Yazarlar

Dünyaya boy veren “Buğday”: Türkiye

Son yıllarda Türk sinemasında belirgin bir kıpırdanma var. Hayır bunu vizyona giren yerli yapımların sayısının artışı anlamında söylemiyorum.

Sade suya tirit komedi filmleri, sırf vakit dolsun diye çekilen filmler değil derdim. Dini değerlerin üstünden atlayıp korku figürü olarak cinleri ele alan filmler de değil.

TRT filmleri kapsamında çekilen ya da gösterim desteği alan filmlerin dünya festivallerinde boy gösterdiğini, farklı ülkelerle ortak yapımlara girişildiğini ve bir yol oluşturulmaya başlandığını söyleyebiliriz.

Gönül dilini nasıl kuracağız?

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın verdiği desteğin nitelikli işlere doğru yöneldiğini, genç yönetmenlerin de kendilerini gösterebileceği bir kulvardan söz ediyoruz.

Bazı yönetmenler vardır, çektikleri filmler kadar çekmedikleri yapımlar da kıymet ifade eder.

Bu isimlerin başında Semih Kaplanoğlu geliyor. Yumurta, Süt ve Bal üçlemesinin ardından izleyiciyi büyük beklentiler içine sokan Kaplanoğlu sadece kendi ülkesinin sineması için değil, dünya sineması için de özgün bir yöntem ortaya koyuyor.

Özellikle ülkemizin yakın tarihi içinde yaşanan örnekleri sinemaya aktarmak isteyen Kaplanoğlu çalışmalarını uzun vadeli hazırlıklarla çekiyor.

Tıpkı yedi yıl sonra gelen Buğday (Grain) gibi.

Semih Kaplanoğlu’nun her projesi neredeyse Türkiye’den önce dünya sineması ölçeğinde iş yapan ülkelerin ilgisini çekiyor. Bu sebeple Buğday’ın Türkiye, Almanya, Fransa, İsveç ve Katar ortak yapımı olması şaşırtıcı değil.

Çekimleri Amerika’nın Detroit kentinde, Almanya ve Türkiye’de yapılan filmin dilinin İngilizce olması, sözünün tüm dünyaya olduğunu gösteriyor.

Filmin oyunculukları da titizlikle seçilmiş. Jean – Marc Barr, Ermin Bravo, Grigory Dobrygin ve Cristina Flutur filmin öne çıkan isimleri.

Filmin diliyle ilgili soruya şu cevabı veriyor Kaplanoğlu: “Konuştuğumuz dil anlaşmamız için yeterli bir argüman değil. Gönül dili eksikliğimiz var aslında, yani sevgisizlik. Bütün bunlar ortadan kalkmadığı sürece istersek hep aynı dili konuşalım, aynı hikayeleri dinleyelim, seyredelim bizi birleştirmiyor. Onun için bizim aslında daha üst bir dilin olduğunu, beşer dilinin de üstünde bir dil olduğunu hatırlamamız ve hayatımızda ispat etmemiz, göstermemiz, o dille konuşmamız lazım.”

Filmin tamamının siyah beyaz olduğu düşünüldüğünde, dijitale yüz vermeden 35 mm ile çekilmesi, sinemada yenilenme amacına yakın durduğunu gösteriyor yönetmenin.

Buğday’ın dünya prömiyerini Saraybosna Film Festivali’nde yapması aslında birbirinden uzaklaştırılan coğrafyalara ve gönül diliyle konuşanlara bir selam niteliğinde.

O selam bir çoğumuzu heyecanlandırmış ve Saraybosna Ulusal Tiyatro’da filmi izlemek için buluşanlar ariflerin dilini gelecekte geçen bir filmde gönüllere nakşetmenin mutluluğunu yaşamışlardı.

Ariflerin dili dedik ya, öylesine söylenmiş bir şeyden söz etmiyorum. Fırsat buldukça Semih Kaplanoğlu ile kahvelerimiz eşliğinde sohbetler gerçekleştirdik. Filmin anlattığı dünyanın alt metnini nelerin oluşturduğu merak ettiğimiz konulardı.

“Buğday” sadece bir film değil

 Öncelikle şunu söyleyeyim, eşi Leyla İpekçi ile 5 yılda ördükleri filmin yapısı sadece bir sinema filmi olarak şekillenmiyor. Bu sebeple, formun ötesine geçmekte yarar var.

Buğday sadece bir film değil. Bunu, ilk izleyişinizde sizi “çarpan” etkisiyle karşılayan fragmanından da anlamak mümkün.

Buğday filminin içeriği ve derdinin ne olduğunu ele almadan önce gelin Türkiye’nin içinden geçtiği iğne deliklerine gidelim ve yaşlı dünyamız hangi hüzünleri yaşadı birlikte bakalım.

Türkiye’nin hamuru nerede yoğruldu?

Yakın geçmişte Türkiye denildiğinde akla daha çok ‘etkilenen ülke’ geliyordu. Çünkü dünyayı etkileyecek birikimi içeri hapsedilmiş ve ne kadar susarsa o kadar sus payıyla geçinmenin yollarını arıyordu.

Ekip biçtiğinden teknolojisine kadar kendisi için belirlenen alanda dünyayı yöneten erklerin puzzle oyunculuğundan kendi topraklarını nasıl kurtarabileceğinin hesabını yapıyordu.

Çünkü savaş kapıdaydı ve cehenneme çevrilen, Ortadoğu olarak işaretlenen parçalara ayrılmış ülkeler bir asır önce Payitaht’a yani İstanbul’a bağlıydı.

Bir önceki sahnede ise Balkanlarda yaşananları görüyoruz filmde. Avrupa’nın ve medeni olduğuna bizi ikna etmek için her tür aygıtı üzerimize salan kavramın her çağrışımı ile Batı’nın, “gözü gibi baktığı” coğrafyada,  Bosna Hersek’te büyük katliam yaşandı.

Türkiye’de ise devletin gözleri içerideydi. Mürteci ve çağdaş ayrımları devletin olduğu kadar, iktidarlar deviren medyanın da ana gündem maddesiydi.

Bu sebeple Bosna’nın beklediği yardımlar sivil toplum kuruluşlarının çabasıyla ve aziz milletimizin destekleriyle ulaştırılabildi.

Savaş belki bitti ama yönetilemeyen ülkeler arasına Bosna Hersek de katıldı. Daha doğrusu “Dayton” dayatması ile bir zafer tehir edilmiş, bir halk rehin alınmak istenmiş, bir lider, büyük bir lider olan Aliya, o sağlam iradesiyle, milletine, üzerine bir yarın inşa edeceği ülke bırakmayı “başarmıştı”.

Yüzlerce yıllık minarelerin coğrafyası Balkanları dolaşırken bozulmamış Anadolu’yu görürüz bu sebeple. Her minare, Müslüman kardeşlerinizle aynı kıbleye döndürmektedir sizi.

Haritada varolma savaşı

Savaşlar etrafımızı sararken Türkiye öncelikle yaralarını sarıyordu. Birbirinden uzaklaştırılan toplum kesimlerinin arasındaki ayrışmayı bitirmenin çabası içindeydi. Her darbe ile daha çok yara almıştık. Ve son postmodern olanı toplumun temel harcını oluşturan sosyolojiyi hedef almıştı.

Önce içerisi toparlandı. Sonra sınırlara bakıldı. Delik deşik olan ve neredeyse kontrolü teröre ve destekçilerine bırakılan bölgeler gözden geçirildi. Güne, şehit edilen gençlerinin isimlerini duyarak başlayan Türkiye karakol baskınlarından kurtarıldı.

İç Anadolu’da yaşayanların sadece ekranda çatışmalarla gördüğü bölgede kardeşlik havası esti. Zorlu bir süreçti. Osmanlı’yı parçalara ayıranlar müreffeh ülkelerinde kurdukları silah fabrikalarına abone yazmışlardı çoğu ülkeyi. Buna biz de dahildik.

Askeri teknoloji alanında İsrail’in verdiği teçhizatın modernizesi için hep kapısındaydık.

Sonra oyunu kuranlar bize yöneldi. Ekonomisi güçlenen, komşularıyla ilişkilerini artıran, yeri geldiğinde arabuluculuk yapan ülkemizi çevreleme harekâtı başlatıldı.

Afganistan, Irak ve Suriye’den sonra dünyayı yöneten şirketler ve ülkeler, daha doğrusu şirketleşen devletler ve devletleşen şirketler, bu kez cetveli ve kalemi ellerinden bırakmadan ülkeleri haritadan silmenin hesaplarını yapıyorlardı.

Türkiye nerede bir acı varsa oraya insanlığı taşımanın adı oldu hep.

Filistinli kardeşinden Arakanlı mazluma kadar. Sadece Türk olmasına ya da Müslüman olmasına bakmadı. Nerede gözü yaşlı insan varsa onlarla birlikte ağladı. Onların yüzü gülünce bizim de yüzümüz güldü. Adını bile bilmediğimiz ülkelere yardım taşıyan kuruluşlarımızın yanında artık devlet de vardı.

Afrika’da adalet bekleyen ve sömürülen Müslümanlar Türkiyeli kardeşlerini gördü yanlarında. Köprüler kurulmuştu artık, birilerinin diktiği bariyerleri taşıracak kadar güçlü bir insanlıkla.

İnsanlığın üzerine kapatılan kapının adı: Avrupa

Ülkesinde savaşın ortasında kalmış insanlara kapılarını açtı. Dört milyona yakın mülteciyi ülkesinde ağırlayan Türkiye, Avrupa’nın kapılarını nasıl sımsıkı kapatmak için çırpındığını da gördü.

İnsan hakları ve özgürlüğü dillerinden düşürmeyenlerin, üst geçitlerin altlarını sığınan yurtsuzların kalmasını engellemek için sivri kayalıklarla doldurduklarını, çadırlarını dağıttıklarını da gördü dünya.

Beyrut’ta Filistinlilerin hayalleriyle birlikte çevrelendiği kampı dolaşırken o güzel ve onurlu insanların zorluklara tahammül göstermeleri karşısında umudum artmıştı.

Anne ve babalarını bombalar altında kaybeden yetim ve öksüz çocukların ellerindeki balonlarla bir an için acılarını unutmaya çalışması, bizim yüklendiğimiz sorumlulukların ne derece ileri boyutta olduğunu da gösteriyordu bize.

Müslüman ülkeleri yarı açık cezaevine çeviren Batı, silah fabrikalarının yanına İslam diniyle özdeşleştirmek için çırpındığı terör örgütlerini de konuşlandırdı. Filmlerinde çok önceden tipolojisini oluşturdukları cihadistler(!) artık Müslümanları katletmeye hazırdı.

Yeni dünya ordularının ilk hedefi: ‘Gıda’

Ve dünya başka bir savaşın içine doğru ilerliyor. Aç kalan ülkelerin yeraltı zenginliklerini taşıma şirketleri kuran Batı, yiyeceği olan ülkelere de hazır gıdaları ve GDO’yu pazarladı. Artık yediğimizden ve içtiğimizden emin değiliz. Büyük şirketler işlerini ustalıkla hallediyor. Topraklarımızı bereketlendiren tohumların yerini daha fazla kar elde edebilme hırsından oluşan hızlılık aldı.

Geleceğin savaşları acaba gıdayı da bir silah olarak kullanacak mı?

Yumurta, Süt ve Bal’ın kaynağı: “Buğday”

Semih Kaplanoğlu Ege’nin köylerini dolaşırken yaşlı bir teyzeyle sohbet eder. Savaş ve yokluk yıllarıdır.

İnsanlar o zor koşullarda yiyecek bulamadıkları için tohumlukları dahi yer bitirirler. Savaş biter ve artık hayat normale döner.

Ama ne ekip biçeceklerdir?

Yaşlı teyze onlara karıncaları takip etmelerini salık verir. Ve karınca yuvalarını dağıtmamaları için de nasıl yapacaklarını tarif eder. Karınca deyip geçmeyin. Hazreti Süleyman’ı hatırlayın.

Toprağa şekiller çizer. Karıncalar yiyeceklerini ayrı yere, ölülerini ayrı yere koyar. Tarif ettiği şekilde yuvalar kazılınca ortaya buğday yığınları çıkar. Karıncalar daneleri toplamış ve yuvalarında korumuşlardır.

“Korunaklı şehirler”den “ölü topraklar”a

Buğday filmi iki bilim insanı Cemil Akman ile tohum genetiği uzmanı Prof. Erol Erin’in, “korunaklı şehirler”den ayrılıp, girilmesi yasak olan “ölü topraklar”daki arayışlarını konu ediniyor.

Cemil Akman’ın Erol Erin’le yolculuğu, yolda gördükleri, yaşadıkları aslında Musa ve Hızır Aleyhisselam’ın Kur’an’da anlatılan kıssasının hikmetini de filme taşıyor.

Özellikle bencilleşen insanoğlunun korunaklı dünyada ötekileştirdiği ve aç bıraktığı insanları düşünmeyişi filmin öne çıkardığı konular arasında.

Diğer distopya filmlerinden ayrılan özgün bir yönü var Buğday filminin.

Arifler hazinesine uzun bir sefer

Anadolu’da büyük bir arifler hazinesi olduğunu ve Anadolu medeniyetinin o ariflerle canlandığını belirtiyor Semih Kaplanoğlu ve ekliyor: “Film yaparken, dünyaya seslenirken, kendimizi anlatmaya çalışırken sırtımızı dayadığımız yer orası olmalı. Orada keşfedilmemiş bir hazine var. Onu bizim bütün sanat eserlerinde, yaptığımız her şeyde bir tür referans noktası olarak görmeye yeniden başlamamız lazım. Türkiye’nin birliğinin harcında o var, o nefes var.”

İki bilim insanının tohumluk arayışlarında geldikleri Anadolu topraklarında gizli hazineye ulaşmak için çıktıkları yolculuklar şu modern dünyada neredeyse unutayazdığımız ve değersizleştirilmesine göz yumduğumuz ‘hikmet’i anlatarak değil de göstererek gönülleri kazanıyor.

Tıpkı Türkiye gibi…

15 Temmuz’da darbe ve işgal girişiminde bulunan Fetö terör örgütünün Anadolu insanının irfani geleneğini nasıl yağmaladığını ve Türkiye’yi, iç etmek, hiç etmek isteyen güçlere nasıl parça parça ulaştırdığını görünce, imitasyon nesillerle ne tür kirli ve büyük oyunlar oynandığını daha yakından görüyor insan.

Buğday mı Türkiye mi?

Film, dünyanın umudu bir ülkeyi içerden tarumar edenleri gösteriyor.

“Korunaklı şehirlere, ölü toprakları” çoğaltma imkanı sunmak isteyenleri gösteriyor.

Sadece bugünün insanına değil, gelecek nesillerin umuduna da kan doğramak isteyenleri de gösteriyor.

Semih Kaplanoğlu, büyük bir istilayı ve büyük bir umut halkasını gösteriyor aslında.

Filmi izlerken Buğday’ın yerine ben Türkiye’yi koydum.

Bir buluş değil elbette bu. Filmi okumaya giriştiğinizde aslında buğdayın, yani yeniden hayatı canlı tutacak şeyin bir umut olduğunu da hissediyorsunuz.

Türkiye, mazlumların umududur.

Türkiye, toprağındaki berekete saldıranların ‘korku’sudur.

Türkiye, iman edenlerin yüreklerinde taşıdıkları tohumdur.

Bu tohum, gönülden filizlenecek ve sayha sayha yeryüzüne yayılacaktır.

Dünyadaki tüm kötülüklerin karşısına çıkabilecek filizlenmedir Türkiye.

Dağılmış duvarı yeniden örmesidir Hızır’ın.

Çünkü dünyanın yetimlerinin gelecek umudu kem gözlerden sakınılmalıdır.

Kötücül bakışların üzerimizde gezdiği bir dünyada, suyun yüzeyindeki kundaklı bebeyi bir sepetin içinden alıp büyütecektir Türkiye.

İster adı Afrika olsun, İster Asya, ister Batı, isterse Doğu.

Diriliş tohumları toprağa serpiliyor

 Kapatırken, önce bir not: Saraybosna’nın ardından Londra’da izleyiciyle buluşacak Buğday.

Ve, gelelim mühim soruya.

Her filmiyle dünya festivallerinden ödülle dönen Semih Kaplanoğlu bu filmiyle de ödüller alabilecek midir?

Ya da soruyu şöyle soralım.

Seçici insanlık gösterileri ile dünyayı sallayanlar, milyon dolarlık reklamlar yapanlar, yeryüzünün her yerindeki mazlumlara elini uzatan Türkiye’nin merhamet atlasını, okumayı, görmeyi, anlamayı başarabilecekler midir?

Ödülleri geçtim, kendilerini sigaya çekip oynadıkları oyunlardan vazgeçecekler midir?

Filmin sonunda yazılar akarken teşekkür kısmında mazlum coğrafyalara ümmetin soluğunu ulaştıran İHH’yı gördüm.

Mutluluk gözyaşlarımı silmedim bile.

Çünkü hala nice mazlum coğrafyalarda bizden ses bekleyenler var.

Filmin ana sponsoru Torku.

Siz onu Türk olarak anlayın.

Bizden ve sahici adımlarla hangi mazlumun elini tutmaya gidiyorsak, bilin ki tohumlar toprağa serpiliyor.

Onlar ‘ölü topraklar’ desin.

Biz dünyayı diriltmeye hazır mıyız?