Bu bir yol yazısıdır. Bir kazaya uğramazsa eğer hiç bitmeyecek… Bitmesi teklif dahi edilemeyecek.
Çünkü Afrika’dır yol. Arzuyladır. Ve Afrika kesinlikle ama kesinlikle arzu edenindir.
Sahibi olması açısından değil. Yönetime sahip çıkma bakımından hiç değil. Bir duygu meselesi…
İnsanlar arası ilişkiden, kişinin kendiyle irtibatına kadar her aşamada duygu başat faktör. Aynı şekilde Avustralya’dan Amerika’ya kadar bütün coğrafya duygusunda Afrika bambaşka bir yerde duruyor.
Dedim ya bu bir yol yazısı. Yoldayım. Afrika’nın tam ortasında, dünyanın en fakir bölgelerinden birinde, ülkenin başından güneyine kadar 700 kilometrelik bir yoldayım. Üstelik yol bildiğiniz gibi değil. Onlarca km yolu delik deşik asfalt üzerinde gitmeye çalışıyoruz.
Şikayetçi miyim, hayır.
Zor değil mi, evet.
Yola çıktığımızda öğlene çok vardı. Çad’ın başkenti N’Djamena’den yol aldıkça, Çad’da hayatın yol kenarlarında aktığını fark ediyorum. Ticari hayat tamamen yol tozuna banılmış. Kadını erkeği, genci yaşlısı yol kenarındaki dükkanlarında (dükkan dedimse herhangi bir şekilde dört duvar) nasibini bekliyor.
Kimse kimsenin tozuna laf etmiyor. Aynı ürünleri ellerinde gezdirenler yan yana başınıza gelip sadece bakıyor. Bir şey almazsan geri dönüyor. Dükkanında bekleyenlerde de durum farklı değil. İlginç bir itidal.
Afrika’nın orta yerinde Çad. Ekvator Kuşağı’nda. Tahmin edeceğiniz gibi tropikal iklime yakın. Ülkenin kuzeyi ise Sahra Çölü’nün bir kısmını içine alıyor. Türkiye’den hayli büyük bir coğrafya…
Belki artık duymaktan bıktığınız ve çok da şaşırmayacağınız bir şey söyleyeyim; bizi çok seviyorlar. Türkler ve Türkiye demek onlar için Osmanlı demek. Gözleri parlıyor. Bu manzaraya şahit olmamızı sağlayanlardan Allah razı olsun. Türk ve Türkiye demenin mücessem hali olan Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere…
İHH ekibiyle Çad’dayız… Yürek dolusu şükran da İHH’ya… Binlerce kilometre uzaktaki bir ülkeye gelip yüzlerce km yol yaparak ihtiyaç sahiplerine ulaşmanın engebeli yollarına düşenlerden Allah razı olsun…
Yoldayız dedim ya…
“Acıkınca ne keser midedeki krizi” dedik ve kendimizi Çad usulü şehirlerarası bir dinlenme tesisinde bulduk. Gayet şeffaf. Masaya gelen yiyeceğin bütün aşamaları gözünüzün önünde. Önce eti parçalıyorlar, sonra baharatlayıp geniş saca bırakıyorlar. Mutlaka ama mutlaka soğan eşliğinde sunum yapıyorlar.
Masaya otururken mihmandarımız uyarıyor, “burada çatal ya da kaşık yok”. “Sen ne diyorsun Muhammed, biz Anadolu çocuğuyuz” deyip dalıyoruz salona…
Hani büyüklüğünden ötürü salon dedim. yoksa iki hasır üzerinde sininin etrafına toplanan 5 kişinin hemen yanında birinin uzanıp yatması olayımıza dahil değil.
Hijyen takıntısı denen şeyden hazzetmem. Fekat temizlik de kovalarım normalde. E yani ‘normalde’ dedikten sonra zaten mesele bitti.
Normal olmayan ne! Bize göre normal olmayınca bir şey neden anormal olsun!
Tamam geçelim… Duvarlarda paytak paytak, pıtı pıtı koşan kertenkelenin kafasının sarı, kuyruğunun gümüş rengi ve vücudunun siyah olması konumuza dahil değil. Sininin üzerindeki etleri bizimle paylaşmaya gelen irikıyım karıncaları da anlatmaya gerek yok.
Karnımız doydu. Yediğimizin deve eti olduğunu öğrendikten sonra giderken sağda gördüğümüz, dönerken solda kalmaması için dua edeceğimiz mekandan ayrılıyoruz.
Afrika’da da yol sorunsalı mevcut. Yani yol alınır mı, yolda kalınır mı? Bilemedim…
Ya Afrika çocukları…
Dünyayı kim kurtarır bilemiyorum ama Afrika’nın kara çocuklarının gönlümüze bıraktığı duygunun açacağı kapıların oralara bir yere varacağını biliyorum. Ya da hissediyorum.
Yol boyunca her yerde Afrika’nın çocukları…
Gözleri pırıl pırıl… Aynı derece masum… Fazlasıyla mahçup… Gözlerinin içine baktığınızdaysa mutlu…
Afrika’nın kara çocukları…
Kara dünyamızın aydınlık yüzleri…
Çokça çocuğun gözlerine dokunmaya çabalayarak yola devam ediyoruz…
Akşam oluyor. Geniş bir düzlükte yolun ortasında duruyoruz. Meğer şoförümüz oruçmuş. O ana kadar birkaç masa olduğumuz için dikkatimi çekmemiş. Akşam kapıyı çalınca iftar için durmuşuz. Yolun kenarında bir su birikintisinin yanındayız. Şimşekler uzaklarda çarpıyor. Serinliği yanımızda. Kendi de birazdan ulaşır. Çad Gölü’nün meşhur balığını pişirtmişler. Elbette yanında soğan. O nasıl tat. Sonra karpuz…
Neyse, çok da ş’apmiim…
Yeniden yola koyulmadan önce Afrika’nın tam ortasında akşam namazını eda ediyoruz…
Çılgın bir karanlık. Şehir yok, ışık yok. Şimşekler uzaklardan gözdağı veriyor.
Bense Afrika sarhoşluğunda…
Bitti mi dersiniz? Bitmedi elbet. Yolda kaldık. Saatlerdir yolumuz üzerinde çakan şimşekler tam da aracımız arızalanınca yanımıza vardı. Belki de biz onlara ulaştık.
Yol kenarında beklemek…
Yağmurun altında çabalayan birkaç Afrikalı. Yardım edeyim desem sadece kalabalık ediyorum. Uzaktan bakmakla yetiniyorum.
Arabada beklerken kek ikram ediyorlar. Beklettikleri için mahçuplar. O keki yerken yanağımı ısırıyorum. Gündüz de aynı yeri dişlemiştim. Bir manası var mıdır?
Bunları size neden anlatıyorum?
Halbuki size, zencefil yüklü leğeni başında taşıyan kadını anlatmalıyım. Ya da koca ağaçların dibine serilmiş hasırlarda gölgelenen Afrikalı filozofları…
Her birini…
Yol kenarında ağaç gölgesine kurulmuş, durdurdukları zamana nispet edercesine sakin ve zamanı tüketerek hayatı uzattığını zanneden bizlere ders verircesine mağrur görünen Afrikalı kadınlar, çocuklar ve erkekler…
Bana kendimi anlatanlar…
Bana beni anlatanları size nasıl anlatayım ki…
Hala yağmurun altında bekliyoruz. Yani onlar çabalıyor, ben bekliyorum. Arada yanlarına gidiyorum. Kibarca kovuyorlar.
Hava ılık.
Hala 5 saat yolumuz var (en az).
Yağmur devam ediyor.
Afrika’nın tam ortasındayım. Duygu denen mihenk taşının tarifindeyim…
Bu bir yol yazısı demiştim ya. Alın yazısından biraz kısa, kader yazgısından hallice…
Bu bir yol yazısı… Lafta kalmadı, şükür. Yolda başladım ve hala yoldayken bitiriyorum.
Bitmeyen yolların biten yazılarını okumayı sevenleri seviyorum.
Sizi seviyorum. Afrika’yı seviyorum. İnşaAllah o da bana karşı boş değildir…
Yorum ekle