Cimri, servetini batırmak korkusuyla elindekileri vermeyen değil,
senin sunduğun karşısında yüzünün ışığını esirgeyendir.
Sen tohumlarını attığın zaman güzelleşmeyen toprak,
cimridir./Saint-Exupéry-Kale
“Zenginin zekâtı malına fukârayı iştirak ettirmek olduğu gibi
fukaranın zekâtı da zenginden ümidini ve gözünü kesmektir.
İlmin zekâtı onu ehline ve tâlibine vermektir.
Evin zekâtı gelen misâfiri ağırlamak ve itibar etmektir.
Sohbetin zekâtı dedikodudan uzak olmaktır.
Evlâdın zekâtı yetimlere ihsandır.
Kuvvetlinin zekâtı zayıflara yardımıdır.
Nefsin zekâtı kötü ahlâkları terk etmektir.
Aşkın zekâtı vermek, hep vermektir.”/ Kenan Rıfai
Hepimiz hayatta anlam bulmak istiyoruz, kendi biricik anlamımızı, Tanrı’nın bizi yaratmakla murad ettiği anlamı: Kitaplar okuyoruz, filmler izliyoruz, Rahman’ın güzel kullarının hayatlarına göz atıyoruz, hak aşıklarının, şairlerin mısralarında dolaşıyoruz. “Yar bana bir eğlence!”…“Bu dünyadan göçer olduk, perde yıkılıp viran olmadan, bir şule sun ey perdenin sahibi!” Kendimizi gerçekleştirmek ve mutluluğu yakalamak istiyoruz bu göçüş ve düşüş esnasında. Arayışımızın araçları, usullerimiz de yanlış değil esasında, kültürün yani insan aklının nadide mücevherleri bu eserler. Eserler, önden gidenlerin bizim için yolda bıraktığı ayak izleri. Ama yetmiyor, içtikçe bu pınarlardan susuzluk büyüyor, yayılıyor susuzluk aramızda. Biz yani şehir ahalisi, modern metropollüler, şarkımızı kendimiz mırıldanmaya başladığımızdan bu yana tüm ezgileri hastalık sardı. Adorno, Minima Moralia’sında “… İnsanlarda vermemenin yarattığı bir boşluk olacaktır. Vermeyen insanın en vazgeçilmez yetileri dumura uğrar; çünkü katışıksız içselliğin tecrit hücresinde değil, ancak dışarda, nesnelerle canlı bir temas içinde gelişebilir bu yetiler. Vermeyen insanların yaptıkları her şeyden bir soğukluk yayılır: Gereken şefkat sözcüğü söylenmemiş, beklenen düşünceli davranış gösterilmemiştir. Bu soğukluk, kaynaklandığı kişileri de ürpertmeye başlar sonunda. Bütün şefkatli, iyi ilişkiler, hatta belki de organik doğanın bir parçası olan o barışma bile, bir hediyedir. Fazla mantıklı düşündüğü için bu yeteneğini yitiren kişi, kendini de şeyleştirir ve donar.” demişti. İnsanı tanımlayan yetiler, başkalarıyla, dünyayla canlı temasın, bizden onlara-onlardan bize akıp yayılan bir bilincin canlılığında yeşerebiliyor. Uzun zamandır göz ardı ediyoruz bunu. Bencillik değil bunun umumi nedeni; yüzüstü bırakılma, karşılık görememe kaygısı ama öte yandan özgürlüğünü yitirme, boyunduruk altına sokulma korkusu. Metropollerin birbirini gözetmeyen özgür ve bağsız insanı, kendine yetmeyi öğrenmek mecburiyetinde kaldı. “Kimseden bir işaret gelmeyecek/Bir melek kimsenin alnını sıvazlamazsa” diyor şair İsmet Özel. Ne bir meleğin ne de bir benî âdemin alnımızı sıvazlamasını, başımızı okşamasını beklemiyoruz, gözlerimiz ve dudaklarımız kuru. Bir sürgün, bir yurtsuz değilsek de Yabanın Tuzlu Ekmeği’ni yiyoruz. İnsan kardeşimizden almayı bilmiyoruz, ona vermeyi hatırlamıyoruz. Adorno’nun bahsettiği insanın vaz geçilmez yetileri; sevgi, şefkat, nezaket, merhamet, cömertlik vb usul usul geri çekiliyor aramızdan. Vermemenin yarattığı boşluk, insanlığın ardında kalan çölde büyüyor. “Çöl büyür: vay haline içinde çöl saklayanın!” demişti Nietzsche.
İnanmak risk almaktır, güvensizliğe tahammül edebilmektir, güvenliği önceleyen inanamaz, savunma mekanizmalarına hapsolan kişi, mesafe ve mülkiyet zindanında kalır. Sevmek/ sevilmek cesaret ister. Sadece verebilenler zengindir. Çünkü sevgi, varlığın merkezinden derin bir ilişki kurmaktır. Sürekli bir meydan okumadır, huzurlu durmaz, bazen ahenk bazen çatışmadır, kendinden kaçış hiç değil, kendinde en merkezde kalıştır. İnsanı diğer insanlardan ayıran duvarları yıkıp atmak, ayrı gayrılığı ve yalnızlığı gidermek, fakat yine de kendi kalabilmektir. Kendi iç bütünlüğünü sürdürebilmek. Sevdiğim kişinin serpilmesini, gelişmesini isterim; onun için isterim bunu, kendim için değil. Sevdiğim şeyi büyütmek isterim. Sevmek, bir şeye emek vermek ve onu büyütmek istemektir. Kendini bulan sevgiyi, sevgiyi bulan kendini bulur. Yunus dilinde söyleyince : ‘Sen senlüğün elden bırak tenden içerü cândadır’.
Çöle direnmenin yolu, ben merkezcilikten kurtularak fark yaratmak ve başkalarına mutluluk vermektir. Alırken verdiğimiz şeylerse en büyük mutluluğu yaratan şeyler: Nasreddin Hoca fıkrasını bilirsiniz, derede boğulmak üzere olan cimri bir adama “ver elini” diye defalarca seslenip kurtarmak isterler, adam tereddüt edip bir türlü elini uzatmayınca Nasreddin Hoca “elimi al!” diye uzatır ve adamı kurtarır. Kendinizi mutsuz hissediyorsanız, başkasını mutlu etmeyi deneyin. Kendinizi boş ve işe yaramaz hissediyorsanız bir başkasının hayatında ufak da olsa bir değişim yaratın. Bunu coşku ve tutkuyla yapın. Coşku ve tutkuyla verin. Zengin bir hayatın yolu başkalarına hizmet etmekten, bulduğumuzdan daha iyi bir dünya bırakmaktan geçer. İhtiyaç sahipleri için her zaman yeterince vardır ancak tamahkârlar için hiçbir zaman yeterince yoktur. Verenden eksilmez, veren aslında Sultan’ın sonsuz mülkünden almaktadır. Başkalarının hayatında olumlu bir değişim yaratan kendi hayatını güzelleştirmiş olur. İnsan, ektiğini biçer. Vermek hayatımızı anlam ve mutlulukla donatır. Zamanından ver, bilginden ver. Dikkatinden, sevginden, neşenden ver. Vermenin güzellik ve gücünü yaşa.
“Cimri, servetini batırmak korkusuyla elindekileri vermeyen değil, senin sunduğun karşısında yüzünün ışığını esirgeyendir. Sen tohumlarını attığın zaman güzelleşmeyen toprak, cimridir.” demişti Saint-Exupéry, Kale isimli kitabında. Seni, kendinde olan iyilikten vermeye layık bulmayana cimri denir. Herkes olduğu gibi kabullenilmek ve sevilmek ister. Ama öte yandan da, herkes olduğundan daha iyi bir hale geçmek ister, insanlar bunu önemsenerek ve sevilerek başarır. Vermek, daha önceden alınmış bir şeye mukabil başka bir şey vermek değildir, zira buna borç ödemek diyoruz. Bilakis, vermek, kendi özünden bir başkasına üleştirebilmek, ona kendinden katmak, onu aktardığı şeyle daha iyiye doğru değiştirmek ve ona bağlanmaktır. Hakiki manada vermek, ancak bir sevgi edimi olabilir. Veren kişi kendini aşar, o yüzden merhamet, anlayış ve sevgi verebilmek önemli. Sevgi fedakârlık yapmanızı mümkün kılar. Çok büyük bir iddia gibi gelmesin bu; hiç açmamış ve açamayan çiçeksiz bir çiçeğe su verdiğinizi düşünün. Sağlıklı bir ilişkide de tıpkı bunun gibi sevdiğimizi bir şarta bağlı olmaksızın severiz. Ondan, veremeyeceği şeyleri beklemeyiz. Gerçek sevgi benliksizdir. ‘Yürü…kendini kendinden kurtar’ diyor Şebüsteri. Özgürdür, özgürleştirir. Değişim ve büyümeyi besler. Sevgi zamansızdır, biz öldükten sonra yaşamaya ve sevdiğimizi yaşatmaya devam eder.
Ölüm döşeğinde daha fazla ayakkabım, evim, arabam olsaydı diye pişman olmayız. Sevdiklerimize dair olanlardır pişmanlıklarımızın ortasında yer tutan, onları aklımıza getiririz, bekleriz veya beklenmeyenleri sayıklarız. “Hayatın alaycı yasalarından biri de şudur: Sevilen kimse, veren değil, alan insandır. Sevilen kimse sevmez, çünkü seven, verir. Bu da anlaşılmayacak bir şey değildir; çünkü vermek almak kadar kolay unutulmayan bir zevktir; kendisine bir şey verdiğimiz insan bizim için gerekli, yani sevdiğimiz bir insan olur. Vermek bir tutku, neredeyse bir kusurdur. Kendisine bir şeyler verebileceğimiz bir kimsemizin olması gerekir.” demişti Cesare Pavese Yaşama Uğraşı adlı eserinde: İnsanın verme zevkinden mahrum kalması, sevdiği kimselerin olmaması belki de en büyük pişmanlıktır.
Sevgi bir başkasının varlığından duyulan neşedir. Yürek onunla attığını hisseder. Yaşadığımızı bununla hissederiz. Sevgi bazen yüreğimizi korumasız bırakır ama bu korunmasızlıktır ki bizi insan kılar. Sevgi, incinmeyi göze alır. İyi bir eş ve aşk ilişkisi sevgi ve ihtimamla olur. Gerçek özen de keşfe, değişmeye ve büyümeye izin verir. Rilke, “Sevgi, bir başkası uğrunda dünya olmaktır.” demişti. Kişinin kendi içinde olgunlaşıp kendi içinde bir varlık sahibi olması, bir dünya olması.
Gerçek sevgi cömert bir nezaket ve dikkatle “almayı ummadan vermek” üzerine kuruludur, öylesine hesapsız, kendiliğinden.
En güzel şeyler ancak yürekten hissedilebilir. Bir başkasını sevmek, ancak geri çekilip ona yer açmakla mümkün. Onu kendi tamlık ve özgürlüğü içinde serpilmesi için kendimi sınırlayabilmemle. Onu yutmaya, kendime benzetmeye yeltenmeden. Sevmek, aramızdaki o mesafeyi de sevmektir. Olgun sevgi tıpkı bir annenin sevgisindeki gibi cömerttir, insanın kendi narsizmini alt etmesi, ben merkezciliğini yok etmesi gerekir. Olgun sevgide kişi tamamen yakaza, sevdiği kişinin yanında, onun ulaşabileceği yerde, algı ve dikkati tamamen ona yönelmiş bir haldedir. Tek gayesi sevdiğinin mutlu, güven içerisinde ve kendini gerçekteştirmek için özgür hissetmesidir. Sevginin ideal formu anne sevgisidir, çünkü anne çocuğun ayrılığına katlanmalı daha ötesinde bunu istemeli ve desteklemelidir. Bebekler anneleri aracılığıyla dünyanın cömertliğini hissederler. Emzirilirken sadece anne sütü değil dünyanın sevecenliği de içlerine dolar. Cömertlik annenin bebeği için olduğu kadar onun değişen benliği için de hazır bulunmasıdır. Bu noktada anne sevgisi diğerkamlık, her şeyi feda edip sevilenin mutluluğu dışında hiçbir şey istememeyi gerektiren zor bir göreve dönüşür. Anne, çocuğunun kendiyle olan bağını aşarak yaşaması için ona sevgisinden, şefkatinden, ilgisinden verdikçe veren, hesapsızca verendir. Fuzuli kavlince, “Kamu bîmârına cânân, deva-yı derd eder ihsan/Niçün kılmaz bana derman, beni bîmarı sanmaz mı?” Sevgilinin ihsanı ona derman olarak sunulmayacak olsa da kendi gönlüne “bu sevdadan usanmaz mı?” diye şefkat göstermektir.
Cömertlik insanın ruhunu inşa eder. Cömertlik yani zamanınızı, ilginizi, dikkatinizi, anlayışınızı içtenlikle vermek, sevgiyi ifade eder ve karşılığında da sevgi doğurur. Kaçırılan her cömertlikte bulunma fırsatı, sevgiyi, bağlılık anlayışınızı ve ruhunuzu aşındırır. Neleri can-ı gönülden veriyorsak, yaşamımızın etrafında inşa edildiği şeyler de onlardır, bizim için ehemmiyeti olanın başkası için de yaşamsal olduğunu biliriz. Bu yüzden tek bir şeyi – özellikle de parayı ve malı – vermemek gerek, onu verirken yanına başka şeyler de eklenmeli, güler yüz ve şefkat gibi. Biz her ne kadar geri dönmesini beklemeden veriyorsak da, verilen geri dönecektir. Başka bir yerde başka zamanlarda olsa da. Sevgi Soysal, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti romanında “Sokak kösesinden, gelen geçeni seyrede seyrede, insan suratları hakkında düşünceler edinmişti. Adamın suratından pabuç boyatıp boyatmayacağını, nekes olup olmadığını şıp diye anlardı. Gülen adam, bir kez eli açık olur. Bu asık suratlılar, aslında cimriler soyudur. Ve çoğunluktadırlar. İşte bir gülmeyi bile esirgeyen adam, parayı haydi haydi esirger. Bu sokaktan geçen şehirli kısmının çoğu hiçbir şeyi karşılıksız yapmaz. Gülmeyi de. Ya kendisini alsın diye yavuklusuna güler, ya iyi et versin diye kasaba güler, ya terfi enirsin diye müdürüne güler, ya oy versin diye halka güler. Böyle, karşılıksız gülmeyi bilmez. Durup dururken gülenden de kuşkulanır. Suratını asıverir, benden bir şey isteyecek diye.” şeklinde söyletiyordu kahramanlarından birine. Güleryüz, vermenin en alt seviyesi olarak kabul edilir ama aslında temel seviyesi olsa gerek, çünkü onu esirgeyerek verilen her ne var ise, aslında verilmemiş ondan kurtulunmuştur.
Toplumda psikolojik açıdan en sağlıklı kişiler kendilerinden bir şey eksildiğini düşünmeden veren kişilerdir. Maddi tasarrufların insanın güvenliğini sağlayabileceği yanılsamasına kapılmazlar. Kafka, hiç göndermemiş olsa da sonradan Babaya Mektup adıyla kitaplaştırılan metninde “Özellikle cimriliğinden tiksinirdim, çünkü aynı özellik bende muhtemelen daha şiddetli olarak vardı. Cimrilik derin mutsuzluğun en sağlam belirtilerindendir; her konuda öyle güvensizdim ki, yalnızca elimde ya da ağzımda tuttuğum ya da hiç değilse oraya doğru yola çıkmış olan şeylere gerçekten sahiptim.” diyordu babasına. Cimrilik, yaşamın özünün “olmak” yerine, “sahip olmak” üzerine kurulduğu şu çürük temelin firelerinden birisidir. Hayatın temel meselesi sevginin doyasıya yaşanabileceği, beslenebileceği ve ifade edilebileceği zamanın verilmesi ve alınmasıdır. Hayatın ödülü hayattır! Cimri, hayata inanmaz, öte dünyaya da inanmaz aslında, ne çirkin bir şeydir nekes dindar, çirkinliği imkansızlığından doğar. “Cimriler ilerideki bir başka yaşama hiç inanmazlar, her şeyleri şimdiki zamandır.” demişti Balzac.
Vermek güçlülerin işidir. Alicenaplık, eli açıklık, yüce gönüllülük, ihsan sahibi olmak hep üstün olan ve tazim gösterilenlerin bir vasfı olmuştur. Cömertlik, dünyanın hemen her bölgesinde, gelenek toplumlarının müesses kültüründe olduğu kadar, ilkel olarak tanımlanan kabile formlarında da yüceltilen bir değer olarak kabul edilegeldi. Toplumda bir norm olarak takdir edilen ve elinde imkânı olan insanlarda eksikliği durumunda da kınamaya uğrayan bu davranış kalıbı, bazı uygulamalarında misafirperverlik, bazılarında zor durumda olanlar için soy ya da kabile bağının gözetilmesi, bazılarında topluluğun tüm hasılasının üyeler arasında eşitlenene kadar hediye edildiği potlaç formunda yürürlükte kaldı. Cömertliğin yerleşik toplumlardaki uygulama tarzı (mesela cahiliye dönemi Araplarında) daha ziyade mal ve maddi destek şeklindeyken- Cahiliye dönemi Araplarında bazı zengin kişiler için şan ve şöhret yönelimli cömertlik ve misafirperverliklerini ifade amacıyla “kuşları doyuran”, “esen yeli besleyen” lakaplarının verildiği biliniyor- göçebe toplumlarında ise cömertliğin dayanışma ve ilişki niteliğine dönük yüzü daha büyük bir işleve sahipti.
Cömert insanlar öncelikle elbette maddi zenginliği; insanların yiyecek, giyecek, barınak vs temel ihtiyaçlarını gidermek için kendilerinde olanları verirler. Bunun daha ilerisinde, temel ihtiyaç sayılmasa bile insanlarda yaşam gücü artışına ve sevince yol açacak nesneleri çevrelerindeki insanlara hediye ederler. Vermekle kendilerindeki boşluğu kapatmak için verdiklerinin bilinciyle, hep bir hüsn-ü teveccüh ile, güler yüzle yaparlar. Cömert insanlar, ayrıca bilgilerini, emeklerini, zamanlarını, mekanlarını, güç ve iktidarlarını, ünsiyet ve merhametlerini, dostluklarını da öncelikle sevdikleri insanlar için, daha da ilerisinde bunlara ihtiyaç duyan zorda kalmış başka insanlar için sayarak değil saçarak veren insanlardır. Her insanın cömertliği kendi maddi, sosyal, psikolojik imkanları dahilinde ölçülür elbette ancak insanlar arasında cömertlik sıfatına en çok muhtaç olanlar da idareciler ve servet sahipleridir.
Her insan için, vermek ekseriyetle almaktan daha büyük bir ihtiyaçtır ancak güç ve zenginlik sahibi insanlardan bu fazlalığın atılması, taşarak boşalması, onların kendi selametleri için de zaruridir bir yandan. Bu türden bir taşarak kendinden verme durumu, olgusal olarak değil ancak değer olarak soylu ahlakına sahip olan, erdemde yarışanlar arasında bulunur. Bazıları sahip olduklarının azını ayırıp verir, bazıları çoğunu zorda olanlara dağıtarak pek azını kendine saklar ve bazıları da ta ki kendileri için hiçbir şey bırakmayıncaya dek her gördüğü yaraya bir merhem olmaya cehdeder. Her erdemde olduğu gibi, aşırılığın zıddına inkılap edeceği düşüncesinden hareketle düşünürler arasında cömertliğin bu son aşaması hoş karşılanmaz.
Cömertlik, şekilsel olarak her kültürde hüsn-ü kabul görmüş olsa da, kaynağı ilahi bir varlığa dayanan bir erdem olarak cömertlik, bu ilkel biçimlerden bazı noktalarda ayrılıyor. Kitabi dinlerin – bu arada başka coğrafyalardaki hikmetin de- makbul bulduğu cömertlik erdeminin içeriğinde barındırması gereken birtakım unsurlar vardır:
“Yakışmaz bir sıfattır dil-şikenlik tab’-ı merdâne/ Geçinmekse merâmın istirâhatle hakîmâne/ Bu gülşende gül ol hâr olma çeşm-i andelîbâne/ Elinden geldiği müddetçe sa’y et bezl-i ihsâne” (Mert kişiye kalp kırmak yakışmaz/Huzur ve hikmetle yaşamaksa muradın/Bülbülün gözüne batan diken değil, gül ol bu gülşende/ Elden geldiğince saymadan ihsanda bulunmaya gayret et) diyordu Fennî de. Pek çok ilkel kültürde ve şimdilerde sosyal medyada olduğu şekilde, verme eyleminin gösteriş yapmak, rakiplerine karşı altta kalmamak, övünmek gibi amaçlarla yapılması, onun değerini tamamen boşa çıkarır. Verilen şeyden dolayı bir hoşnutluk meydana gelmediği gibi, kişinin bunu bir övünç, gurur vesilesi kılması da hakir görülür. İnsanlara yardım olarak verilen şey maddi nitelikteyse bunun, çoktan gözden çıkarılmış bir nesne olmaması, başından savmak amacıyla verilmemesi gerekir. Hem veren için kıymetli hem de alanın eksikliğini layığınca giderecek, gönül hoşluğu ve sevinç yaratacak bir mal olması gereklidir.
Cömertliğe konu verme eyleminin içtenlikle ve gönül hoşluğuyla, adeta gölgesini esirgemeyen bir çınar ya da kokusunu bağışlayan bir çiçek gibi doğal bir saikle yapılması gerekir. Veren kişi, bu hareketi karşılığında maddî yahut manevî olarak hiç bir beklenti içinde olmamalıdır. Minnet duyulması da dahil, bir karşılık beklenerek verilen her şey, tefeciliğin bir şekli olarak kabul edilir.
İmam Gazali, İhya’nın Cömertliğin Fazileti ve Cimrilik bahsinde, “Cimriliğin tanımı şu olabilir: Malı, amacı hizmetten menetmek.” diyordu. Zenginliklerine ihtiyaç duymayan insan, onlardan en iyi şekilde yararlanmasını da biliyor demektir. Cimriler ise mallarını kazanmak ve korumak için onunla tüm zamanlar boyunca kendileriyle kalacakmış gibi ilgilenen, ama sanki başkalarının malıymış gibi bir yararını da görmeyenlerdir. Gerçi, modernizmle birlikte Moliere’in cimrisinden daha farklı bir eli sıkılık da neşet etti. Adorno bu yeni tip cimriliği şu şekilde tarif ediyor, “Zamanımızın cimrisiyse kendisine hiçbir şeyi, başkalarına her şeyi pahalı gören kişidir. Eşdeğerlik hesaplarıyla düşünür ve bütün özel yaşamını o yasaya, kişinin aldığından azını vermesini ama yine de bir şeyler almasını sağlayacak kadarını vermesini öngören yasaya bağımlı kılmıştır. Bütün iyi davranışlarına apaçık bir “gerekli mi, zorunda mıyım?” sorusu eşlik eder. Bu tip, gördüğü bir iyiliğin “öcünü almak” için gösterdiği telaşla ele verir kendini: Her masrafın karşılığının alındığı mübadele zincirinde hiçbir kayıp halkaya tahammülü yoktur… Eski cimrinin o sefil açgözlülüğünün kurtarıcı bir yanı vardı: Kasadaki altınlar zorunlu olarak hırsızları da çekiyordu. Hatta şu da söylenebilir: Tıpkı erotik bir sahip olma arzusunun ancak kişinin kendini teslim etmesiyle tatmin edilebilmesi gibi, eski pintiliğin tutkusu da ancak fedakârlık ve kayıpla dindirilebiliyordu. Yeni cimriler zahitliklerini artık bir günah gibi değil, bir erdem gibi yaşıyorlar oysa.” İnsanın gerçek değeri, ona hiçbir faydası dokunamayacak, hiçbir menfaat sağlamayacağı insanlara olan davranışından belli oluyor en çok. Kaz gelecek yerden tavuğu esirgememek, eli açıklık değil, yaltaklanmadır olsa olsa.
Kişinin, cömert olarak kabul edilebilmesi için verdiği şeyin lafını sonradan mevzu bahis dahi yapmaması gerekir. Başa kakılarak yahut afişe edilerek yapılan yardımlar zor durumdaki insanları mahcup edip onların gönlünü inciteceğinden, yarattıkları iyilikten daha aşkın bir ziyana sebep olur.
Tüm bunların yanı sıra, cömertlik acıma saikiyle, tek seferlik yahut istendikçe vermek suretiyle yapılan bir eylem de değildir. Cömertliğin bir erdem, bir ahlâkî meziyet hâline gelmesi için kişinin bunu bir yaşam tarzı olarak icra etmesi gerekir. Bu da uzun yıllara yayılan bir alışkanlığın neticesidir. Hatta denilebilir ki, cömertlik, çocuklukta edinilen bir haslettir. Eli açık ebeveynlerin çocukları büyüdüklerinde kendileri de cömert ve gönlü geniş insanlar olurlar ekseriyetle. Henüz ilk çocukluk döneminde, çocuğun eşyasını başkalarıyla paylaşma dürtüsü teşvik ve takdir edilmeli, arkadaşlarına, çevresindeki insanlara olduğu kadar hayvanlara da vermeyi öğrenmesi için yönlendirilmelidir. Zor durumdaki, muhtaç durumdaki insanlara yapılan yardımlar uygun olan durumlarda çocuğun eliyle yapılmalıdır. Çocuklara cömert olmayı öğretmenin birçok yolu vardır: Arkadaşlarınıza ve tanımadığınız başka insanlara cömertçe muamele edin, çocuğunuz sizdeki bu mizacı davranışsal olarak da özümsesin, sosyal destek programlarına katılın, çocuklarınızla sosyal sorumluluğun neden önemli olduğunu konuşun, bu konuda onların görüşlerini öğrenin. Çocuklarınızı dünyada yaşanan yoksulluktan, bunun sebebi olan küresel ölçekteki eşitsizlikten ve adaletsizlikten haberdar edin, muhtemel ki dünyanın büyük bir yüzdesinden çok daha iyi şartlarda bir yaşama sahipsiniz veya en azından sizden çok daha kötü şartlarda yaşayan milyarlarca insan var, çocuklarınızın bunu görmesini, buna karşı bir dikkat geliştirmesini sağlayın. Vermede yaşanan lezzeti, henüz ruh cevheri parlak ve akışkan iken çocuğunuzun ruhuna vermelisiniz.
Bu aşamada iken çocuğa kazandırılan bu bilinç, bir soylu ahlakı olarak “bolluk bilinci”dir. Stephen R. Covey de, 8. Alışkanlık isimli eserinde verici kimliğe sahip bu tür insanları bolluk bilincine sahip kişiler olarak tanımlıyor: “Bolluk Bilinci, hayatı, tek galibi olan bir rekabet arenası olarak görmek yerine, sürekli genişleyen bir fırsat alanı, kaynak ve varlık pınarı olarak görmeniz demektir. Kendinizi başkalarıyla kıyaslamaz, onların başarıları için gerçekten mutlu olursunuz. Kıtlık bilincine sahip insan ise, kıyaslama temelli bir benlikten yola çıkarak başkalarının başarısını tehdit olarak algılar.” diyerek, bolluk bilincinin karşısına kıtlık bilincini yahut cimrilik bilincini yerleştiriyor. Tıpkı cömertlik ve bolluk bilinci gibi, pintilik, cimrilik, hasislik de ebeveynden çocuğa aktarılan bir negatif değerdir. Bir gün lazım olacağı korkusuyla sürekli biriktirilen, istiflenen, başkasına reva görülmeyen meta, karşılığında bir mukabele göremeyeceği için esirgenen yardım, bilgi, alaka, merhamet, güler yüz, zarif davranış bir davranış kodu olarak çocuğun ruhuna da sızıyor.
Cömertlik üzerine yapılan pek çok çalışma ve deney var. Yakın yıllarda Nature Communications‘da yayınlanan Zürih Üniversitesi’nde yapılmış nörolojik bir deneyde, beyin görüntüleme teknikleriyle elde edilen bulgulara göre, harcamaları yahut yardım olarak vermeleri için kendilerine teslim edilen parayı kullanan insanlardan, parayı kendileri için kullanmayarak bağışlayan kişilerin beyinlerinin ödüllendirme bölgelerinin çok daha fazla oranda aktif olduğu tespit edilmiş. Zürih Üniversitesi’nden Thorsten Kahnt, “Beyinde birisi için güzel bir şeyler yapmak ve kendinizi daha iyi hissetmek arasında mekanik bir bağ oluştuğunu” sonucuna vardıklarını ifade ediyordu.
Daniel Goleman’ın neredeyse yirmi yıl önce yazılmış Sosyal Zeka adlı kitabında bahsi geçen Princeton Üniversitesi’nde yapılmış bir deney geliyor aklıma. 40 öğrenciden oluşan grubun yarısına, konusu yolun kenarında muhtaç durumda bekleyen birine yardım etmekle ilgili İncil’den bir kıssa, diğer yarısına ise yine İncil’den rastgele bir konu verilerek kısa süre içinde yan binada konuyla ilgili bir vaaz vermeleri istenmiş. Öğrenciler diğer binaya geçerken, yollarının üzerinde deneyde rol alanlardan biri tıpkı kıssadaki gibi acı içinde inleyerek muhtaç durumda olduğunu belli ediyor. Hangi katılımcıların muhtaç kişiyi fark edip yardım etmek için davrandığı gözlemleniyor. Yardım konusunda vaaz verecek kadar kıssa üzerine çalışmış olan öğrencilerden çoğu da tıpkı diğerleri gibi muhtaç kişiye yardım etmek için durmuyor. Araştırmayı sonucuna göre; seminer verecek kişilerin acele içinde olmaları onların yardım teklif etmesine engel bir durum oluşturuyor. Etrafımızdaki insanlara karşı cömert olabilmemiz için onlara tüm dikkatimizi verebilmemiz de gerekiyor. Vermeye dikkatimizle başlamak cömertliğimizi derinden etkiliyor çünkü verici olmamız için gereken empatiyi kuracak zaman ve dikkati bulmak davranışlarımızı çok etkiliyor.
Yine çok yakın zamanda yayımlanan, prososyal davranışların modellemesine dair geniş kapsamlı deneyse bir araştırma, kişinin toplum yanlısı davranışlarına tanık olduktan sonra kendi fedakarlık duygusunun ne kadar arttığını ölçüyor. Araştırmacılar, tanık olmanın insanlara neden ilham verdiğini ve bu konudaki faktörleri belirleme amacını taşıyorlar. Araştırmada, birinin nazik ve yardımsever davranışına şahit olduktan sonra katılımcılara nazik ve cömert olma fırsatları yaratılıyor. Sonuçta, fedakarlığa tanık olan insanların benzer davranışlarda bulunma eğiliminde oldukları bulgusuna ulaşılıyor. Bu da bizlere, fedakarlığı görmenin bir yankı uyandırdığını ve toplum yanlısı davranışların oldukça bulaşıcı olduğunu gösteriyor. Araştırmanın ilgi çekici bir başka sonucu ise, insanların -okuyarak, televizyonda izleyerek, gerçekten tanıklık ederek vs. fark etmeksizin toplum yanlısı davranışa tanıklık etme şeklinin, davranışın ilham vericiliği üzerinde bir etkisi olmadığı. Herhangi bir biçimde bu etkiye maruz kalmak, iyilik amaçlı davranışlarda artışa sebep oluyor. Yardımın maddi olup olmamasının ya da yardımı yapan kişinin yaşının bir önemi olmadığına işaret ediyor araştırma. Yalnızca yakın çevremizdeki insanların değil, tanımadığımız insanların eylemlerinden de etkileniyoruz. Ancak yardımsever davranışa tanıklığımızın üzerinden ne kadar süre geçerse insanların hissettikleri yardımseverlik isteği de giderek azalıyor. Araştırma, daha önceki kaynakları da dikkate alarak kadınların daha verici olduğunu ve başkalarıyla ilişki kurup onlara özen göstermeye daha yatkın olduğunu gösteriyor.
Yardımsever ve cömert davranışları nedeniyle insanların ödüllendirilip övüldüğünü görmek başkalarının da iyilik yapma eğilimini artırıyor. İyilik ve güzellik muhakkak sirayet eder, ancak bu örnekliğin daha fazla taklit edilebilmesi için olumlu bir şekilde pekiştirildiği bir sosyal ortama da ihtiyacımız var.
“Eğer sırrı gören gözün yoksa herkese hazine gözüyle bak. İster yaya, ister atlı olsun, yol arkadaşlarının hatırını sormak lâzımdır. Düşman da olsa ona ihsanda bulun. Zira ihsan, düşmanı sana dost eder. Dost olmasa bile düşmanlık azalır. Yani ihsan, düşmanlığa merhem olur.” diyor Mevlana Celaleddin Mesnevi’sinde. Ancak cömertliğin faydaları hiç de sadece toplumsal değil. Nörobilimci Dr. Jordan Grafman, fMRI görüntüleme tekniğiyle on dokuz katılımcı üzerinde ekibiyle beraber yürüttüğü deneyler sonucunda, insanların verdikleri veya ödül aldıkları zaman aynı beyin aktivitelerine sahip olduklarını bulguladıklarını söylüyor. En yüksek verme davranışına sahip olan kişilerin prefrontal (önbeyin) kortekslerindeki aktivasyon, aynı derecede yüksek olarak gözlemlenmiş. İnsanların başkalarının iyiliğini kendilerininkinin önüne koyduklarında, bir cömertlik ya da bağışlama kararı verdiklerinde, beynin yemek ye da cinsellik gibi haz veren eylemler karşısında etkinleşen bölümlerinin harekete geçtiği görülmüş. Cömertlik sayesinde beynimizin haz ve sosyal bağlantı ile ilişkili bölümleri de harekete geçiyor. Sevdiğimiz birini ya da evladımızı gördüğümüzde beynimizde neler oluyorsa, cömert davrandığımız zamanlarda da beynimizde aynı ödül mekanizmaları harekete geçiyor. Ayrıca bu esnada salgılanan endorfin ruh ve beden sağlığımıza katkı sağlıyor. Bu durum vererek ne çok şey aldığımızı, doğamızın bunu ödüllendirme sistemini kendi içinde kurduğunu gösteriyor. Esasında kendimizi cömertlikten mahrum bırakarak, mutluluktan da mahrum bırakıyoruz. Bununla kalmayıp, çocuklarımızın yaşam sevincini de bu erdemsizlikle yozlaştırıyor ve solduruyoruz.
“Büyük insanların elinde mal durmaz; aşığın gönlünde sabır, kalburda su nasıl durmazsa.” demişti Sadi Şirazi. Vermekle gücümü ve zenginliğimi görürüm ve bu benim içimi coşkuyla doldurur. Mazinin, kendilerine hediye edilenleri verene bağışlayan eski cömert sultanları gibi, cömertliği kabul etmek ve daha güzel şekilde iade etmek de coşkumu yüceltir. Hepsini birden kabul eder, sonra yine verene iade ederdi onlar: “Benimdir, fakat sende kalsın. İkimizin arasında bir bağ olarak kalsın.” Kendimden taşar, neşe ve coşkuyla dolarım. Vermek; benim canlılığıma tanıklık eder. Varlık sorusuna böyle cevap veririz. Yunus dilinde, Senlik benlik olursa İş ikilikte kalır / Çıktık ikilik evinden Sen beni yağmaya verdik.’ Öyleyse incitinceye kadar ver!
Bencillikten uzak olarak verdiğimiz her şey dünyamızı dışarı doğru büyütür. Hayatlarımız bize ait olduğu kadar başkalarına da aittir, bu yaşama ait olduğu kadar bir başka yaşama da aittir. “Vermektir almak, affedilmektir affetmek ve ebedi hayata doğmaktır ölmek” demişti Assisili Aziz Francis de. Koşulsuz sevgi, başarısızlık ve düş kırıklıklarına rağmen sevgi adına sevmeye, hayat adına hayatın hediyesine şükran duymaya, insanların içinde iyiliğin olduğuna inanmaya devam etmeyi taahhüt etmek demektir. Sevmek sevinç duymaktır.
Sevgi bir karar, bir vaattir, disiplin, sabır, inanç, yoğunlaşma ister, narsisizmimizi yani kendimize duyduğumuz o abartılı sevgiyi yenmeyi gereksinen bir uygulamadır. Kendimize duyduğumuz aşkı yenmek, ötekini kendi varlığı içinde kabullenmekle, onu kendi gerçekliğiyle bağrımıza basabilmekle mümkündür. Korku ve arzularımızdan bağımsız olarak onu kendi nesnel gerçekliği içinde görebilmekle mümkündür. İnsan bir kişiyi sevip dünyanın kalanını umursamıyorsa, onun sevgisi bir ihtiyaç giderme, geniş bir bencilliktir. Sevgiyi var kılan, bir sevgi nesnesinin varlığı değil, sevebilme kabiliyetidir. Erich Fromm’un Sevme Sanatı’nda dile getirdiği gibi: ‘Çocuksu sevgi şöyle der, sevildiğim için seviyorum. Olgun sevgi ise şöyle, sevdiğim için seviliyorum. Ham sevgi şöyle der, seni seviyorum zira sana ihtiyacım var. Olgun olan sevgi ise şöyle, sana ihtiyacım var çünkü seni seviyorum.’
Sevgi tevazuyu gereksinir. Benim çıkarlarımdan, arzu ve korkularımdan yalıtılmış olarak onu olduğu haliyle görmek gerekir. Onu kusurlarıyla da sevmek. İnsan sevgide muhatabına kendisinde canlı olan, neşeli olan ne ise onu verir. İlgisini, anlayışını, mizahını, kederini verir. Vermekle mutlu olur, bir şey beklediği için vermez, vermenin kendisi bir coşkuya dönüştüğü için verir. Sevgi iyileştirir zira iç ahengimizi onarır. Vücudumuzdaki her zerre doğal iyileşme halini ister. “Cansızı canlı yapan yalnız sevgidir” diyor Hölderlin. Sevgi iyileştirir, olumsuz düşünceler hastalandırır. Sevgide can ve sıhhat bulanlardan, sevgiyle can ve sıhhat sunanlardan olalım.
Ruhumuzu sevginin cömertliğine teslim edelim ve verdikçe artalım, paylaştıkça çoğalalım.
Yorum ekle