Yazarlar

Karanlıkları ışığa boğan bir şimşek

Fotoğraf: Ömer Şahin --- twitter: @eniyikadraj61
24 Haziran seçimlerinin ardından Türkiye yeni bir sabaha büyük meraklar içinde uyandı. Gece yarısına kadar süren hatta bazıları sabahı bulan, tartışmalar ve değerlendirmeler medya platformlarında (TV, radyo, sosyal medya) yapıldı. Doğrusu bir kısmımız epey uykusuz kaldı. Herkes şimdi ne olacak sorusunun cevaplarına odaklandı. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak isimlendirdiğimiz kendimize özgü Başkanlık Sistemi’ne geçtik. Sonra yasal […]

24 Haziran seçimlerinin ardından Türkiye yeni bir sabaha büyük meraklar içinde uyandı. Gece yarısına kadar süren hatta bazıları sabahı bulan, tartışmalar ve değerlendirmeler medya platformlarında (TV, radyo, sosyal medya) yapıldı. Doğrusu bir kısmımız epey uykusuz kaldı. Herkes şimdi ne olacak sorusunun cevaplarına odaklandı. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak isimlendirdiğimiz kendimize özgü Başkanlık Sistemi’ne geçtik. Sonra yasal prosedürler, yemin törenleri vs. ile devam eden siyasal ve yeni teamüllerin oluşmasına ilişkin programlar…

Hayır, tam olarak bu siyasal konuları anlatmayacağım ve yazmayacağım, zaten hep birlikte bu süreci yaşamayı sürdürüyoruz.

Asıl odaklanmak istediğim konu “Kültür meselemiz”.

Sayın Cumhurbaşkanımızın bir hitaplarında “başarılı olamadık” dediği iki alandan biri. Diğeri, Maarif, yani Milli Eğitim meselemizdir, malumunuz olduğu üzere.

Peki, gerçekten 16 yıllık bir iktidar döneminde neden Kültür konusunda başarılı olunamadı ya da tam olarak bir başarısızlık söz konusu mudur gerçekten?

Kastedilen şeyin “Kültürel İktidar” olarak odaklanılan şey olması durumunda evet bir başarı sağlanamama tablosu ile karşı karşıya kalındığı varsayılabilir. Ancak tam olarak başarısız olduk denilecek kadar vahim bir tablo olmayabilir.

Kendimizi “kültürel iktidarı” ellerinde tuttukları varsayılan çevrelerin dili ve kriterleri ile değerlendirdiğimizde kendi kendimizi mahkûm etmiş oluyoruz. Bu yaklaşım bana çok doğru gelmiyor. Kendimize haksızlık etmeyelim. Elbette hamaset yaparak durumun çok parlak olduğuna dair kendimizi kandırmak üzerine cümleler kuracak değilim. Durum tespiti yapmak daha yerinde bir yaklaşım olacaktır.

“Yumurtayı hangi ucundan kırmalı”?

Öncelikle şu Kültür meselesinin ne olduğuna bakmalıyız. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kültür Bakanlığı’nın faaliyetleri açısından başarılı dönemler yaşanıyor. Yayınlar, sempozyumlar, etkinlikler, destekleme programları, sinema ve senaryo çalışmalarına ilişkin verilen destekler, tiyatrolar vs. Bu alanlarda yapılan işlerin ve verimliliğinin arttığına dair ciddi veriler mevcut.

O halde başarısızlık (!) bu meselenin neresinde?

İşte başarısızlık (!) olarak addedilen şey, üretilmesi beklenen “İslami, muhafazakar, dindar, mütedeyyin” çevrelerin beklentisini karşılaması muhtemel icraatların ortaya çıkmaması ya da çıkarılamaması.

Oysa bizim tarihsel geleneğimiz tam da bunun devlet ya da iktidar eliyle mümkün olamayacağını ispatlayan onlarca dönemsel örneklerle dolu. Yüzyıllık Cumhuriyet Türkiyesi tarihinde yürütülen kültürel mücadele sürecinde hiçbir zaman bir devlet (iktidar) ağırlığı merkezde olmamıştır.

Herkesçe muteber sayılan Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cemil Meriç gibi isimlerin devletle (iktidar) ilişkilerine baktığımızda genelde mesafeli bir ilişki söz konusudur.

Cemil Meriç Kültürden İrfana isimli eserinde kültür ve medeniyetin kavramsal olarak Batı’daki tanımlarına mesafe koymuş ve karşı çıkmıştır. Meriç bu iki kavram yerine bize ait olan “İrfan”ı ve İbn Haldun’un “Umran”ınını bilinçli şekilde tercih etmiştir. Hatta Kültür’ün Batı’daki kavramsal karşılığının ve ardından bizdeki Medeniyet ile ilişkilendirilmiş halinin de sorunlu olduğuna dikkat çekmiştir.

Kültür meselelerimiz sorusuna şöyle cevap veriyor merhum Cemil Meriç;

Dante’nin Cehennem’ine yeni bir fasıl eklemek istemiyorum. İrfan, Batı entelijansiyasının “Gnoz” (gnose) adını verdiği “ilm-i ledün”dü. Karanlıkları ışığa boğan bir şimşek. Yarı İlhami yarı seziş. Cedlerimiz, ilahi esrarın heybeti karşısında “Sübhaneke ma arefnake hakka marifetike ya Maruf” diye çarpınıyorlardı. Kültür’e gönül verenler mavera karşısında böyle bir dehşet duymazlar. Ne mutlu bize ki, dilimizi de kaybettik. Tarihimiz mührü çözülmemiş bir masal hazinesi. Ne Batı’yı tanıyoruz, ne Doğu’yu. En az tanıdığımız ise kendimiziz. Hadis-i Kudsi, “Nefsini bilen, Rabbini bilir” buyurur. Böyle bir bilgiye, fert olarak da, cemiyet olarak da, beşeriyet olarak da, en çok şimdi muhtacız.

Evet, Cemil Meriç Kültür ve Medeniyet’ten öte bir anlam dünyasına kapıları sonuna kadar açıyor bize. İrfanın ve Umran’ın derinliğine ve geniş anlam dünyasına yelken açın diyor adeta.

Şimdi bu noktada durup yeniden düşünmeliyiz.

Bizim kültürümüz ve medeniyetimizin kavramsal anlam bütünlüğünü ve derinliğini içkin olan yani İrfan ve Umran bakımından neler yapılmıştır? Bu anlamda bir “Kültürel İktidar” kurmak için devlet (iktidar) olmak yeterli midir?

Devlet (iktidar) aygıtı eliyle sürekliliği olan topluma mal olmuş bir kültürel iktidar inşa edilebilir mi?

Hatta meselenin bir de yerel boyutu var ki, oraları da konuşmaya ve yazmaya başlarsak daha ciddi yapısal sorunlarla karşı karşıya olduğumuzu anlatmaya bu yazı imkân vermez. Bütün bunları Kültür Bakanlığı’nı ya da yereldeki yönetici sınıfını yüceltmek ya da yermek için anlatmadım. Bu bizim için bir durum tespitidir.

Artık kültürel iktidar tartışmalarını bir kenara bırakarak, yapılması gerekenleri klik kavgasına dönüştürmeden yapmaya başlasak çok daha iyi bir iş yapmış olacağız.

Sanat dediğimizde, geleneksel sanatlarımızı ihmal etmeden ama alanı da daraltmadan, edebiyat dediğimizde belli günlerdeki “Anma” programlarına takılıp kalmadan ilerlemeyi öğrenmeliyiz. Kültür, Sanat, İrfan ve Medeniyet bir sokağın kaldırım taşlarının dizilişinden, bir kültür merkezinin sahnesinin perdesinin açılış -kapanışına kadar hayatın her safhasında bir inanışı, tefekkürü, bakışı, anlayışı ve uygulayışı da barındırdığını anlamalıyız artık.

“Felsefe neden önemlidir?”  sorusuna verdiğimiz cevaplarla “şehirlerimiz neden özgünlüğünü kaybederek kentleşiyor” sorusuna verdiğimiz cevap arasındaki bağı kavradığımızda “varlık bilinci”mizi de yeniden keşfederek Kültürü aşan İrfan ve Umran’a ulaşmanın basamaklarını çıkarken kendimizi bulacağız.

Yeryüzünde bunca tuğyan, kan, zulüm, açlık ve işgal devam ederken bunlar çok mu önemlidir ey arkadaş diyorsanız eğer; unutmayın ki Fatih ve Süleymaniye kürsülerinde istiklalinizi korumak için çırpınan bir Mehmet Akif çıkaramazsak ne istiklalimiz ne bağımsızlığımız ne de devletimiz elimizde kalır.

(Allah muhafaza buyursun)