. Halifeye ve dostlarına Mekke’ye gideceğini söyleyerek yola düştü.
(Yeri gelmişken Gazali’nin Bağdat’tan ayrılışını ülkede baş gösteren siyasi karışıklıklara; Nizâmülmülk’ün 1092 yılında Bâtîniler tarafından katledilmesi ve Sultan Melikşah’ın ölümü gibi kırılmaların yol açtığı siyasi atmosfere bağlayan değerlendirmelerin de bulunduğunu aktaralım)
Hz. İbrahim’in huzurunda büyük yemin!
Gazali’nin Bağdat’tan sonraki durağı Şam olur. Burada iki yıla yakın kalır. Emeviyye Camii’nde inzivaya çekilir. Ardından gittiği Kudüs’te de inziva hayatını sürdürür. Hz. İbrahim’in kabri başında bir daha siyasi otoritelere hizmet etmeyeceği ve devlet okullarında hocalık yapmayacağına yemin eder. Kudüs’ten hac ibadetini yerine getirmek üzere Hicaz’a gider. Oradan da ailesinin isteği üzerine memleketine (Horasan) dönüş yapar. Dönüş yolunda Mısır’a uğrar.
Gazali, 10 yıl boyunca eğitimden uzak durur. Ancak halk arasında itikadî yozlaşma gerekçesiyle Selçuklu yönetiminden gelen baskılara karşı koyamaz, Nîşâbur’da Nizâmiye Medresesi’nin başına geçer. Bir önceki medrese tecrübesiyle bu yeni hali; “O zaman mevki kazandıran ilmi öğretiyordum. Şimdi ise mevki terk ettiren ilme çağırıyorum” ifadeleriyle kıyaslayacaktır. Ancak bu dönem birincisi kadar tatminkâr olmayacak, sağlığı da zaten bu görevi daha fazla sürdürmesine imkân vermeyecektir. Gazali, 3 yıl sürdürdüğü bu resmi görevi ikinci kez bırakıp Tûs’a döndüğünde yıl 1109’dur. Evinin yanına bir medrese, sûfiler için de dergâh (hankah) yaptırır. Burada öğrencilere ders okutmuş, tasavvuf ehliyle buluşmuş, kendisini yeterli görmediği hadis ilmine çalışmış ve eksikliğini gidermeye çabalamıştır her zaman. Eser kaleme almaya devam eder. Denebilir ki, yapacağını yaptı, ruhunu rahmana teslim etti (18 Aralık 1111). Tûs’ta ünlü şair Firdevsî’nin mezarının yakınına defnedildi.
Ezberlere karşı tek silahı şüphe
Gazali, gerçeği arama peşindedir. Yerleşik düşüncelerin, akımların, inançların aradığı gerçeğe kapı aralamayacağının farkındadır. Bu yüzden bütün yerleşik kabullerden şüphe duyarak işe koyulur. Denebilir ki, şüphe hem en büyük silahı hem de en büyük zaafıdır. Ele aldığı her konuya şüpheyle bakar, eleştiri süzgecinden geçirir onu. Oklarını önce dönemin düşünce dünyasında yaygın olan ve halka da sirayet eden mezhebî taassuba çevirir. Birbirlerini sapkınlıkla suçlayacak kadar ileri giden bu çevrelere sert eleştiriler yöneltir. Taassuba kapılan kimselerden şifa sadır olmayacaktır, bu yüzden bu çevrelerden uzak durulmasını salık verir.
Gazali, şüpheyi kullanmaya eşyanın mahiyetine dair merakıyla tanır. Eşyanın tabiatı nedir? Bu soru bilginin mahiyetini sorgulamaya imkân tanır. Geçmişte verilmiş hali hazırda cevaplar vardır bu sorulara. Ancak cevaplar birbirinden farklı ve çoğu zaman birbirleriyle çelişir. Farklılık ve çelişki hazır cevapları şüpheli kılıyor, hata ihtimalini güçlendiriyordu. İhtimal dâhilinde de olsa hata veya şüphe varsa kesin bilgiden söz edilemezdi. Gazali ister ki, edindiği bilgi güvenilirlik bakımından kesin olsun. Kesin bilgiye ulaşma arzusuyla yıllarca sürdürdüğü bu yaklaşım, onu önce duyulara sonra da akla güvenemez hale getirir. Hakikati arama yolunda elinde artık hiçbir araç yoktur. Tabir yerindeyse tam bir çıkmazdadır. Girdiği derin bunalımla yemekten içmekten kesilir, takatten düşer. Gördüğü tedavi işe yaramaz. Kendisi iki ay süren bunalım dönemi için “hastalık” ve “safsata” diyecek, “Allah’ın kalbine attığı bir nurla” sıhhat bulduğunu ifade edecektir. Bunalımı atlatan Gazali, şüphenin aklın ilk prensiplerinin başladığı noktada bitmesi gerektiğine kanaat getirir. Aksi halde, aklın ilk prensiplerine duyulacak şüphenin çıkmazla sonuçlanacağını tecrübe etmiştir. Daha da önemlisi şüphenin kapsamının bu denli genişletilmesi, söz konusu prensiplerin geri çekilmesini beraberinde getirecek, bu durum da hakikat arayışının sona ermesine yol açacaktır.
Şüphenin kapsamını daraltan Gazali akla dört farklı anlam yükler.
1) Teorik bilgi edinme melekesi (garîze)
2) Aklın ilk prensiplerini idrak etmiş hali (İki birden çoktur, bir kimse aynı anda iki yerde bulunamaz, mümkünün olabilirliği, imkânsızın olamazlığı vb.)
3) Tecrübi bilgi
4) Öngörü (içinde bulunulan durumun yarın yol açabileceği sonuçları kestirme)
Mantığa çağrı…
Gazali, mantığa büyük önem veriyordu. Mantık, akıl yürütmede doğruluk, tutarlılıktı. Akla uygun düşünme kabiliyetiydi. Gazali, mantık bilmeyenin ilmine asla güvenilemeyeceğini savunuyordu. Aristo mantığını İslami ilimlere uyguluyor, kelam ve fıkıh âlimlerinin takip ettiği metodun Aristo mantığına uymayan bölümlerini eleştiriyordu. Bu âlimlerin karşıtlarının mantığına düştüğünü, rasyonel zeminde değer taşımayan öncüllerden hareket ettiklerini, söz konusu öncüllerin gücünü doğruluklarından değil, yaygın olmalarından aldığına dikkat çekiyordu.
Mantığa yönelik eleştirilere cevap vermekten de geri durmuyordu Gazali. Ona göre, mantık Yunanlılara ait bir disiplin değildi, insanlığın ortak mirasıydı. 2×2’den 4 sonucunu elde etmek veya “Her insan canlıdır” önermesinden “Bazı canlılar insandır” çıkarımına varmak dini bir mesele değildi. O halde neden mantık inkâr edilsin veya yok sayılsın? Gazali’nin mantığa ilişkin bu görüşleri, İslâm dünyasında metodoloji zeminde değişimi sağlamış, Aristo mantığı güç kazanmış, Müslümanların mantık öğrenmeleri zaman içinde farz-ı kifâye sayılmıştır.
Gazali, mantığa yeni bir şey katmamış ancak geleneksel mantık terimleri yerine fıkıh ve kelam terimlerini tercih etmiş, gerektiğinde bu ilimlere uygun yeni terimler üretmiş, örnek vermesi gerektiğinde fıkhi ve kelami meseleleri tercih etmiştir. Bununla da mantığa meşruiyet kazandırmayı amaçlamıştır.
Aklı akılla mat eden en büyük düşünür mü?
Gazali, fıkıh, kelam gibi ilimleri öğrenmek için dönemin seçkin âlimlerinin tedrisatından geçer, ancak felsefeyi kendisi öğrenir. İbn Sina ve Farabi’nin eserlerini okur, İhvan-ı Safa risalelerinden faydalanır. Yararlandığı diğer kaynaklar Yunanca ve Süryanice’den Arapça’ya çevrilmiş metinlerdir. Bu kapsamda Plotinus’un tercüme eserleri öne çıkar.
İki yıl felsefe üzerine yoğunlaştıktan sonra alanla ilgili eserler kaleme almaya başlar. Makasıd el-Felasife adlı eserde filozofların bilgilerini ve amaçlarını anlatır. Bu eserin ardından Tehafüt el-Felasife ile de filozofları çürütmeyi amaçlar. Tehafüt’e geçmeden önce el-Munkız’da filozoflara ilişkin sınıflandırmasına bakmakta fayda var. Gazali filozofları 3’e ayırır.
1) Dehriler: Allah’a inanmazlar. Âlemin ezelden varolduğunu ve ebeden de varolacağını kabul ederler.
2) Tabiatçılar: Tabiatla meşgul olan, âlemin varlığı üzerine düşünen filozoflardır. Yaratıcının varlığına inanırlar. Ancak yeniden dirilmeye karşı çıkarlar.
3) İlahiyatçılar: Sokrates, Eflatun ve Aristo gibi filozofları bu başlıkta ele alır. Aristo’un fikirlerini benimseyen Farabi ve İbn Sina gibi Müslüman filozofları 20 konuda eleştirir. Filozofları 17 konuda sapkınlığa düşmekle suçlar. 3 konuda; âlemin ezeliliği teorisi, Allah’ın küllileri bilip cüzileri bilemeyeceği ve bedeni dirilişin reddedilmesi (gayri maddi nefs öğretisi) meselelerinde ise filozofları küfürle itham eder.
Filozofların Tutarsızlığı
Gazali bu eserinde Farabi ve İbn Sina’nın felsefi görüşlerini eleştirir. İki filozofu Aristoteles’in en iyi savunucuları sayar. Yer yer İbn Sina’ya atıfta bulunur. Ancak çoğunlukla muhatabı ‘filozoflar’ diye imler. Nihai amaç da İslam inancına aykırı gördüğü görüşleri çürütmektir.
Âlemin ezeliliği teorisi: Filozoflara göre âlem ezelidir. Çünkü aksi düşünce âlemin zaman içinde yaratıldığı kabulünü doğurur. Âlemin zaman içinde yaratıldığı görüşü ise aynı zamanda Tanrının noksanlığı anlamına gelecektir. Öyle ya, herhangi bir engel veya gecikme için sebep yokken âlemin yaratılması neden ertelenmiş olsun?
Ayrıca Allah âleme zaman bakımından değil zat bakımından önceliklidir. Bu tıpkı şahsın hareketiyle gölgesinin hareketi arasındaki bağımlılık gibidir. Şahıs-gölge arasındaki bağımlılıkta zaman bakımından öncelik yoktur, iki hareket aynı anda meydana gelir. Aksi halde Allah âleme ve zamana zatla değil zaman bakımından önceliklidir demek olur ki, bu da âlemin ve zamanın meydana gelmesinden önce içinde yokluğun da bulunduğu başka bir zamanın var olmasını gerektirir. Zamandan önce bir zamanın bulunması ise imkânsızdır. Bu da zamanın kıdemini gösterir.
Gazali, Allah’ın her şeyi her zaman yapmaya kadir olduğunu savunarak filozoflara karşı çıkar. Âlemi yaratmak için istediği anı tercih etme kudretine sahiptir. Aksini savunmak Allah’ın iradesinin sınırlı olduğu anlamına gelir.
Filozofların zamana kıdem biçen görüşünü vehim olarak değerlendirir Gazali. Ona göre, Allah zamandan ve âlemden önce gelir demek, Allah varken âlem yoktu demektir. “Allah vardı” sözünde bir geçmiş aranmamalıdır…
Allah’ın cüziyatı bilemeyeceği iddiası: Filozoflara göre, olaylar değişkendir, değişimde bilgi bilene tabidir. Dolayısıyla bilgi değiştiğinde bilen de değişir. Allah cüziyatı bilseydi değişmesi gerekirdi. Değişmesi mümkün olmadığına göre Allah cüziyatı bilmez, külliyatı bilir.
Gazali ise, bilginin bilenin zatına izafet olduğunu, izafetin değişmesinin zatın değişimine yol açmayacağını ifade eder. Bilginin bileni değiştirmesinin doğru kabul edilmesi halinde bilgi çeşitlendiğinde zatın da çoğalması gerektiğini savunur. Filozofların hem Allah’ı, hem de âlemi kadim saydıklarını, âlemde değişmenin olduğunu iddia ettiklerini hatırlatır. Gazali, âlemdeki değişimden hareketle Allah’ın değiştiğini savunamayan filozofların çelişkiye düştüğünü ortaya koyar.
Bedensiz diriliş (Gayri maddi nefs) öğretisi: Gazali’nin görüşünü eleştirdiği isim İbn Sînâ’dır. Ancak İbn Sînâ’nın bu konudaki görüşü gençlik dönemiyle olgunluk dönemi arasında farklılık gösterir. Gazali, İbn Sînâ’nın gençlik dönemindeki bedenli dirilmenin insan nefisleri için mümkün olmadığı görüşünü ele alır. Ona göre filozofların bu görüşü âlemin ezeli olması ve nedensellik fikrine dayanır. Filozoflar nefislerin sonsuz olduğunu, dolayısıyla dirilen bedenin nefislere yeterli gelmeyeceğini, bu nedenle de dirilmenin nefislerle sınırlı olacağını ileri sürmüşlerdir. Gazali ise, bu şekilde özetlediği görüşe karşı çıkar. Ona göre, nefislerin daha çok olduğu kabul edilse bile, yüce Allah yeni baştan yaratmaya kadirdir. Bedeni dirilişin inkâr edilmesi aynı zamanda Allah’ın yaratmaya gücünün yettiğinin inkârı olacaktır.
Nedensellik eleştirisi
Sebeple sonuç arasındaki ilişki zorunludur. Tabiattaki bir olayın sebebi yine tabiatta aranmalıdır. Aristoteles’e ait bu görüşü, İslam filozofları da Allah’ın iradesine bağlamak şartıyla sürdürmüşlerdir. Gazali ise, sebep-sonuç ilişkisini kabul etmekle birlikte ilişkinin tabiatın özüne dayandırılması kabulünü reddeder. Böyle bir ilişkinin kanıtlanamayacağı kanaatindedir. Gazali’ye göre, sebep ile sonuç olarak nitelenen iki olayın art arda gelişi tespit edilebilir. Ancak birinin sebep, öbürünün zorunlu sonuç olduğu kanıtlanamaz. Böyle bir hüküm iki olayın art arda gelmesinden kaynaklanan bir alışkanlıktan ileri gelir. Gazali, pamukla ateş, hasta ile ilâç örneğini verir. Ateşin pamuğu yakması, ilacın hastayı iyileştirmesi tabiatın özünden kaynaklanan bir zorunluluktan gelmeyip Allah’ın öyle irade ve takdir edip yaratmasının sonucudur. Çünkü ateş cansızdır. Cansız bir şeyin gerçek anlamda sebep ve fâil olarak kabul edilmesi mantıkla bağdaşmaz. Örneklerini mucizelerden seçer. Ateşin Hz. İbrahim’i yakmadığını hatırlatır. Oysaki ateş gibi bir sebep ve etkisini göstermesi için bütün şartlar vardır. Ama Allah istemedikçe beklenen sonucun gerçekleşmeyeceğini ifade eder.
Gazali’nin nedensellik eleştirisinin benzeri 17. Yüzyılda David Hume tarafından yapılacak, Kant kendi ifadesiyle “dogmatik uyku”dan uyanacak, Hume’un eleştirilerinden hareketle akla yönelik eleştirileri felsefede Kopernik devrimi olarak alkışlanacaktır.
Ayrıca Gazali şüpheciliğiyle düşünce dünyasında derin izler bırakır. Şüpheciliği akla modern felsefenin babası sayılan Descartes’in metodolojik şüphesini getirir. Descartes’in görmezden gelinemeyecek bir şekilde Gazali’den etkilendiğini savunan tezlerin bulunduğunu belirtmekle yetinelim.
Gazali zamana meydana okuyor
Gazali, bir taraftan hem tasavvufa hem de mantığa çağrıda bulunmuş, öbür tarafta felsefeyi hedef tahtasına oturtmuştur. Bu tavır çelişkili bulunmuş, ancak dönemin siyasi ve ideolojik şartları, hem tasavvufa ve mantığa çağrı hem de felsefeye yönelik eleştirileri Batınîliğe yöneltilmiş bir silah olarak değerlendirilmiştir. İslam dünyasında felsefenin gelişiminin önüne set çektiği suçlamalarına maruz kalmış, maruz kalmaya devam ediyor. Ancak bütün eleştirilere karşı çok yönlü bir düşünür olarak Gazali İslam düşünce dünyasını derinden etkilemiştir. Kelam, fıkıh, tasavvuf ve felsefe gibi alanlarda eserler vermiş, Tehafüt el-Felasife ile hem İslam dünyasında hem de Batı’da büyük yankı uyandırmıştır. İbn Rüşd’ün bu esere cevap mahiyetinde yazdığı Tehafüt et-Tehafüt (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) tehafüt geleneğinin doğmasını sağlamıştır. Ayrıca Aristoteles’e yönelik eleştirileriyle felsefeye yeni bir yol açtığı söylenebilir. İslam dünyasında metafizik bütünlüğün yenilenmesi ve ilmi sürekliliğin derinleştirilmesinde en önemli saç ayağı Gazali’dir. Yazılan yazılamayan bütün yönleriyle Gazali, üzerinden 10 asır geçmiş olmasına rağmen hala tartışılmaya devam ediyor…
Yorum ekle