Yazarlar

Ermenilerin Türklere kadim bakışı

Aslında akrabayız. Biz Nuh’un oğlu Yafes’in oğlu Türk’ten, onlar Yafes’in oğlu Hayk’tan gelmekte. Amcaoğulları oluyoruz rivayete göre. Tıpkı İsrailoğullarıyla İsmailoğulları gibi. İşe bak ki, bu amcaoğulları arasındaki düşmanlık Samîlerin kendi aralarındaki düşmanlıktan hiç de az değil.

Doğu ikliminde yetişen bir kavim olarak Ermeniler, tarih boyunca yabancımız olmamış, İskitlerden Hazarlara değin Kafkaslara ve Doğu Anadolu’ya hamle yapan farklı Türk kavimleriyle temas kurmuşlardı. Dönemin vakanüvisleri Kuman ve Kıpçaklar için de Hazar Türkleri için de görünümlerinden ötürü Hardes (Sarı) ifadesini kullanmaktaydı. Kıpçakların Hunlardan ayrılmış bir kol olduğuna dair malumatlar meseleye duydukları alâkayı göstermekteydi.

Ne Musa’yı ne İsa’yı tanıyorlar

Şu satırlar adını sıkça anacağımız Urfalı Mateos’a aitti: “Bu Kumanlar, Türklerin bir şubesini teşkil ederler. Dilleri Türkçedir fakat ne Musa’yı, ne peygamberleri, ne İsa’yı, ne de Muhammed’i tanıyorlar. Her gittikleri yere, kadınlarını, çocuklarını ve eşyalarını beraber götürüyorlar. Tahta arabalarını karargâhlarının etrafına dizip müdafaa ediyorlar.”

Bir başka yerde şu kayıtlar düşülmüştü: “Komania Krallığı son derece büyüktür, fakat iklimin sıcak olması nedeniyle insan yerleşimi için zor bir yerdir. Kış boyunca, yerlerde o kadar soğuk olur ki, insan ya da canavarın yaşaması imkânsızdır. Bu arada, yaz aylarında sineklere katlanılmayacak kadar sıcak olur. Bu krallık hemen hemen tamamen düzlüktedir ve bu topraklarda birkaç şehir etrafındaki bahçeler dışında ağaç ve odun bulunmamaktadır. O ovalar üzerine çadırlarda oturanlar, ahşap yerine hayvan gübresi yakarlar.”

Türkleri tanıyorlardı, bu açık. Selçuklulardan genel olarak Türkler diye söz ediyorlardı. Mateos, “bu zamana kadar bu tarz Türk atlı askeri görülmemişti” derken daha önce de Türk askeri gördüklerini ifade etmiş oluyordu. Onlar muhtemelen Arap orduları içinde görev yapan birliklerdi.

Ermeni tarihçiliği

Ermeni tarihçiliği, yerleşik bir kavim olmanın avantajıyla, miladî ilk asra dek uzanıyordu ve zengin bir kitaplığa sahipti. Anadolu’nun fethi Arap, Bizans, Gürcü, Süryani kaynaklardan da takip edilebilecek olsa da Ermeni müverrihler diğerlerinin sükût ettikleri konular hakkında biricik kaynak hükmünde metinler kaleme almışlardı. Gürcüler, sadece Kafkasya’yla ilgili olan kesitlerde Türkler üzerine dikkat kesilmiş, ötesine geçildiğinde dikkatlerini kaybetmişlerdi. Süryaniler, en nesnel olanlarıydı ama Doğu Anadolu’nun Türklerce zaptı onların ilgisine mazhar olamamıştı. Bizans ise resmî tarihçilerin bakışıyla İstanbul odaklıydı ve Türkler anca İç ve Batı Anadolu’ya geçtikten sonra kaleme sarılma lüzumu duymuşlardı.

Selçuklu akıncıları Anadolu’yu yoklamaya başladığında bölge resmen Bizans İmparatorluğu’nun bir parçasıydı. Ermeniler, Bizans’ın vasalı konumunda olan, krallık unvanı kullanmaya düşkün derebeylerinin hâkimiyetinde idi. Dolayısıyla Türkler burada Ermenilerin devletlerini yıkarak bölgeyi ele geçirmiş olmadılar; Bizans’a galip gelerek ilerlediler. Şu da bir gerçek ki, Kars, Erzurum, Van, Malazgirt, Urfa taraflarındaki ilk mücadelelerde savaşlardan doğrudan müteessir olan ahali büyük nispette Ermeni’ydi. Doğu Anadolu’nun fethi bahsinde en detaylı bilgileri onların zapta geçmiş olmasında şaşılacak bir yan yoktu.

İncil’in kıyamet sahneleriyle bezeyerek

Şu var ki Ermeni tarihçiler karşı cephenin gözüyle bakmakta, onların sözcülüğünü yapmaktaydılar. Neticede işgalci Küffar ve Türklerdi, Hıristiyanlığı alt etmek için gelmişlerdi. Çoğu papaz olan tarihçilerin kullandıkları dilin fazlasıyla dinî ve duygu sömürüsüne dönük olmasında da yadırgatıcı bir yan yoktu. Bu husumet ve hamaset sebebiyle, hurafeyle hakikatin iç içe geçtiği bu metinlerin bilgi içeriğine ihtiyatla yaklaşılması bilimsel tavrın bir gereğidir.

Bu tarihçilerin pirleri, 1072-79 yıllarında yazan Ardzenli (Erzurumlu) Aristakes ile 1113’te yazmaya başlayan Urfalı Mateos’tur. İkisi de ruhban sınıfındandır. Samuel, Kiragos, Ayrivanetsi ve Orbelian da din adamıdır. İçlerinde seküler olan, mütercim Vardan ile komutan Simbat’tan başkası değildir. Simbat müstesna, sonradan gelenler Aristakes ve Mateos’un izinden gitmekten başka çok az şey yapabilmişlerdir. Bu ikisinin yazdıkları da Türklerin ilerleyişini İncil’in kıyamet sahneleriyle bezeyerek anlattıklarından tarihî olmaktan ziyade edebî ve dinî metinleri andırmaktadır.

İdeal bir yurt

Doğu-Batı ekseninde büyük güçler arasında sıkışmış küçük bir halk, cihangirlik davası güden, cihad nosyonunu kuşanmış, dinamik bir kavmin karşısında ne yapabilirdi? 964-66 yıllarında bölgeye tek tük yerleşmeye başlamış Türkmenler bu soruyu esaslı biçimde sorduramamış olsa da sonraki asırda tüm Ermenilerin hayat memat meselesi bu soru olacaktı. İç işlerinde büyük oranda serbest, dışarıda Bizans’a bağlı küçük hanedanlıklar 10. asrın ilk çeyreğinde Çağrı Bey’in akıncılarını ansızın karşılarında bulunca neye uğradıklarını şaşırdılar.

Çağrı Bey, Gaznelilerle Karahanlılar arasında sıkışmış Oğuzlar için yurt arayışı gayesiyle 2 bin kilometre kat etmişti. 1016’da başlayıp 1021’de nihayet bulan bu cebrî keşif seferinde 3 bin kişilik süvari gücü Horasan diyarından Van havalisine geldi ve burada Ermeni güçleriyle bir dizi savaş yaptıktan sonra Nahçıvan üstünden Gürcistan’a geçti, oradan da kendisini yakalamak isteyen Gazneli valisini atlatarak Maveraünnehir’e geri döndü.

Çağrı Bey, önemsiz sayılabilecek bir kuvvetle kazandığı zaferler ve ganimetlerle kendisini bekleyen Tuğrul Bey’e müjdeli haberlerle avdet etti. Anadolu, kale-şehirlerde yoğunlaşmış nüfusuyla zapt edilmeye müsait geniş ve verimli bozkırlar vaat ediyordu. Oğuzların konargöçer aşiretleri için bu ıssız otlaklar, bitki örtüsü ve iklimiyle ideal bir yurt görüntüsü oluşturmaktaydı.

Kana susamış yırtıcı hayvanlar

Okçu atlıların savaş tarzları karşısında Ermeni savunmacıların şansı yoktu. Yaşadıkları hayret ve panik, ilk kayıtlardan son pasajlara, nesilden nesile aktarılarak nakşedilecekti. Urfalı Mateos yaşananları şöyle nakletmekteydi: “(Ermeni takvimiyle) 467 yılının (1018-1019) başlangıcında, mukaddes haça tapınan bütün Hıristiyan halk, Allah’ın hiddetine maruz kaldı. Çünkü öldürücü nefesli ejder, kasıp kavuran ateşle beraber ortaya çıktı ve Ekanim-i Selâse’ye (Baba-Oğul-Kutsal Ruh) tapanları vurdu. Resul ve peygamber kitaplarının temelleri sarsıldı. Çünkü kanatlı yılanlar, bütün Hıristiyan memleketlerini ateşe vermek üzere geldiler. Kana susamış yırtıcı hayvanların ilk zuhuru böyle olmuştur. Bu zamanda, Türk tesmiye edilen barbar millet toplanıp Ermenistan’ın Vaspurakan eyaletine geldi ve Hıristiyanları merhametsizce kılıçtan geçirdi.”

“Bu katliam haberi kral Senekerim’e erişti. Onun büyük oğlu David, zadegân ordusunu alıp Türk ordugâhına karşı yürüdü. İki ordu, korkunç bir muharebeye tutuştu. Bu zamana kadar bu cins Türk atlı askeri görülmemişti. Ermeni askerleri, onlarla karşılaşınca onların acayip şekilli, yaylı ve kadın gibi uzun saçlı olduklarını gördüler ve birçok Ermeni ve Türk öldü.”

Ermeni askerler kılıçlarını çekmek suretiyle oklar ve atlar üstüne yürüyen kahramanlar olarak tasvir edilseler de çoğu süvarilere yanaşamadan ok yağmuru altında canından olmakla kaçmak arasında tercihte bulunmuştu.  Askerlerinin aczini gören Şapuh, David’e şunu önermişti: “Ey kral, düşmanın önünden çekil çünkü askerlerimizin birçoğu oklardan yaralanmıştır. Geri dönelim ve düşmanın elinde gördüğümüz silahlarına mukavemet edebilmek için, oklara karşı başka elbiseler giyelim.” David’in babası Senekerim ise olan bitene mana vermek için kutsal kitapları karıştırmış, Türklerin ilerleyişe devam edeceği sonucuna varmış ve zaten elinden çıkacak olan topraklarını Bizans’a resmen teslim ederek iç kısımlara kaçmıştı.

Yayları gergin, okları sivri

Çağrı Bey, alacağını aldıktan, vazifesini tamamladıktan sonra muzaffer biçimde karargâha dönmüş, Tuğrul Bey’i yeni seferler için teşvik etmişti. Tuğrul Bey de başkentini Nişabur’dan bugünkü Tahran’a nakledip şehzade ve emirlerini Anadolu’nun fethiyle görevlendirdi. İbrahim Yinal Dicle, Kutalmış Aras, Şehzade Hasan da Vaspukaran bölgesine akın etti.

Çağrı Bey’in seferi sonrasında Bizans, fırsattan istifade, Selçuklulara karşı güçlü bir savunma hattı kurma gerekçesiyle Ermeni prensliklerini bertaraf etme arzusundaydı. Bağımsızlıklarını tümden kaybetmiş, topraklarından da olmuşlardı. Bizans bir yandan da Ermenileri kendi mezhebine döndürmek için baskılarını artırmıştı ama Ermeniler her şeye rağmen dindaşları Bizans’ın yanında Müslüman Türklere karşı savaşmayı tercih etmişlerdi.

1037’de Türkmenler Ermenilerin beldelerini bir bir ele geçiriyordu. Orduları Türk süvarisinin hışmına uğruyor, topraklarını ve servetlerini ganimet, askerlerini de esir veriyorlardı. Hasankale’de 60 bin Bizans askeri, Aristakes’e göre fazlaca direnmiyor, komutanları Liparit’i  esir veriyordu.

Anadolu Selçuklu ordusu önünde “hasat edilmeyi bekleyen bir tarla gibi” duruyordu.   Türk askeri “arslan gibi hızlı ve güçlü” idi. “Yayları gergin, okları sivri” idi. Atları da “bir kartal sürüsüne benzemekte” idi. “Doymak bilmeyen aç kurtlar gibi” Hıristiyanlara saldırıyorlardı. Ruhbanlığı tarihçiliğinin önüne geçmeye çoktan başlamış olsa da Erzurum’un kaybıyla birlikte Aristakes’in metinleri birer ağıda dönüşmüştü.

Allah’ın gazabının bir alâmeti

Kendileri için belli bir kutsallığı olan Erzurum Türklerin eline düşerken Bizans’ın umursamaz bir tavır takınması Ermenileri tam bir yeise sevk etmişti. Bu Ermeniler için büyük bir kırılmaydı. Çöküşten Bizans’ı sorumlu tutuyor, ihanetle suçluyorlardı.

Mateos şunları söylüyordu: “Allah’ın gazabının bir alâmeti olan felaket, Sultan Tuğrul’un emriyle İran’dan üzerimize gelmeye başladı. Apreem (İbrahim) ve Kıtılmış (Kutalmış) adlı iki kumandan, Sultanın divanından çıkıp muazzam bir ordunun başında oldukları hâlde Ermenistan’a karşı yürüdüler. Onlar bütün Ermenistan’ın Romalılar yüzünden başsız ve müdafaasız kalmış olduğunu biliyorlardı. Çünkü Romalılar, cesur ve kuvvetli adamları şarktan uzaklaştırmışlardı ve Ermenistan’ın ve bütün Şarkın müdafaası yalnız hadımağası olan kumandanların elinde kalmış bulunuyordu. İşte bu zamanda, askerler, Ardzın (Erzurum) denilen çok nüfuslu ve meşhur Ermeni şehrine geldiler. Onlar, şehri surdan mahrum bir vaziyette velâkin sayısız erkek ve kadın ve hesapsız altın ve gümüşle dolu olarak buldular. Şehir halkı, Müslüman askerlerini görünce ittifakla onlara karşı geldi. Şehrin etrafında şiddetli bir muharebe oldu. Muharebe hemen bütün gün devam etti. Çünkü ne iltica edilebilecek bir yer ne de bir yardım ümidi vardı. Halk, kurtuluş çaresi olarak önünde yalnız ölümü görüyordu.”

Serinkanlı Simbat da benzer yorumlar yapıyordu. Ona göre de Ermeni nüfusun iç kısımlara çekilerek Bizans’ın “hadımağası” paralı askerlerinin bölgeye yerleştirilmesi hezimetin başlıca sebebiydi. Kentin savunması sadece bir gün sürmüş, ordu kaçarak ahaliyi kuşatmacıyla baş başa bırakmıştı. Mübalağacı Mateos, 150 bin kişinin kılıçtan geçirildiğini, 800 kiliseli şehrin mahvedildiğini yazmaktaydı. “Bundan sonra şark milleti seneden seneye devamlı bir surette mahvedildi.”

Kurdu görür görmez kaçmaya başlayan kötü çobanlar

Turğul Bey’in 1054’te bizzat kumanda ettiği harekâta ilişkin Mateos şunları yazıyordu: “1055 tarihinde üzerimize öldürücü bir rüzgâr esti. Tuğrul, payitahtından hareket edip deniz kumu kadar çok olan askerlerle Ermenistan’a yürüdü. O, ateş fışkırtan kara bir bulut gibi hareket edip Erciş’e geldi.”

Ermeni halkı bu süreçte iç kısımlara kaçarak Sivas’ta nüfus yoğunluğu oluşturmuşlardı. Tarihçiler gelişmeleri yakından izliyor, Türklerini zaferlerini ne kadar kasvetle aktarıyorlarsa yenilgilerini de bir o kadar hararetle kaleme alıyorlardı. Bayburt’ta Bizans’ın kazandığı başarı, Malazgirt’te halkın Tuğrul’a şehri teslim etmeyişi büyük bir övgü ve sevinçle karşılanıyordu.

“Öldürücü dolu sağanağı” karşısında tek sığınak, içten içe düşmanlık besledikleri Bizans’tan başkası değildi. İstanbul’daki her türlü gelişme, taht kavgası Ermeni tarihçilerce büyük bir hassasiyetle takip ediliyordu. Ne var ki umutlar git gide azalıyordu.

Bizans’tan medet ummanın beyhudeliğini ilk ifade eden de duygusal Mateos olacaktı: “Ermeni milletinin, Türk askerlerinin, oksuzluğun, yalancı hamilerin ve korkak Grek milletinin yüzünden çektiği ıstırapları kim birer birer tasvir edebilecektir? Çünkü onlar (yani Grekler), Ermeni milletinin kumandanlarını kendi ev ve eyaletlerinden çıkarıp götürmüşler ve Ermenistan’ın krallık tahtını devirmekle askerlerin ve kumandanların desteği olan suru kendi elleriyle yıkmışlardı. Kaçmayı kendileri için bir zafer ve kahramanlık addeden bu Grekler, kurdu görür görmez kaçmaya başlayan kötü çobanlara benzediler. Grekler, Ermenistan kalesini tamamen yıkmak işinde büyük gayretle çalıştılar ve İranlılar tekrar taarruz ettikleri vakit kazanılan zaferleri kendilerine mal ettiler. Onlar utanmaksızın hadım kumandanlar ve haremağası askerlerle Ermenistan’ı müdafaa etmeye çalıştılar.”

Diğer tarihçiler de matem havasındaydı: “Sultan Tuğrul, fil, at, eşek, asker, kadın, çocuklarla birlikte bize doğru (Ermenilere) ilerledi. (Selçukluların) bulunduğu topraklarda kötülüğü kim kaydedebilir? Kimin zihni onları numaralandırmayı beceriyor? Tüm arazi, ölülerin yetiştirdiği ve ekilmemiş yerler, yollar ve ıssız yerler, mağaralar, sarp yerler, çam ormanları ve dik yerler ve (Selçuklular) tarafından ateşe verildi ve ekili tüm yerleri, evleri ve kiliseleri kirletti. Ve o ateşin alevi Babil fırınından daha yükseğe yükseldi. Böylece ülkenin bütün sakinlerinden yoksun bırakılıncaya dek bir kez değil üç kez, birbiri ardına, bütün toprakları mahvettiler. Bu talihsizlikleri taşıyan ülke, matem kılık kıyafeti giydi. Sakinleri yok edildiği için harap oldu. Bütün ülke sevinç duymadı. Her yerde ağlamalar ve hıçkırıklar duyulurken, ağlayışlar ve iç çekmeler duyuldu.”

Kalkın atalarımızın şehrine bakın

1063’te Tuğrul Bey’in vefatından sonra Alparslan seferlerin komutasını üstlendi. Ermenilerin tarihî ve dinî şehri Ani’yi kuşatması büyük bir hamleydi. Şehir Türklere karşı müdafaa hattının da odağıydı. Alınamaz gözüyle bakılan kent düştüğünde Ermeniler için yolun sonuna gelinmiş olacaktı.

Mateos, Ani’de yaşananları şöyle kayda geçmekteydi: “Ani şehri önüne gelen Alparslan, burasının çok kuvvetli bir surla çevrilmiş olduğunu görmüştü. Ani bölgesi (Sirek) halkının kadın ve çocukları Türk tehlikesi karşısında buraya sığınmışlardı. Bu durum Selçukluların dikkatini çekmiştir. Ermenistan halkının büyük bir kısmının şehrin duvarları içinde toplanmış olduğunu sanmışlardı. Bu hâl şehrin alınamayacağı anlayışını göstermekle birlikte, bu kadar çok gayri muharibin bulunması savunmayı güçleştirdiği seklinde yorumlanacak ve Alparslan bu son durumdan yararlanacaktı. Kale dışında bulunan Ermeni askerleri Türk saldırıları karşınında dayanamadıklarından kale içine çekilmek zorunda kalmışlardı.”

“Ani şehri Ermenileri, sonlarının geldiğini anlayarak kiliselere doluşup dua etmekte, Allah’a yalvarmaktaydılar. Ani şehrinde on binlerce Ermeni toplanmış bulunuyordu. Şehrin kuşatılması sırasında şehirde bulunan 1001 adet kilisede Messe ayinleri icra edilmekteydi.”

“Şehrin surlarının etrafını Ahuryan (Arpaçay) çevirmiş durumda idi. Diğer tarafında ise hendek bulunmakta idi. Bu hendek bir ok atımı uzaklıkta bulunmaktaydı. Alparslan hendeğin bulunduğu taraftan şehri kuşatmaya başlamıştı. Günlerce süren kuşatmadan sonra Ani’yi almaktan ümidini kestiği anlar bile olmuştu. Nihayet surdan açılan gediklerden Alparslan’ın askerleri şehre girmeye muvaffak olmuşlardı. Müdafilerden Bizans hizmetinde bulunan iki Gürcü prensi ve generali Bagrat ve Grigoir iç kaleye çekilerek savunmaya devam etmişlerdi. Buraya giden yolları, odun ve benzeri şeylerde kapatmışlardı. Şehir toz ve duman için kalmış, büyük bir endişe ve korku halkın maneviyatını sarsmış, şehrin ileri gelenleri ilk Ermeni krallarının mezarlarını ziyaret ederek onların manevi ruhlarından yardım istemişlerdi. “Kalkın atalarımızın şehrine bakın” diye ağlamışlardı.”

Bir hendek içinde bin kişiyi keserek

“Bu manzarayı gören Alparslan’ın askerleri, surların muhafızlar tarafından terk edilmiş olduğu görünce, koşarak Sultan’ın yanına gidip bu durumu ona açıklamışlardı. Aniden şehre giren Türk askerleri kadının kucağından bir çocuğu kaparak Alparslan’a ‘İşte şehre girdiğimizin delili!’ diyerek göstermişlerdi. Alparslan buna çok hayret etmişti. ‘Onların Allah’ı, zapt edilmez şehirlerini bugün elime verdi’ dedi.”

“Alparslan ordusu ile dönerek Ani şehrine girmişti. Her bir Türk askerinin iki elinde, birisi de dişlerinin altında olmak üzere üç keskin bıçak bulundurmuşlardı. Askerler şehri yakmışlar, tahrip etmişler, halkını öldürmüşler, yağma etmişler, kılıçtan kurtulan asil ve güzel kadınları esir almışlar ve İran’a götürmüşlerdi. Yollar ölülerle tıkanmıştı. Öyle ki, yolda ölülere basmadan yürümek imkânsız olmuştu. Bunu bu sırada Ani şehrinde bulunan şahitler anlatmaktaydı. En ünlü Ermeniler ve asilzadeler zincirlere bağlı oldukları hâlde Sultan Alparslan’ın huzuruna getirilmişlerdi. Türk askerlerinden birisi katedralin üzerine çıkarak kubbenin tepesinde bulunan kıymetli haçı sökmüş, yere düşürmüştü.”

Simbat dahi Ani’de yaşananları aktarırken üslubunu sertleştirir. Genceli Kiragos, 27 gün süren kuşatmanın galibi Alparslan’a hakaretler eder, onu “insanları yok eden bir hayvan” olarak anar. Vardan da Alparslan’a şunu yakıştırır: “Söylendiğine göre, bir hendek içinde bin kişiyi keserek onların kanıyla yıkandı.”

Romalıların Allah’ı yoktur

Ani’nin kaybı Erzurum’un kaybından bile daha sarsıcı olmuştu. Ermenilerin dünyaya bakışı keskin biçimde değişmişti. 1064’e kadar bölgedeki her gelişmeye dikkat kesilen Ermeni kaynakları git gide suskunlaşmış, Malazgirt Savaşı’na bile umursamaz gözlerle bakmışlardı. Artık her kayıpta standart bir tavır olarak Türkler lanetlenecek, Bizans ise aşağılanacaktı.

Mesela Aristakes’in kitabında 1064’ten 1071’e birden atlanacak, Malazgirt Savaşı’nı da öylesine bir anlatıp geçecekti. Onun metinlerinde dikkate şayan husus, “Tanrı’nın Hıristiyan askerlerindeki inanç ve kabiliyeti alarak Türk askerine verdiğini” belirtmesiydi.

Mateos ise 1070’te Alparslan’ın “taşkın bir nehir misali” Malazgirt’e geldiğini, şehri bir günde zapt ettiğini, Tuğrul Bey’in kenti alamadığı günlerde kendisine yapılan küstahlıkların intikamı olarak büyük bir katliama imza attığını yazmıştı.

Malazgirt zaferinden sonra Alparslan’ın esir Diyojen’i serbest bırakmasını müteakip kendi askerlerince işkenceyle öldürüldüğünü haber alınca Alparslan’ın ağladığını yazan da gene Mateos’tu. Şöyle devam ediyordu: “Romalıların Allah’ı yoktur. İranlılarla Romalılar arasında akdedilmiş olan dostluk ve ittifak yemini bugün çözülmüş oldu. Bundan sonra haça tapınan bütün milletler kılıçla mahvedilecek ve bütün Hıristiyan milletleri esaret altına alınacaktır.”

Aristakes gibi Mateos da Ani sonrasında yaşananlara bigâne bir tavır içindedir. Bundan böyle Anadolu’nun fethiyle ilgili gelişmeleri Ermeni tarihçiler yerine Bizans meslektaşlarından dinlemek durumunda kalmaktayız. Malazgirt’ten itibaren tarih yazımı işini Bizans’ın resmî tarihçileri deruhte edecekti.

Alparslan’a olan sevgisinden

Bu dönemdeki Selçuklu-Ermeni ilişkilerini büsbütün düşmanlık ve savaş şeklinde tasavvur etmek hata olacaktır. Sözgelimi Alparslan Ani’den Kars’a yöneldiğinde teslim olmasını istemek üzere bölgedeki Ermeni prensi Gagik’e elçi gönderir. Elçi, Gagik’i yas elbiseleri içinde bulur ve sebebini sorar. Gagik de Sultan Tuğrul’un ölüm haberini aldığından beri matemde olduğunu dile getirir. Alparslan, bunu duyduğunda Kars’a gelerek kendisiyle görüşür ve kentin idaresini ona teslim eder. Selçuklu devleti içindeki Ermeni idareciler olgusuna ilk örneklerden biridir bu.

Az sayıda da olsa ihtida örneklerine de rastlanmaktaydı. Bagusag ailesinin fertleri Müslüman olmuş ve Alparslan Siverek yöresine onları iskân etmişti. En ilginç vakalardan biri ise Alparslan’ı yaralayan Yusuf ismindeki bir esiri Farraş isminde bir Ermeni hizmetlinin öfkeyle öldürmesiydi. Alparslan’a olan sevgisinden böyle yapmıştı. Sultana duyulan sevgide Farraş yalnız da değildi. Söylendiğine göre adalet ve müsamahasından ötürü kendisine büyük hürmet besleyen Ermeni halk sultanın vefatı üzerine yas tutmuştu.

Hıristiyanlara karşı tatlılıkla hareket eden bir zat

Tahta oturan Melikşah kısa sürede Turan’ı, İran’ı ve Doğu Anadolu’yu tek bayrak altında birleştirmişti. 1081’de başkent Rey’de ordusunu denetlerken Türk kıyafeti giymiş 7 bin Ermeni askeri, güvensizlik duygusuyla, ordudan uzaklaştırmıştı. Karara itiraz eden Nizamülmülk, bunların askerlik dışında bir mesleklerinin olmadığını, ordudan ihraç edildikten sonra isyana kalkışabileceklerini, onlara ödenen ücretten fazlasını isyanı bastırmak için harcamak zorunda kalacaklarını anlatmıştı. Melikşah nasihati dinlemeyince Ermeni askerler isyan hazırlığında olan kardeşi Tutuş’a sığınmışlardı.

Melikşah dönemini anlatan Ermeni kaynaklarındaki üslup değişimi gözlerden kaçmamaktadır. Önceki sultanların adı nadiren geçerken Melikşah adı üstüne basa basa anılmaktaydı. Onu haleflerinden bambaşka mizaçta biri olarak tasvir etmekteydiler. Mesela Kiragos, babasının kötü alışkanlıklarını sürdürmediğini söylemekteydi. Mateos da ondan sitayişle bahsediyordu. “O, iyi, merhametli ve Hıristiyanlara karşı tatlılıkla hareket eden bir zat oldu… Hâkimiyeti boyunca Tanrı’nın yardımına mazhar oldu. O, bütün ülkeleri fethetti ve Ermenistan’ı sulh ve asayişe kavuşturdu.”

Halka baba nazarıyla baktığından birçok yerde harbe gerek kalmadan eyaletler ona teslim olmaktaydı. Diğer tarihçiler de bu övgüleri peş peşe sıralamışlardı. “Dünyanın fatihi” “nazik ve merhametli” bir şahsiyet olarak alkışlanmaktaydı. Urfa’yı almak istediği için Alparslan’ı lanetleyen yazarlar Melikşah’ın kuşatmasını gayet olağan bir durum olarak aktarmaktaydı.

Tanrıseven bir hükümdar

Ermenilerin Melikşah’ın şahsında Türklere bakışlarının farklılaşmaya başlaması onların dinî hoşgörüsünden kaynaklanmaktaydı. Aslında öncekiler de benzer hasletlere sahip sultanlardı fakat savaş şartlarında Ermeniler onların bu yönlerini görememişlerdi. Melikşah, Selçukluların hâkimiyet kurduğu bir dönemi de temsil etmekteydi. Savaş, yerini hukuk ve nizama bırakmıştı.

Melikşah’a duyulan muhabbetin arkasında onun Ermenilerin dinî lideri Katoligos Barseg ile görüşmesinin de önemli bir payı vardı. Ruhbanların şikâyet ve taleplerini iletmek üzere gelen heyeti sultanın iltifat ve misafirperverlikle karşılaması onu “Tanrıseven bir hükümdar” olarak tanımlamalarına vesile olmuştu. Önceki sultanlardan “dinsiz, sapkın” diye söz ederlerken Melikşah’a dair tek kelime kötü söz eden bir Ermeni tarihçi bulunamaz.

Mateos, “bu muhterem zata” ihanet içindeki eşinin zehir içirerek “en büyük hükümdar”ın canına kıydığını yazmaktaydı. Sonra da “Herkesin babası, bütün insanlara karşı merhametli ve iyi niyet sahibi sultanın ölümü, bütün dünyayı büyük bir mateme düşürdü” demekteydi.

Bin yıl boyunca

Ermenilerin Melikşah muhabbetlerinin bir diğer sebebi, kendisinden sonra taht kavgaları ve iç savaşlar sebebiyle Ermenilerin de huzurlarını kaybetmiş olmasıydı. Gelen hiçbir sultan, Melikşah kadar kendilerine ilgi göstermeye fırsat bulamayacaktı. “Artık Selçuklu vatandaşı olmak Ermeniler için cazibesini yitirmeye başlamıştı.”

Sonra? Haçlılarla ve Moğollarla Türklere karşı aktif bir işbirliği ve ahitlere hıyanet… Tıpkı asırlar sonra Osmanlı’nın son demlerinde yapacakları gibi. Selçukluya da Osmanlıya da hıyanetin arka planında Türkleri işgalci, kan dökücü bir düşman olarak telakki etmeleri, daima intikam için fırsat kollamaları yatmaktaydı. Ermeniler Türkler hakkındaki ilk intibalarını bir kenara koymayı bin yıl boyunca başaramayacaklardı.

KAYNAKÇA SEÇKİ

Akif Yardımcı, Türkiye Selçukluları Döneminde Ermeniler

İbrahim Tellioğlu, Ermeni Kaynaklarının Gözüyle Anadolu’nun Fethi

Mehmet Ersan, Türkiye Selçukluları Zamanında Anadolu’da Ermeniler

Savaş Sertel, XI ve XIII. Yüzyıllarda Türk-Ermeni İlişkileri

Telli Korkmaz, Ermeni Tarih Kaynaklarında Türkler

Bülent Tokgöz

Yorum ekle

Yorum göndermek için buraya tıklayın