“Ertuğrul atamdan, Osman, Orhan dedemden, Şehit babamdan fakire kalan tarumar olacak he mi?”
Anı beyan eder kim; Timur, Ankara Savaşı’ından sonra Müslüman İzmir’den geçerek Rodos Şövalyeleri’nin hâkimiyetinde olan “Gâvur İzmir”i alır. O esnada, esiri Yıldırım Bayezit’in fenalaştığını haber alır. En iyi tabiblerini tedavi için Yıldırım’ı hapis Tuttuğu Akşehir’e gönderir. Fakat Gaziler Sultanı 9 Mart 1403’te Akşehir’de Dar-ı Bekaya irtihal eder. Anın son deminin hikayatıdır.
Sürekli terlerken, arada yavaşça kararan, kapanan, sonra bulanık bir aydınlıkla yeniden beliren, sonra yine kaybolan ve böyle devam eden suretler, şemaller, hayaller, hayaletler… Ahşap tavan, üzirene eğilen yüzler, göğsünü dinleyen, ağzını demir edavatlarla açan, yüzleri belli belirsiz belki hayal belki gerçek akıp giden şeyler görünüyordu fitili bitmekte olan gaz lambası gibi fersiz gözlerine. İnleyecek derman bile çekiliyordu vücudundan. Zamanın geldiğinin ya da vaktin bittiğinin farkındaydı. Başı sanki su altındaymış gibi belli belirsiz sesler, uğultular duyuyordu.
“Sultan efendimize nasıl izah ederiz”, uğultular, bağırış çağrış…
“Tabib ağa eyvah ki ne eyvah”
“hala kayanatamadınız mı şu fülfülü içine biraz daha mercanköşk koy dedim sana…”
Sesler, bağırışlar uğultular. Arada o mel’un’nun adı kulağına çalınınca intikam ateşi ile vücudu titriyordu. O zamanlar tabiblerin kendisine olan alakası daha da artıyordu. “Timur Sultanımız, efendimiz kati suretle emir buyurdu.” Yine o mel’un yine o öfke nöbeti, gene o titreme. Adını duydukça yorgun kalbi düşmana hücum eder gibi ha gayret diyerek belki de son akın için göğsüne vuruyordu. Kalbinin sesi harp meydanındaki köslere götürdü onu. Ali Paşa’nın yanına Murad Paşa, Hasan Ağa ve kendi evladı Süleymanını alarak kaçışı, onu orda 3 bin kişi ve oğlu Mehmet’le terk edişi geldi aklına. Ali Paşa’yı hatırlamak, kalbinin göğüs kafesinde esaretten kurtuluş namına hücumunu şevklendirmişti.
Sadece birkaç ay önce, Divan’da Ali Paşa ve diğer paşalarının ağız birliği edip kendisine karşı durdukları o şeytani teklifleri geldi hatırına… “Zalim hududu çiğnedikten sonra kılıç kınından çıkmış fayda mıdır?” “Devletlü sultanım! Ne hacet kim leşkerümüze zahmet çekdürevüz. Koyalum gelsün. Vilayete girsün. Şöyle kıralım anları. Kim kendü vilayetlerine haberlerini gene biz gönderelüm…” “Gördün mü Karatimurtaş paşa, ne devlet kaldı ne sultan.” Bir bağırış duydu sonra. “Tabib Ağam! Sayıklıyor! Sayıklıyor!” Gene birkaç parmak gözlerini zorla açıyor, bir adam elindeki kandili sağa sola sallarken, bulanık suretler, koşuturmaya ve gürültü yapmaya devam ediyordu. “Ne dedi peki, neyi sayıkladı” “devlet dedi, sultan dedi. Gerisini anlamadım ağam” parmaklar gözleri rahat bıraktı ve eski karanlığına yavaşça geri geldi. Suretler gitti ses kaldı. Ali Paşa ve diğer kumandanlar ısrarcıydı.
“Bize gelene kadar vuruşa vuruşa, yıpranmış, gevşemiş, kuvvetten düşmüş bir orduyu içerde karşılamak menfaatimize hünkârım” …
“Yılanlar otağa vardıkta kılıç çalmak fayda mıdır?”
“Gene sayıklıyor ağam!”
“Gördün mü Sivaz’ı nicedir hâlı Ali Paşa? Hani haberi geldi de, kale kumandanı’na bu Kelb-i Akur güya eman vermişti.
“Teslim olursa leşker kanı akıtmayacağım” diyü.
Ya sonra noldu Çandarlı? Anlat hele!
Kafasında Kur’an taşıyan süslü kaftanları onu karşılamaya yürüyen en büyüğü altı yaşındaki sübyan alayını atlarla çiğnemedi mi? Bebelere kılıç çalmadı mı? De hele Çandarlı!
“Leşker kanı dökmedim sözümde durdum” deyu orduyu diri diri toprağa gömmedi mi Sivaz’da.”
Sivas’ın haberi gelince kederden kendini dağlara vurmuştu da kaval çalan bir çoban görmüştü. O gün o çobana söylediği sözleri sayıkladı sonra; “Çal çoban çal! Sivaz gibi kalen mi gitti, Ertuğrul gibi oğlun mu öldü? Çal!”
“Bu humma illetine derman yok mudur ağam. Hummai racia ise eyvahlar olsun Tabib ağa”
Kılıçla vahdet altına aldığı beylere güvenilir miydi? Aydın’a, Menteşe beğlerine, Germiyan’a, Karaman’a… “Bunca zamandır sırtımda hançer gibi taşıdığım, 3 İstanbul kuşatmasında arkadan vuran, Niğbolu’da haçlı ile yürüyen beylere…”
“Ağalar Temür Efendimiz; ‘Bayezıd ölürse siz niye nefes alasuz’ buyurduydu vallahi yanarız hadi çabuk!”
Sesler hatıraların arasına perdeyi yırtan bıçak gibi giriyordu. Bir vaktin dolduğunun ve diğerinin zamanının geldiğinden emindi artık.
“Hudut geçtikte düşman mı kırılır dost mu?” başındaki adamın “Sayıklıyor gene ağam” sesi bir kez daha çalındı kulağına. Artık sadece arada havada hareket eden kandiller görünüyordu paslı demir kapı gibi zahmetle açılan gözlerine.
Mortolos raporları belirdi önünde birden. Sayfalar dolusu jurnal… Germiyanoğlu Yakup Bey, Aydınoğlu ve Menteşeoğlu ile İpsala’dan firar etmiş. Timur’a varmışlar sonra. Onu iltifata garkettikten sonra söz alan Yakup Bey: “Ey sultan! Sen sahibi kıransın, Osmanoğlu bir zalim kişidir. Bizi müflis kılıp, atamız ve dedemiz tahtın elimizden alıp, dileni dileni geldiğimiz hod malumdur.” demişti ya!
Beyler, küçük bir devletçik, otonom bir kanton için güçlü bir efendi edinmişlerdi ya.
Bir başka Mortolosun mektubu kapattı bir öncekinin üstünü. Topal, Fransa Kralı 6. Şarl, Ceneviz ve Bizans hükümdarlarının destek haberlerini almıştı elçilerden, kendisinin gönderdiği elçinin şerefine de, Galata Kulesi’ne mel’un’un bayrağının asıldığı yazıyordu.
Kosava’nın, Niğbolu’nun intikamını almak için ne muazzam bir koalisyon!
Anadolu’yu önce küçük parçalara, otonom bölgelere ayıracak, sonra da rahatça yutulacak lokmalara bölecek oyunlar masadan sahaya iniyordu.
Açmaya güç yetiremediği gözleri nemlendi tüm bunlar aklına geldikçe.
“Ertuğrul atamdan, Osman, Orhan dedemden, Şehit babamdan fakire kalan tarumar olacak he mi?”
Vahdet kesret olacak he mi? Birlik, dirlik tefrike kurban gidecek he mi? Hududun namusu çiğnendikte ok yayından çıkmış sadakta durmuş ne fayda!” uğultulu sesler arttı başucunda.
“Hararet daha da arttı ağam sayıklıyor halen!”
Hafızasına hücum eden hayaller ve hatıralar çok hızlı değişiyor ve gür bir dere sürekli akıyordu. Molla Fenari, onun şahitliğini kabul etmemişti. Cemaatle namaza riayet etmedi diye. Sarayın yanına cami yaptırdı da hızlıca devlet işleri cemaate yetişmeye mani olmasın diye. “Canım efendim” diye sayıkladı. “Sadece o mu? Muhammed Buhari, Şemseddin Cezeri… Hepsini esir almıştı mel’un… Eskişehir’de Topal’ın tutsağı iken, Evladı Mehmed’in fedailerinin kaldığı evin altına tünel kazarken yakalanmaları ve idam edilmelerini hatırladı sonra. “Mehmed!” diye sayıkladı. Çubuk’ta Anadolu askeri, beğlerini Timur’un safında görünce kendisini terkediş sahnesini göründü birden. Yanında bir tek Mehmedi ve bir avuç Yeniçeri kalmıştı. Fakat Mehmedini kumandanları zorla bulunduğu yerden uzaklaştırmıştı. Buna rağmen atını mahmuzladı. Timur’un ordugâhına doğru sürdü. 2 düşman çemberini yarabilirse Timur’un çadırında onunla başbaşa kalacaktı. Birinci çemberi vura kıra yarmıştı. Karşılarında bir dev varmış gibi korkuyla askerin kaçışı göründü kapalı gözlerine. İkinci çembere gelince atının önündeki ölü ata takılarak tökezleme anını bir kez daha yaşadı. Aynı attan tekrar yere düştü. Timur’un askerleri tekrar üzerine çuvallandı. Kollarına girip sürükleye sürükleye o mel’un’un yanına bir kez daha götürdüler. Kumandanıyla satranç oynuyordu o sırada çadırında. Tekrar tekrar yaşadı hepsini. Ruhu o azaba tekrar düçar olunca harareti de, tabiblerin telaşı da arttı.
Sonra demir bir kafesin içinde, Timur nereye gitse onu da peşinden sürüklüyordu. Çubuk ovasındaki o hezimetten sadece 3 gün sonra elçisini çağırtıp mektuplar yazdırmıştı kâtiplerine. Büyük bir kibirle “Niğbolu’da yenemediğiniz Osmanoğlunu ben yendim” sözünü 2 mektupta tekrarlamıştı. Biri Fransa kralına diğeri İngiltere kralına doğru yola çıkacaktı. Bir hatırayı diğeri hızla örtüyordu. Timur’un oğlu Mehmed Sultan’nın Bursa’dan dönüşünü hatırladı.
“Osmanlı hazinesi işte!” diye yağmasını kibirle babasına göstermişti.
Bursa’da atası Orhan Gazi zamanından kalma evleri nasıl yaktığını, kütüphaneleri ateşe verişini anlatmıştı uzun uzun babasına.
“Düşman hududun namusuna dayananda çalınmayan kılıç imdi böğrümde, atılmayan ok boynumda, yanmayan ateş de Osmanoğlu’nu yakacak”
*: Kemal Tahir’in, Ankara Savaşı, Timur gailesi ve sonrasını romanlaştırmak üzere kaleme almaya niyetlendiği fakat ömrünün vefa etmediği kitap çalışmasının adıdır “Topal Kasırga”
Şeref yoksunu hain FETÖ’cülerin Cumhur’un Reis’ine “düşman sınırımıza gelene kadar birşey yapmayalım” dediğini bilmek için müneccim olmaya gerek yok. Çok zaman kaybedildi, çok masum kanı döküldü. Alem-i İslam’ın son kalesi Türkiye direkten döndü. Tarihimizi bilmemiz ve ibret almamız farzdır…
Unutmayalım Yıldırım Bayezid’in dediklerini;
“Düşman hududun namusuna dayananda çalınmayan kılıç, imdi böğrümde, atılmayan ok boynumda, yanmayan ateş de Osmanoğlu’nu yakacak”