Yazarlar

Enerjinin insanla yolculuğu

Zamanın şafağından beri hep vardı. İnsan, gözünü dünyaya açtığında gördüğü ilk enerji kaynağı güneşti. Gün boyu onunla aydınlanıyor, onunla ısınıyordu. Saatler ona ayarlıydı; o doğduğunda kalkıyor, battığında yatıyordu.

Güneş ışınlarını bünyelerinde barındıran gıdalardan aldığı enerjiyle kendine yeni gıdalar bulmak için devinebiliyordu. Kaslarındaki enerjiyi yeni gıdalar bulmak için kullanmak zorundaydı. Toplamak, avlamak ve daha sonra da ekip biçmek için kaslarından başka kaynağı yoktu.

Her canlı hayatta kalmak ve türünü devam ettirebilmek için birtakım silahlara sahipti. Kimi çitalar kadar iyi kovalıyor, kimi ceylanlar kadar iyi kaçıyor, kimi de düşmanlarından saklanmak adına renkten renge, kılıktan kılığa girebiliyordu. İnsandaysa bunların hiç biri yoktu. Bu çıplak, tüysüz, beceriksiz yaratık, tabiatın en aciz varlığı görünümündeydi. Ne pençesi vardı ne gagası. Ne çenesiyle kemikleri kırabilir ne de düşmanlarına diş geçirebilirdi. Yırtıcıların gezegeninde hiç şansı yoktu.

Bundan ötürü çoğu zaman saklanmak, mağaraları ve ağaç tepelerini mesken edinmek zorundaydı. Savanalardan, ovalardan uzak durmasının sebebi buydu. Gelgelelim bu aciz yaratığın elinde başka hiçbir canlıda olmayan güçlü bir silah vardı. “Düşündüğü üzerine düşünebilmesini” sağlayan özel bir silah: Zekâ.

Bizler buz çağının alev saçan canlılarıyız

Birtakım aletler yaparak onları kaslarının yardımcısı kıldı. Taştan çıkardı ekmeğini. Çakıl ve çakmak taşlarından keskin kenarlı aletler yaparak kültür tarihini başlatmış oldu. Zamanla otçulları avlayacak daha gelişkin silahlar yaptı. Çekiç, balta, bıçak, mızrak ve ok ucuyla bileğinin gücünü takviye etti. Saldırı ve savunma kabiliyetini onunla artırdı. Daha çetin bir avdı artık ve daha etkili bir avcı. Taşıma gücünü artırmak için de hayvan derilerini ve bitki liflerini kullandı. Bu ilkel sepetler, ürünleri toplamak ve nakletmek için olmazsa olmazdı.

Derken devrimsel nitelikte bir buluş gerçekleştirdi. Muhtemelen bir yıldırım düşmesiyle veya bir kaza eseri oluşan yangınlarla ateşin gücünü keşfetti. Evrimci bilim, birbirini nakzeden rakamlar verse de her halükârda çok uzak bir geçmişten, yüz binlerce yıl öncesinden söz etmekte. Homo Sapiens’ten çok önce, Homo Erektus denen dik durabilen “insansı”lardan itibaren ateşin kullanıldığı iddiasında. Mağara içlerinde veya civarındaki “kamp ateşi” izlerinden hareketle varılan bu hükümlerin doğruluğu da bilimselliği de müphemdir.

Yine de gerçek olan bir şey var: “Bizler buz çağının alev saçan canlılarıyız.” Ateşin kontrol altına alınarak evcilleştirilmesi sadece insanın becerebildiği bir işti ve ödülü çok büyüktü. Uygarlığa geçişte en ileri adımdı. Ateşi söndürmemek hayatiydi; bunun için kendi aralarında görev dağılımı yapmış olmalıydılar. Ateşleri söndüğünde yeni bir yıldırımın düşmesini beklemek veya komşu kabilelerden istemekten başka şansları yoktu. Odunları kavlara sürtme yoluyla kendi kıvılcımlarını çakıncaya dek.

Boş vakit

Bu alevler onu hayvanlardan, en vahşilerinden bile korudu. Haşeratı da yırtıcıları da uzakta tuttu. Mağaralara, ağaç tepelerine muhtaç değildi; savanalara, ovalara daha fazla sokulabilirdi. Yanan dallar etkili bir silahtı; avı korkutmak, tuzaklara çekmek ve uçurumlara sürüklemekte çok işlevseldi. Artık gündüzcül olmaya da mahkûm değildi; karanlıkta da avlanabilirdi. İşlerini geceye de kışa da daha fazla yayabilirdi. Bilhassa buzul çağında insanın soğuk bölgelere yayılabilmesi mühimdi.

Etleri çiğ yemekten de kurtuldu. Günün üçte biri av bulmak ve onu yemeye çalışmakla, çiğnemekle geçerken şimdi pişirebiliyor ve besinleri kolayca tüketebiliyordu. Bunun sağladığı boş vakit insanlığına çok şey kattı. Pişirme sayesinde bitkisel besinlerin yenilmesi kolaylaştığı gibi, parazit ve bakteriler öldüğünden et yemek daha güvenli hâle geldi. Yaşlılar daha iyi beslenir oldu ve bu da ömrün uzaması manasına geliyordu.

Ateş sayesinde birbirleriyle, diğer kabilelerle haberleştiler. Hayat standartlarında ciddi bir iyileşmenin yanı sıra bu kültürel bir sıçramaydı da. Ateş başında yaptıkları sohbetlerle masallar, şiirler ve şarkılar neşvünema buldu. Mağara duvarlarına onun ışığı ve ilhamıyla ilk resimlerini çizdiler.

İneğin kutsallaşması

Çağlar boyunca insanın enerji ihtiyacı oldukça mütevazı kaldı. Sanayi devrimine kadar böyleydi. Güneşin yarı yolda bıraktığı durumlarda odun, saman ve kuru gübre devreye girdi. Organik maddelerden elde edilen bu biyokütle enerjisi, olumsuz bir etkisi olmayan, ekolojik ve yenilenebilir bir kaynaktı.

Hayvanların evcilleştirilmesi varlığını günümüze dek sürdüren yeni bir manzarayı şekillendirdi. Onların gıda üretiminde kullanımı ve güçlerinden yararlanılması tarihin önemli devrimlerinden bir diğeriydi. Bu, insan için yeni bir kullanılabilir enerji kaynağı demekti. Koyun ve keçi gıda için; öküz, eşek ve at da yük taşımak için evcilleştirilmeden evvel de insanın gündeminde önemli bir yer işgal ediyordu. M.Ö. 30 bin yıllarına tarihlenen Fransa ve İspanya’daki mağara resimlerinde yaban öküzlerine duyulan ilgi bunu açıkça göstermekteydi. Hint kültüründe ineğin kutsallaşmasına çok eski metinlerde rastlanması da bununla alâkadardı.

Binlerce yıla yayılan bu tedricî evcilleştirme süreci dünyanın farklı yerlerinde farklı zamanlarda gerçekleşti. Arkeolojik deliller en erken evcilleştirmenin M.Ö. 8 binlerde Asya’da vukua geldiğini söylemekteydi. Keçi ve koyun, eti, sütü ve derisiyle medeniyete katkıda bulundu. İnek ve öküz ise daha çok yönlü katkılar sundu. Çiftçiliğin gelişmesinde payları büyüktü; tarla sürdü ve yük taşıdılar. Eşek ve at da kas gücüyle kadroya dâhil olduğunda köy ve şehirlerdeki nüfus artışının önünü açtılar.

Sanayi devrimine değin vaziyet aşağı yukarı böyleydi. Nakliyede adı geçen hayvanlara ilaveten rüzgârın ve suyun gücünden de istifade ediliyordu. Denizlerde açılan yelkenler asırlar boyunca insanı murat ettiği limanlara taşıdı. Sulamada gerekli enerji için gene suyun gücünden yararlanılabiliyordu.

Sen benim efendim değilsin

Sürece eşlik eden bambaşka bir enerji kaynağı daha vardı: Köleler. Avcı-toplayıcı dönemde sosyal tabakalaşma gelişmediği için köleliğin tarım toplumuna geçildikten sonra başladığı tezi genel kabul görse de erken devirlerde de mevcudiyetine dair tezler vardır. 11 bin yıl önceki neolitik devrime takaddüm eden zamanları bolluk içindeymiş gibi tahayyül etmekten vazgeçtiğimizde ve avcı kabilelerin emir-komuta zincirinin gücünü fark ettiğimizde köleliğin başlangıç çizgisini daha geriye çekebiliriz.

Avcı sülâle ve kabileler birbirleriyle çarpıştıklarında mağluplar kendi hâline mi bırakılıyordu? Bunlardan en azından bir kısmı galiplerin hâkimiyetine geçiyor ve onların emirlerini yerine getiriyordu. Muhtelif sebeplerle kimsesiz kalmışlar veya kaçaklar bir diğer kabileye sığındıklarında farklı bir statüde kabul edilmiş olmaları kuvvetle muhtemeldi. Kurumsal dinlerin çok daha evvelce tecessüm ettiği göz önüne alındığında dinî otoritelere kendini adayarak gönüllü kölelik yapılmış olması da ihtimal dışı değildi.

Tarım devriminden sonra mülkiyet mefhumunun daha bir belirginlik kazandığı itiraz edilemez bir hakikatti. Tarlaların etrafına örülen çitler bunu açıkça gösteriyordu ve sırf bu çitleri çatmak için bile ilave güce, takate ihtiyaç vardı. Köle enerjisi bir ihtiyaç olarak belirdiğinde kendi arz ve talep piyasasını da hızlıca oluşturdu. Savaş esirlerinin yanı sıra aileleri infaz ve kaçırma yoluyla da insanlar köleleştirildi. Özgürler ile köleler arasındaki çizgi, çekilmeye görsün, giderek kalınlaştı ve kalıcılaştı. Artık doğuştan köle bir nüfus vardı ve yapılması gereken tonla iş için tarlalara sürülmeyi bekliyorlardı.

Köleliğin kurumsallaştığı ilk medeniyet olarak Sümerler gösterilir. M.Ö. 3500’lerde Sümerler Hammurabi Kanunları’yla kölelik hukukunu taşlara hakkettiler. “Bir köle efendisine ‘Sen benim efendim değilsin’ derse ve onlar o köleyi suçlarsa efendisi onun kulağını keser.” Babil, Mısır ve Roma medeniyetleri antik dönemdeki köleliğin başlıca merkezleriydi. Borcun ödenememesi bir tahsilat biçimi olarak köleliği devreye sokabiliyordu. Bu, maliyetleri azaltıyor ve çıktıları artırıyordu.

Maden ve taş ocaklarında çalıştırılmalarının yanı sıra Roma’da olduğu gibi eğlence amaçlı kullanılabiliyor, ölümüne gladyatörlüğe zorlanabiliyorlardı. Kâr getiren bir meta olarak satılmaya başlanması, sonraki dönemlerde arttı ve 14. asırda tepe noktasına ulaştı. Tüm bu aşamalarda din adamları ve filozoflar tarafından çoğu zaman onay verilen bir uygulama olarak kölelik, enerji altyapısının yerine ikame edilebilen sistemik bir unsurdu. Öyle ki, köle enerjisi sonradan bir enerji birimi olarak dahi kullanılacaktı. Bunca ilerlemeye rağmen günümüzde de, çoğu çocuk 40 milyon insanın köle statüsünde çalıştırıldığı gerçeğine baktığımızda köleliğin derin köklerini kavramaya daha fazla yaklaşabiliriz.

Kömü­rün yükselişi

1600’lerde yeni bir oyuncu sahneye çıktı ve İkinci Dünya Savaşı’na dek başrolde oynamayı sürdürdü. Kim bilir kaç –yüz?- bin yıllık bir çağı kapatıp yenisini açan bu hızlı değişimin öznesi kömürden başkası değildi. En bereketli fosil yakıtı olarak dünyanın hemen her yerinde 2 binden fazla büyük rezervleri vardı.

Milyonlarca yıldır, ta 360 milyon yıl önceki dinozorlardan bile önce oluşmaya başlamış bu maden, güneş enerjisini cisminde saklayan ormanların ve bitki örtüsünün havadaki karbonla toprağın altında meczolmasının bir ürünüydü.  Bataklıklara düşen bitkiler çamurla ve oksijensiz suyla kaplandığında veya kıyılardaki ağaçlar buzullarla örtüldüğünde süngerimsi tabakalar teşkil etti ve bunlar uzun devirler boyunca jeolojik baskılar altında dönüştüler.

İnsan onu belki çok eskiden beri tanımaktaydı fakat odunun yerine kullanmaya başlaması için birçok özel faktörün bir araya gelmesi gerekti. Scott L. Mongomery Küresel Enerjiye Yön Veren Güçler kitabının Kömürün Öyküsü: Kriz, Avantaj ve Şanslı Tesadüf bölümünde bunu harikulade bir biçimde anlatmaktadır. Britanya kasabalarının nüfus artışı, sömürgecilik maksatlı keşifler ve İspanya’yla rekabet, odun haricinde yeni bir kaynağı zaruri hâle getirmekteydi. 1400’lü yıllarda zenginlerin malikânelerinde kullanılan kömür yok olmakta olan ormanların yerini tutabilir miydi?

Ormansızlaşma krizi, her biri için bin meşe ağacının kesildiği gemilerin yapımının kaçınılmaz bir sonucuydu ve Britanya sömürge yarışında geride kalmamak için duraksayamazdı. Kömür bol miktarda ve ulaşılabilir yerdeydi. Limanlara kerestelerden daha kolay ve hızlı nakledilebiliyordu. Odun kömüründen daha dayanıklıydı ve daha sıcak bir alevle yanmaktaydı.

Kitaptaki en güzel pasajlardan biri şurasıdır: “Standart tarih kitaplarının çoğunda kömürün yükselişi kaçı­nılmaz gibi gösterilmiştir. Durum bundan çok farklıdır. Kömü­rün yükselişi ne kazara olmuştur ne de tepeden inme gerçekleşmiştir…/ Geriye dö­nüp bakıldığında da odun kullanan bir toplumdan kömür kulla­nan bir topluma geçişteki büyük dönüşümün kimileri entelektü­el ve siyasal olmak üzere bazı tarihi olaylara dayandığını görü­rüz. İngiltere sömürgeci ihtiraslarından, bir donanma impara­torluğu olma özleminden vazgeçseydi, işler en azından bir süre­liğine, çok farklı olabilirdi.”

Medeniyetin gücü

Kitapta, kömürün İngiliz emperyalizmiyle bu içsel rabıtası kadar, endüstri devrimiyle olan irtibatı da çok iyi tasvir edilmiştir:“Genellikle Endüstri Devrimi diye söz ettiğimiz buluşlara da­yalı girişim, kömürün yapabileceklerini kontrol altına alarak her türden makine için yeni enerji kaynağını temel aldı ve kullanımı­nı ticari, meskûn ve resmi hayatın tüm yönlerine dâhil etti.”

Önceleri yer yüzeyine yakın rezervlerden çıkarılan kömür zamanla maden damarlarının tükenmesiyle daha derinlerde aranmaya başladığında su drenajı ciddi bir mesele olarak baş gösterdi ve bu meselenin üstesinden gelmek için aranan mekanik çözümler buhar makinesinin kazanacağı başarının da habercisiydi.  “Britan­ya kapitalizmi Watt’ın buhar makinesini değirmenlerde ve maden ocaklarında, kısa süre sonra da demiryolu ve buharlı gemilerde ol­duğu gibi düzinelerce etkili biçimde kullanarak 1800’lerin başında İngiltere’yi ‘Avrupa’nın atölyesine’ dönüştürdü. Bu tür kullanım­lar aracılığıyla buhar ‘medeniyetin gücü’,  kömür ise ekonomik, askeri, teknolojik ve endüstriyel genişlemenin yakıtı haline geldi.”

Fransa mesela bu kadar avantajlı değildi. Kömürü birinci sınıf kalitede değildi ve nakliyesi pahalıydı. Bu, onun sömürgecilik yarışında ve iki dünya savaşı arasındaki konumunda belirleyici faktörlerden biriydi. 1800’lerde kömür, sanayi gücünün en önemli aktörüydü ve 20. asırda da bu durum değişmedi. Avrupa ve Amerika’da kömür yaygın olarak bulunmasaydı onu ele geçirmek için bambaşka bir sömürgecilik dalgası muhakkak ki yaşanırdı. Yine de bu güçler, gemileri okyanuslara açıldığında kömür yataklarının konumunu stratejik bir mesele olarak ele almak durumunda kaldılar.

Kara altın

Kömürün hikâyesi aniden başlamış, “arkeolojik anlamda göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleşmiş bir değişim”di ve “ardından gelen geçiş daha ani oldu.” Çünkü 1700’lerin ortalarında buharlı makine, Sanayi Devrimi olarak nitelenen yepyeni bir dönemin kapılarını açtı. Kömürle işletildiğinde rüzgârdan, sudan, atlardan daha güçlü olan bu sistem hepsinden de ucuzdu. Lokomotiflerde, fabrikalarda, çiftliklerde kullanımı hızla yaygınlaştı. Onun marifetiyle 1880’lerde ilk elektrik jenatörü bile yapıldı. Edison ise Wall Street kodamanları ve New York Times için ilk elektrik ışığını o dönemde kullanıma sunuyordu.

Petrolün buharlı makineyle izdivacı modern uygarlık adına hoş bir tesadüftü. Petrol, “kara altın” olmazdan evvel bilinmeyen bir nesne değildi aslında. Antik çağlardan beri bir şekilde kullanımdaydı. Yerin yüzeyine sızan şekliyle, genellikle binalarda ve izolasyon amaçlı kullanılmaktaydı. Hatta Heredot’un rivayetine göre Babil Kulesi’nin duvarlarının yapımında ondan yararlanılmıştı. Roma İmparatorluğu ise arabalarda kayganlaştırıcı ve savaşlarda yakıcı bir silah olarak kendisinden istifade ediyordu. Sanayi devrimiyle birlikte bakış değişmeye başladı.

Ham petrol, yerin kabuğunda kendiliğinden oluşan organik bir terkipti. Hidrokarbon terkibi nitrojen ve sülfür gibi başka elementleri de haviydi. Sondajla çıkarılan bu sıvı yakıtın nasıl oluştuğuna dair teoriler zıt yönlerde ilerlemektedir. Gezegenin oluşumu sırasında volkanik hadiseler veya göktaşı çarpmasıyla hidrokarbonların yerin derinliklerinde birikmesi ve sonradan yüzeye bir yol bulup yaklaşması bu izahlardan bir tanesidir. Uygarlığın beklentileri için önemli olan teoriler değil pratikti: Şu an bol miktarda vardı ve ihtiyaçlar acildi.

Eğlence mekânlarındaki artış, evleri büyüyen orta sınıfın talepleri, balina yağından başka alternatifleri gerektiriyordu. 1850’lerde balina avlanma oranı aşırı yüksekti ve avcılar balina bulabilmek için daha uzaklara gitmek zorundaydı; bu da fiyatlara yansıyordu. Kömürden elde edilen havagazı ve gazyağı pahalıydı ve kötü kokusuyla düşük kaliteliydi. “Gözü kara” bilim adamlarıyla müteşebbisler el ele verip petrolden para kokusu alan içgüdülerinin peşine düştüler.

Gereken tetkikler Yale’li jeolog ve kimyagerlerce yapıldı. Petrolün vaat ettiği yan ürünler göz kamaştırıcıydı. Süratle açılan kuyular balinaları yok olmaktan kurtardı. Kömür ile rekabet seviyesine gelemese de artık makine çağının bir parçası olmayı çok çabuk başardı. İçten yanmalı motorun taşımacılığa hâkim olmasıyla birlikte dengeler petrol lehine süratle değişti. Onun medeniyete, yeni sömürgeciliğe, dünya savaşlarına olan birincil etkileri de aynı süratle kendini belli etmeye başladı.

Sırada ne var?

Petrol zamanla bir kız kardeşle konumunu paylaşır oldu. Bu, metan ve etandan oluşan renksiz ve yanıcı Fosil Gazı’ydı. Bitkilerin güneşten edindikleri enerjinin kimyasal bir formatta korunarak yerin altında milyonlarca yıl yoğun baskıya maruz kalması neticesinde teşekkül etmişti. Kömür ve petrolün hayat hikâyesine benzer badirelerden geçtikten sonra onlarla aynı kulvarda koşacak, elektrik ve ısı üretiminde, araçların yakıtı olarak enerji piyasasındaki yerini gün geçtikçe artıracaktı.

Doğal gazın ilk keşfi, M.Ö 6000-2000 arasında İran ve Azerbaycan taraflarında oldu. Yerin yüzeyindeki gaz sızıntıları yıldırımlarla ateşe dönüştüğünde İranlıların ateşgedelerini ve ateşi kutsayan Mecusiliği şekillendirdi. M.Ö. 900’lerde de antik Çin’de, derinlerdeki tuzu çıkarmak için bambularla zemini deştiklerinde kazara doğal gaza ulaştılar ve gazı bu bambularla nakletmenin bir yolunu buldular.

1920’lerde boru hattı teknolojisinin gelişmesiyle sisteme daha fazla girdi sağlayan gaz, İkinci Dünya Savaşı’nı müteakip geniş çaplı projelerin konusu oldu. 1970’lerden beri Rusya en uzun boru hatlarıyla anıldı. 1960’lardan sonra ham petrol akışından yolları ayrılarak, üretiminin ucuzlaması sağlandı. 70’lerde petrol krizinin doğurduğu yeni arayışlarda enerji piyasasındaki yeri daha bir perçinlenmiş oldu. Şu anki hâliyle dünyayı 250 yıl idare edecek rezervleri var ama nüfusla birlikte kullanım oranının artacağı hesaba katıldığında ömrünün 100 yıl kadar kaldığı söylenebilir.

Nükleer apayrı ve upuzun bir bahis. Ama bu saydığımız kaynakların hepsi ortak bir yöne sahip: Hepsi ateşin türevi ve enerji olma niteliklerini güneşe borçlular. Odun da, kömür de, petrol de, doğal gaz da. Hepsinin belli kısıtları var ve sınırsız değiller. Hepsi de sınırlarına yaklaştığında tevazuyla yerini bir sonrakine bırakıyor.

Sırada ne var? Tartışmalar sürerken enerji uzun yolculuğuna devam ediyor. O durduğunda zaten tartışmalar da duracak.