Yazarlar

Nobel, Batı kanonu mu oldu?

Etkilenme Endişesi çalışmasıyla edebiyat teorisi alanında isim sahibi olan Harold Bloom, en az kendisine söz konusu haklı yeri kazandıran eseri kadar mühim çalışması Batı Kanonu’nu şöyle bitirir: “Okuyucu bu ilk listedeki kitapların arasında İncil, Platon, Atinalı oyun yazarları ve Virgilius’a aşina olduktan sonra, okunması gereken kitap Kuran’dır. İster estetik ve tinsel gücünden ister geleceğimiz üstündeki […]

Etkilenme Endişesi çalışmasıyla edebiyat teorisi alanında isim sahibi olan Harold Bloom, en az kendisine söz konusu haklı yeri kazandıran eseri kadar mühim çalışması Batı Kanonu’nu şöyle bitirir: “Okuyucu bu ilk listedeki kitapların arasında İncil, Platon, Atinalı oyun yazarları ve Virgilius’a aşina olduktan sonra, okunması gereken kitap Kuran’dır. İster estetik ve tinsel gücünden ister geleceğimiz üstündeki etkisinden olsun, Kuran’dan habersiz olmak aptallıktır ve tehlikelidir.”[1] Bloom, Batı Kanonu’nda Batı edebiyatı, tefekkürü, tahayyülü ve sanatını var eden “omurgayı” birbirleriyle irtibatları bakımından ele alıp inceler. Postmodern popülizm ideolojisinin “Batı kanonu” için bile ne derece tahrip edici olduğunun farkındadır. Bu yüzden çalışmasının girişine “Kanon İçin Bir Ağıt” kaleme alır. Benzer çabayı, Etkilenme Endişesi’nin girişindeki uzun Shakespeare yorumunda da sergiler. Shakespeare’i, “Batı kanonu”nun merkezine koyan Bloom, yaşanan zamanın ve gelmekte olan günlerin Batı tefekkürü ve tahayyülü için son derece yıkıcı olacağı endişesini taşımaktadır: “Bununla birlikte her şeyin parçalandığı, merkezin tutmaz hale geldiği ve bir zamanlar “eğitimli dünya” denilen şeyin üzerine tam bir anarşinin hâkim olduğu süreç başlamıştır. Sahte kültürel savaşlar beni ilgilendirmez.” [2] Bloom, postmodern popülizmin insanları alıklaştıran “sahte kültürel savaşlar”ına karşı Batı’nın kanonunun derdine düşmüştür. Tıpkı Nazi zulmünden kaçtığı İstanbul’da kaleme aldığı Mimesis’ini “Batı tarihine tutkusunu berraklığına halel getirmeden koruyan herkesi yeniden bir araya getirmeye bir nebze katkıda bulunur”[3] diyerek bitiren Auerbach gibi. Auerbach’ın yüz yüze kaldığı “savaş” söz konusu değildir artık ama Batı kanonu, bu defa başka tür bir tehlike altındadır.

Bloom’un “eğitimli dünya”nın üzerinde oluşan “anarşi”ye dair tespitleri, Karl Marx’ın Komünist Manifesto’da kapitalizmin insan ilişkilerinde yarattığı tahribattan, “katı olan her şey buharlaşıyor” diyerek söz açtığı meşhur pasajı hatırlatıyor. Marx’ın, nice yanılgısının içinden haklı çıktığı bu tasvirini hatırlamakta fayda var: “Burjuvazi, üretim araçlarını, ve böylelikle üretim ilişkilerini ve onlarla birlikte, toplumsal ilişkilerin tümünü sürekli devrimcileştirmeksizin var olamaz. Daha önce bütün sanayici sınıfların ilk varoloş koşulu, bunun tersine, eski üretim tarzlarının değişmeksizin korunmasıydı. Üretimin sürekli altüst oluşu, bütün toplumsal koşullardaki kesintisiz sarsıntı, sonu gelmez belirsizlik ve hareketlilik, burjuva çağını bütün daha öncekilerden ayırt eder. Bütün sabit, donmuş ilişkiler, beraberlerinde getirdikleri eski ve saygıdeğer önyargılar, ve görüşler ile birlikte çözülüyorlar, bütün yeni-oluşmuş olanlar kemikleşemeden eskiyorlar. Yerleşmiş olan ne varsa eriyip gidiyor, kutsal olan ne varsa lanetleniyor ve insan kendi toplumsal durumlarına ve karşılıklı ilişkilerine sonunda ayık kafa ile bakmak zorunda kalıyor.”[4]

Marx’tan Bloom’a Batı dünyasında ne değişti de aradan geçen yaklaşık yüz elli yılda biri filozof öteki edebiyat teorisyeni iki Batılı aynı şeyi söyler hale geldi? Marx’ın söz açtığı “buharlaşma” ve Bloom’un işaret ettiği “parçalanma” ne? Balzac’ın Meçhul Şaheser’indeki ressam Frenhofer’in sanatıyla hayatı arasında kurduğu derin bağa bakıp kendini Frenhofer olarak gördüğünü söyleyen Marx ile Shakespeare’i aşkla anlatan Bloom, Batı’nın gelişim süreci içindeki iki aşamayı biri bağırarak diğeri ağıt yakarak ifade ediyor aslında: Marx, modernizmin yol açtığı yıkımı haykırıyor. Bloom ise Marx’ın haykırdığı yıkıma rağmen “kanona” bağlılığından ötürü büyük bir tefekkür ve tahayyül dünyası oluşturmaya başaran Batı’nın kitle kültürünün üst kültürü kendine benzetmesinden ötürü oluşan “anarşi”yi gösterip hüzünleniyor. Paolo Rossi’nin kitabına ad olan deyişiyle: Gemi Batıyor, Seyreden Yok. Zira Batı’nın ilerleme gemisinin mürettebatı, kaptanı ve tayfayı derdest edip gemiyi ele geçirmiş durumda. Daha çok keyif, eğlence, yiyip içme uğruna gemi kaptanı ve tayfasının yaptığı sömürü seferleri artık onlara yeterli gelmiyor. Bizzat onlar sömürmek istiyor. Marx, insan ilişkilerindeki türlü sorunların insanı ayık kafa ile düşünmeye zorlayacağı öngörüsünde fena halde yanıldı. İnsanlar, kapitalizmin postmodern dönemde ürettiği gerçeklik ile “ayık birey”lere değil “alık sürü”ye dönüştüler. Bloom’un ağıtı onlara değil Batı’nın “kanon”una.

Batı’nın ilerleme gemisi, biyolojik bir hayat sürmek isteyen alıkların kontrolünde nicedir. Kitle kültüründen doğan avamların demokrasiden aldıkları gücün vardığı yerin neresi olacağını William Ebenstein vaktiyle şöyle tartışmıştı: “Demokrasi savunucuları orada insanın ulaşabilme kapasitesi içinde bir cennet görürken, muhalifleri öngörmüşlerdir ki, eğer demokrasi eterli süre varlığını koruyacak olursa, toplumu ve toplumu destekleyen ahlakî yargıların yıkılışıyla sonuçlanacaktır.” Bloom, gelinen aşamanın farkında… Sadece Batı’da değil dünyanın her yerinde insanlığın çağlar boyunca oluşturduğu medeniyet destanı eğitilerek alıklaştırılmış insanlar eliyle, Goethe’nin “Sihirbazın Çırağı” şiirinde anlattığı çırak misali süpürülüyor. Ustasının sihirli sözcüklerini öğrenen çırak, süpürgeyi harekete geçirip atölyeyi temizletmeye başlatır ama onun nasıl durdurulacağını bilememektedir. Bunun için gerekli sihirli sözcüklerden yoksundur.

Bloom, çok iyi farkındadır ki bırakın bizim gibi kanonundan koparılmış milletleri, mütecanis bir kültüre olan tutkusu sayesinde birleşik Avrupa idealine ulaşmış Batı için bile yaşanan zamandaki bayağılaşma büyük bir parçalanmaya yol açmaktadır. Bu bayağılaşma, Marx’ın öngördüğü modernizmin yeni aşaması postmodernizmin ideolojik veçhelerinden biridir ve hedefi Batı’nın öldürdüğü Hıristiyanlığın Tanrı’sının yerine ikame ettiği “kültür”dür. Laik kültür, şimdi kendisinin Hıristiyanlığın Tanrı ve Peygamber fikrini öldürmesine benzer şekilde bir saldırı altındadır. Bunu yapan da bağnaz derecede laik, hedonist yığınlardır. Bu yığınlar, işe bakın ki Tanrı’yı istemedikleri gibi laik kültürü de istememektedirler. Zira onları bu hale getiren süreç, milletlerin önce dinî sonra da millî tefekkür ve tahayyüllerini yok etmiş ve yerine Evangelist ve Siyonist sapkınların dünya tasavvurlarını getirmiştir.[5] Hümanist, laik kültür, kendi devamlılığı için sapkın ve sözde incelmiş her tür inançla, fikirle iş birliği yapmakta. Kendini böylelikle maskelemektedir. Birazdan söz açacağımız Nobel edebiyat ödülleri de bunlardan biridir. Hümanist, laik kültür, “Batı kanonu”nun omurgası olan “yaratma estetiği”nin devamı için bu estetik algıyı fetişleştiren yazar, şair, romancıları soykırım destekçileri olsa da kendi bağnaz hayat, edebiyat ideali için tereddütsüz desteklemektedir. Zira paradoksal şekilde kendini lağvedecek olan bayağılığı artık kontrol edememektedir.

Batı kanonu, Hıristiyanlığın Tanrı ve peygamber fikrini lağvederken yerine koyduğu “insanlık idesi” eliyle yok edilmektir. Hümanizmin yücelttiği şair, düşünür, sanatçı tipi postmodern popülizm ideolojisi eliyle iç edilmiş ve artık bugün o yüceltilen şairler, düşünürler, sanatçılar eğitilerek alıklaştırılmış yığınlara görünmek uğruna birer şaklabana, şarlatana dönüşmüştür. Kendisini bu açıdan açık yüreklilikle değerlendirip eleştiren Picasso, fırçasından bunca şarlatan sanatçıların çıkacağını tahmin edebilir miydi bilemiyorum. Şöyle diyordu Picasso: “‘Zevk-i selîm sahipleri, zenginler, aylaklar ve düşünürlerin hepsi sanatta yeni, ölçüsüz, rezaletvâri bir şeyler ararlar. Ben ise kübizmden itibaren aklımdan geçen her türlü tahrik edici tuhaflıkla bu bilgiçler ve münekkitlerle eğlendim; onlar onu ne kadar az anladılarsa o kadar daha fazla hayran kaldılar. (…) Ama kendimle yüzleşince, kendimi kelimenin klasik anlamında bir sanatçı olarak görme cesaretim yok. Giotto, Titian, Rembrandt ve Goya sanatçıydı. Ben ise sadece çağını kavramış olan ve ayrıca çağdaşlarının aptallığını, kibrini ve lakaytlığını becerebildiği kadar kullanan bir halk eğlendiricisiyim.” [6]

Hümanizm üzerine inşa edilen “Batı Kanonu”nun bugün Picasso’nun resmettiği şarlatanlar eliyle geldiği nokta acıklıdır. Donald Kuspit’in Sanatın Sonu[7] çalışmasının başında anlattığı temizlik işçisinin çöp olarak görüp süpürdüğü Damien Hirst’ün “sanat eseri”ni pek az kişi biliyor ama şu günlerde Türkiye’de duvara bantlanmış muza milyon dolar verildiği herkesin ağzında. Lakin Türkiye’de bilinmeyen şu ki Batılı entelijansiya, Bloom misalinden açıkça görülebileceği üzere, Batı kanonunu, postmodern popülizm ideolojisinin getirdiği toplumsal bayağılaşmadan kendini korumaya çalışıyor. Ressamlar artık enstelasyonlara burun kıvırarak “atölye”ye dönüp Tiziano, Rembrandt, Goya gibi resim yapmak istiyor. Anselm Kiefer, George Baselitz gibi Alman ressamlar, henüz benimseme cesaretinden uzak da olsalar “Almanlık idesi” üzerine düşünüyor. Karl Heinz Stockhausen gibi müzisyenler, küresel kapitalizmin desiselerinin arka planında olanı az da olsa göstermeye çalışıyor. Almanlar, bugün için Türkler mevzu bahis olunca Almanlıklarını hatırlıyor. Avrupa’nın işçi sınıfı halinde koşuşturup duruyorlar. Bu bir gerçek… Batı kanonu, kendi seviye kaybını giderse de bağnaz laikliğinin getirdiği İslam düşmanlığını terk etmeyecek. Bu da tarihin şahitlik edeceği bir başka gerçek… Batılı sanatçılar, geçen yüzyılda hümanist “yaratma estetiği” üzerine oluşturulan Batı Kanonu’nun, Marksistlerin “üretim estetiği”ne direnmesi hususunda çaba gösterdi. Batı’da muazzam bir sanat hareketliliğine şahit olundu. Ancak Batı’nın kendi içi meselesi olarak kaldı bütün bu hadiseler. Mesele İslam (ve de Türkler) olduğunda Harold Bloom’un yukarıda alıntıladığım cümleleri her zaman işlerliğini sürdürdü: “İster estetik ve tinsel gücünden ister geleceğimiz üstündeki etkisinden olsun, Kuran’dan habersiz olmak aptallıktır ve tehlikelidir.” Batı, artık marazını, karmaşasını en akıllısı elinden bile gizleyememektedir.

Bu noktadan bakınca, Nobel’i organize eden fikriyatın, Avrupa’nın göbeğinde gerçekleşen Boşnak soykırımını destekleyen Pater Handke’yi ödüllendirmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Zira Handke, tam da istedikleri gibi bir yazardır. Öncelikle hümanist yaratma estetiğine yaşanan zamandaki en bağlı isimlerden biridir. Annesinin ölümü üzerine kaleme aldığı Mutsuzluğa Doyum’u[8] bu bakımdan manidardır. Ölen anne de olsa yazmak doyumu için nesne bulunmuştur. Bu hümanist bakış, Batı dışı halkları hele Müslümanları bir zooloğun böcekleri gördüğü gibi görür. Annesi intihar ettiğinde bile onda bir yazı doyumu arar. Acısı onu insan değil yazar yapsın ister. Yazıya marazî bu bakış, ondaki vicdanı öldürür çünkü saplantılı edebiyat algısı onu robot yapmıştır. Marsistlerin yazmayı bir yaratma değil bir üretim olarak yerleştirmek istedikleri yıllarda Nobel, hümanist yaratma estetiğini yerleştirmek için Batılı akademileri diri tutan sosyal bilim şebekesinin daima etkin bir parçası oldu. Bugün hadise artık maskelenememektedir. Peter Handke’nin bize Bosna Soykırımı karşısındaki “duyarsızlığı” olarak görünen duyarlık, Nobel’in asıl önemsediği duyarlıktır ki bunu önümüzdeki yıllarda varacağı yer transhümanizmden başkası değildir.

Bugün Peter Handke’nin aldığı ödüle tükürmek, Marx’ın diliyle söylersek katı birer nesne de olsalar buharlaşıp havaya karışan Marksistlerden beklenemez. Müslümanların estetiği demek olan “meydana getirmenin estetiği”nin yaşanan zamanda aktüel kılınamaması sadece poetik değil politik açıdan da Müslümanları güçsüz düşürmektedir maalesef. Bosna’nın gücü Aliya’sındaki poetik ve politik bilinçti. O bilince Nobel de Handke de vız gelirdi. Handke gibi yazarların muarızı estetiğin menbaını arayanlar, Aliya’nın Özgürlüğe Kaçışım‘ındaki poetikaya bakmalıdır. Handke’nin külliyatı da Nobel’in tüm desiseleri de onun “Hiçbir kinim yok fakat elem duyuyorum.” cümlesindeki estetik derinliğe düşmandır. “Elem” duymazlar zira. Batı’da modern edebiyatın çıktığı yer olan “elem” ile Aliya’nın söz açığı “elem”, taban tabana zıttır. Biri kişiyi empati sahibi yaparken ötekisi bencil bir megaloman, psikopat yapar. Peter Handke bencil, megaloman bir psikopattır. Tıpkı temsil ettiği, ödüllendirildiği yapı gibi…

Harold Bloom’un söz açtığı Kur’an-i Kerîm’den habersiz olmanın yaracağı “cahillik” ve “tehlike”, Nobel ve Handke’yi birer hastaya çevirmiştir. Daha başka bir ifade ile her şeyi özetlersek 2019 yılının Nobel edebiyat ödülleri, Batı kanonu’ndaki saklı, örtük hâli açığa çıkarmıştır.

 

[1] Harold Bloom, Batı Kanonu, (Çev.: Çiğdem Pala Mull), İst., 2014, s. 481.

[2] Harold Bloom, a.g.e., s. 11.

[3] Erich Auerbach, Mimesis, (Çev.: Herdem Belen, Hüseyin Ertürk), İst., 2019, s.602.

[4] Karl Marx- Friedrich Engels, Komünist Manifesto,  (Çev.: Muzaffer Erdost), Ank-1998, s.119-120.

[5] Evangelik Protestanlığın hızla yükselen hareketlerinden biri olan “Pinkster hareketi”nin dört yüz milyondan fazla taraftarı olduğu düşünülmektedir. Yine dünya çapında yüz bin evangelik misyonerin faal olduğu tahmin edilmektedir. (Bkz. Pter L. Burger, Anton C. Zijderveld, Şüpheye Övgü, (Çev.: Kadir Canatan, Raşit Bal, Hasan Yar), İst., 2018, s.13-35. Hal böyle iken, yani Batı bizzat kendisi Hıristiyanlığı Siyonizm ile kol kola siyasallaştırmasına karşın İslam’ın siyasallaştığı yalanına tüm dünyayı inandırabilmektedir. Edebiyatı Nobel ile siyasal yönelimleri belli bazı dergiler ile (sözgelimi yayın hayatına 1968’de Samuel Huntington’un yönetiminde başlayan Foreign Policy) yönlendiren Batı’nın hiçbir şeyi artık saklı yapmadığını belirtelim.

[6] (Aktaran) Aliya İzzetbegoviç, Özgürlüğe Kaçışım, (Ter: Hasan Tuncay Başoğlu), Nisan 2005, s. 41.

[7] Bkz. Donald Kuspit, Sanatın Sonu, (Çev.: Yasemin Tezgiden), İst.1996, s.13-14.

[8] Peter Handke, Mutsuzluğa Doyum, (Çev.: Zeynep Sayın), İst. 1990, 76 s.

Etiket /