Yazarlar

Büyük yalnızlığımız

Kemal Sayar

“İnsan kökten yalnızlıktır” diyor Ortega y Gasset. Yine de hepimiz yalnızlığı hayatımızın bir döneminde somut bir gerçeklik olarak yanı başımızda tecrübe ediyoruz. Tek başına olmaktan, kalabalıktan kaçıp kurtulmaktan farklı olarak bazen insanların arasında onunla dolaşıyor, onu soluyor ve onu yaşıyoruz. İnsan bir gölge gibi kendi yalnızlığını da peşi sıra sürüklüyor. İnsan sadece çevresinde insanlar yok diye yalnız olmaz, bazen insanlar varken de yalnız kalınır. Sizi anlayan bir kişi yoksa, derdinizi dinleyecek,  size değer ve önem verecek bir kişi yoksa, insanların ortasında da yalnızsınızdır. Hallâc-ı Mansur’a atfedilen bir söz var, “Cehennem acı çektiğinizi kimsenin duymadığı yerdir” diyor. Yalnızlar seslerini kolay kolay duyuramazlar, içlerindeki o çöl sıcağı gibi kavurucu acıyı, dilsiz dudaksız gezdirirler.

Yalnızlığımız rengarenk; bizimle hayata aynı istikamette bakmayan, yahut bir dönem aynı istikamete baktığımız insanlardan kopuşla ortaya çıkan yalnızlık; dünyada bizimle aynı değerleri savunmayan insanların ortasında kalmanın getirdiği yalnızlık veya çok sevdiğimiz birini kaybetmenin yalnızlığı. Yanı başınızda daha düne kadar sıcaklığını hissettiğiniz bir insan birdenbire öte alemlere sırlanıyor veya mesafeler ve yaşamlar ayırıyor yollarımızı. Ve birdenbire kendimizi yapayalnız hissediyoruz. Duygusal yalnızlık yaşıyoruz, bazen kendi duygularımıza ulaşmakta zorluk çekiyoruz. Kendimizi tanımakta zorluk çekiyoruz, kendimizi azar azar kaybediyoruz. Bazen insan ilişkileri konusunda toplumsal yalnızlık yaşıyoruz. İnsanlara ulaşmakta zorlanıyoruz.  Kozmik bir yalnızlıktan bunalanlar var, yaratıcıya yabancılaşıyorsunuz. Ona olan mesafeniz uzuyor, ona gidecek yolları bulamıyorsunuz. Bazen sesimizi duyurmak, insanlarla buluşmak ve konuşmak isteriz fakat bize ait bazı sebeplerle  duyuramayız. Utangaç olabiliriz, kendimizle ilgili değerlendirmemiz çok kötü olabilir, özgüvenimiz düşük olabilir, iç seslerimiz çok aşırı eleştireldir ve bize durmadan parmak sallıyordur. Aidiyet veya kimliğimizden ötürü dışlanıyor, hor görülüp  dışarıda bırakılıyor da olabiliriz.

Yakınlığın kaybı ve iyileşmeyen yaralar

İnsan aşinalık arayan bir varlık. Yabancı bir  şehre gittiğimizde orada evimize benzeyen işaretler ararız. Dünyanın bize yurt oluşu, onun panoramasının aşinalığından neşet etmiyor; yoldaş, dost, yaren aşinalığı yoksa dünya da yurt oluşa dair desenlerini yitirip gurbete dönüşüyor. Yalnızlığı “ihtiyaç duyduğumuz o çok özel yakınlığın kaybı”  olarak tarif etmek, onu tüm tezahürleriyle ihata edebilecek bir tanım kanaatimce. Tek başınalık bizim seçimimizle, insanlardan zaman zaman kendimizi tecrit etme isteğimizle ortaya çıkan iradi bir yalnızlaşma, yalnızlık ise şifasını aradığımız, bir bağ arayışı içerisinde olduğumuz, bizi anlayacak, yankılayacak bir insanın hasreti içinde olduğumuz, kurtulmak istediğimiz bir sıkıntı, bir illet gibi. Her iki türü de kalabalıklar içinde sürüklenirken en derin ve onulmaz kederi yaşatıyor insana. “Yalnızlık bir yağmur gibidir./ Denizden akşamlara yükselir; / uzak ve ıssız ovalardan esip gelir,/ çıkar göğe, her zamanki yerine./ Ve düşer gökten kentin üstüne.” diyor Rilke. Ovalar ve denizleri aşan pusun şehre yağmur olup yağması gibi kentli insanın yalnızlığı da, her defasında bir soğuk temasın bıraktığı buz yanıkları yüzünden derinleşiyor, ruhunu bir türlü iyileşemeyen yaralar sarıyor. Her temas, vaat ettiği derman yüzünden daha büyük bir hüsran yaratıyor.

Yalnızlığın obeziteden ağır toplam maliyeti !

Köyden kente göç büyük oranda tamamlanmış olsa dahi, halen bir önceki kuşak tarafından dayanışma kültürünün sürdürülmesi sayesinde, kentlerimiz mutlak manada yalnızlaşmış bireylerin dramında boğulmaktan birkaç soluk daha uzakta çok şükür. Batıdakilere nispetle kentlerimizde toplumsal ağların daha sıkı örülmüş olması, insanların birbirlerini arayıp hal hatır sormaları, başta yakın aile çevresinin maddi- manevi desteği ve yakın gözetimi sayesinde şükür hala bir toplumsal ağ içinde yaşıyoruz.  Aşırı bireycilik, bireyi aşırı takdis etme, yüceltme, toplumsal ağları birey uğruna feda etme modern batının bir hastalığı adeta. Kutsal olan bireyi her türlü değer hiyerarşisinde en tepede görmek, onun özgürlüğünü her şeyin rağmına sonuna kadar savunmak, insana verilen bir paye gibi görünse de nihai kertede insanlığın kolektif selameti için çok da arzu edilmeyen neticeler yarattı. Genç bir insanın daha yaşlı bir yakınına kendini adaması, veya bir anne babanın 18 yaşını doldurmuş evladına bakmak zorunda olması, “herkese karşı herkesin savaşı”nı yalnızca normlarla zapt-ü rapt altına alabilmiş toplumlarda akıllara ziyan tercihlerdir. Bu zihniyete göre, herkes kendi ayakları üzerinde durmalıdır. Bunun da kaçınılmaz olarak yarattığı bir maliyet var; korkunç bir yalnızlaşma. Yalnızlığın sebep olduğu sağlık maliyetlerinden bahsediliyor, istatistiklere göre yalnızlığın ölüm oranını %40 artırdığı, günde 15 sigara içmeye eşdeğer olduğu, pek çok kronik hastalığın  ve bu arada depresyon, endişe gibi marazi ruhsal durumların yerleşmesine zemin hazırladığı bildiriliyor. Hiperbireycilik ve rekabet toplumunun yarattığı bu hastalık, obeziteden bile daha tehlikeli sağlık açısından.

Yalnızlık karşısında özellikle hassas nüfus gruplarının daha ağırlıklı olarak gözetilmesi gerekiyor. Yaşlılar, ergenler ve engelliler yalnızlaşmaya daha eğilimli gruplar olarak karşımıza çıkabiliyor. Ama yalnızlığın kendisi bir alarm durumudur. Yalnızın bir insana, bir insanın sıcak yakınlığına susuzluğu vardır.  Susuzluk hissettiğimiz zaman suya yöneliriz. Mevlana’nın çok güzel bir sözü var, “Nasıl susamış bir dudak suyu ararsa, su da susuzluğunu dindireceği bir dudak arar.” diyor. Yalnızlığın yarattığı yoksunluk ağrısı, aynı fizyolojik ağrı gibi, beyinde ağrıyla ilgili merkezleri  aktive ediyor. Bir tür ruh ağrısı yaşıyoruz. Ve bize “git insan bul, çünkü sen insan olarak insanı arayan bir varlıksın” diyor. Hepimiz sosyal varlıklarız, insana ihtiyaç duyuyoruz. İnsanla var oluyoruz. “Ne yanar kimse bana âteş-i dîlden özge/Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı”.

Kapımızı bir sabah rüzgarı çalsın istiyoruz, bir insan sesi bizi onaylasın, bizi dinlesin, bize bu dünyada varlığımızın bir işe yaradığını hissettirsin.

Boşluklar yok olup göz temasını kaybedince …

İnşa ettiğimiz şehirler ve şehirleşme biçimi, yalnızlığı tırmandırıyor. Beton kuleler inşa ediyoruz, o beton kulelerde insanların birbirlerine selim bir temas imkanı bulunmuyor. Apartmanlar, insan yüzleriyle muhatap olma, hasbıhal etme imkanını minimize ederken,  gürültü ve binaların yapısal-fonksiyonel sorunları durumunda karşılaşma riskini maksimize eden bir mekan psikolojisi dayatıyor mukimlerine. Sadece çıkar çatışması halinde yüzleşebiliyor insanlar. Şehrin içinde insanların buluşamadığı devasa mahalleler inşa etmenin, yüz mahalleyi bir arada tutan siteler inşa etmenin, küreselleşmenin bu tezahürünün toplumsal ve ruhsal maliyetleri tahmin edilenin çok ötesinde.

Biz yeşil alanlarımızı kaybettikçe, insanların birbirlerine rast geleceği, bakışacağı, selamlaşacağı, yan yana bir bankta oturup sohbete başlayacağı yerleri de kaybediyoruz. Toplumun bir araya geldiği agoraları, göz göze geldiği meydanları kaybetmememiz lazım. Geleneksel mimarimiz meydan üzerine kuruludur, boşluklar üzerine kuruludur, her boşluğa biz apartman diktiğimizde insanların nefes alacağı bir yer bırakmadığımız gibi birbirleriyle karşılaşma bilişme imkanlarını da yok ediyoruz.  Nasıl ki ailelerden topluma bir ahlak yayılırsa, mahallelerden de şehre bir ahlak yayılır. Geriye dönüp baktığımızda bu dramatik kentleşme insanın esenliğine bir katkı yapmış mıdır? Bizi daha iyi insanlar mı kılmıştır, yoksa kuralsızlık ve yabancılaşmanın hüküm sürdüğü acı bir dünyada başıboş mu bırakmıştır? Şehrin anaforunda çalkalanan monadlardan ibaret hale mi getirmiştir?

“Roseto” şehirler çoğalırken, büzüşen insan bedenleri !

Roseto ABD’de İtalyan Amerikalıların kurduğu bir kasaba. ‘’Roseto Etkisi’’ adlı bir çalışmayla tıp tarihine geçiyor, bir özelliğiyle. Bu özellik, 1961 yılında, kasaba doktorunun, Oklahoma Üniversitesi‘nden Prof. Dr. Stewart Wolf’la yaptığı bir konuşma sırasında ortaya çıkıyor. Kasaba doktoru, kasabada yüksek risk grubu olan 55 ile 64 yaş arasında hemen hiç kimsenin kalp krizi geçirmediğini, daha yaşlı nüfus arasındaysa kalp krizine bağlı ölüm oranının sadece %1 olduğunu belirtiyor. Ortalamalar, Amerikan toplumunun verilerine göre kıyaslanmayacak ölçüde mükemmel. Üstelik, sağlıklı yaşam sayılabilecek bir beslenme rejimi veya spor alışkanlığına da sahip değil kasaba sakinleri. Ancak İtalyan Amerikalılar bizimki gibi bir toplum, çok yakın sosyal bağlarla bağlılar, birbirlerinin dertleriyle çok yakından ilgileniyorlar, sık görüşüyorlar. Yaşlılar, toplumda hürmet görüyor. Geniş aile sofraları yalnızca mideleri ve gözleri değil, ruhları da besliyor. Kalp hastalıkları neredeyse iki nesil önce sıfır düzeyindeyken giderek Amerikanlılaşıyorlar, birbirlerini arayıp sormamaya başlıyorlar. Sonraki nesiller daha da birbirinden uzaklaşıyor, o mahalle havasını kaybediyor ve hipertansiyon, kalp krizi hepsi tavan yapmaya başlıyor. Roseto çalışması, yakınlığın, derin sosyal ilişkilerin insanları kalp hastalıklarına karşı korurken, yalnızlaşmanın kalp hastalıkları riskini çok fazla oranda artırdığını gösteriyor bizlere. Sadece kalp hastalıkları değil, Alzheimer dahil bir çok hastalık için de aynı risk artışına sebep oluyor yalnızlaşma.

Aile bağlarıyla birlikte her türlü sosyal bağın çözüldüğü, katı olan her şeyin buharlaştığı kentli modern yaşam, özellikle ekonomik kriz dönemlerinde, yalnızlaşma riski taşıyan mevcut hassas gruplara ek olarak çok daha kırılgan kitleler yaratıyor. Zygmunt Bauman, Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup kitabında şöyle belirtiyor durumu: “Dünyadaki 120 büyük şehir esas alınarak mevcut kent geli­şimleri hakkında hazırlanmış bir Birleşmiş Milletler raporunun uyarısına göre, “yüksek eşitsizlik seviyesi, toplumlar üzerinde istikrarı bozucu etki yapan olumsuz sosyal, ekonomik ve politik sonuçlara yol açabilir; toplumsal huzursuzluk ve güvensizlik doğurabilecek siyasi ve toplumsal kırılmalar yaratabilir.” Zenginler ve yoksullar arasındaki fark çok büyük ve derin. Ayrıca meşhur ‘damlama’ teorisi, zenginlerin zengin kalıp daha da zenginleşmesine yaradığı ve kesinlikle yoksulların yararına işlemediği için farkların kalıcı olacağı şimdiden görülüyor. Bugüne dek görüldüğü kadarıyla hızlı ekonomik büyümenin etkileri yü­zünden toplam ve ‘ortalama’ zenginlikteki hızlı artışla işsiz, ücretli ya da kayıt dışı işçi kitlelerinin yüzleştiği dayanılmaz yokluklardaki aynı hızlı artış birbiriyle yakından bağlantılıdır.”

Pareto optimumu denen durumu (hiç kimsenin bir başkasının koşullarını kötüleştirmeden kendi koşullarını iyileştiremeyeceği kritik nokta) tanımlamak, dinamik ekonomiler ve kentlerde çok da mümkün görünmüyor, zaten sosyal hukuk devletleri de yeterince sosyal veya yeterince hukuksal olma endişesi taşımıyorlar. Artan eşitsizliğin arkasında bıraktığı, çok farklı alandan bir başka yitik daha var: Ahlâki körlük ve duyarsızlık, gündelik zulmü ufak ufak kanıksama. Yeni emek piyasalarının kendi istediği ticari koşulları dayatabilen, merhameti kıt ama  kötülükte eli bol sakinliği, en iyi durumda bir asgari ücretliler güruhu, çoğu durumdaysa kayıt dışı aşırı düşük ücretli çalışanlar yaratıyor. İnsanlar çaresiz oldukları kadar yalnızlar ve bu yüzden daha çaresizler. Küresel ölçekte ilişkilerin tetiklediği toplumsal sorunlara, insanların sadece kendi iki elleriyle bireysel çözümler üretmeleri bekleniyor onlardan. İnsan ruhu, bir fetus gibi kendi bedeninde büzüşüyor çaresizlik ve korkuyla.

Kriz tedbirleri de çoğu zaman bir pansuman olmaz yoksullaşan kitlelerin başıboş bırakılmışlıklarına. Planı yapan kesim –mesela gelirini artırmak isteyen hükümetlerin, zenginlerin vergilerini artırmak yerine katma değer vb kaynakta vergileri artırması- hazırlık araştırmaları aşamasında onları denkleme katmaya değer bulmamış olduğundan, ıskartaya çıkarılmış bu hayatların başına gelenler sadece tali hasarlar olarak değerlendirilir. Herkesin eşit miktarda kaybetmesi adil görünebilir, ama yoksulların kaybettiği bu miktar onların yegane şeyleri ve belki de fazlasıdır.

Bauman bir başka eseri Küresel Çağda Sosyal Eşitsizlik kitabında şöyle diyor; “Bir elektrik devresi aşırı yüklendiğinde, ilk iflas edecek par­ça sigortadır. Sigorta, devrenin diğer parçalarına göre yüksek voltaja daha az dayanıklıdır (hatta devrenin en az dirençli parçasıdır) ve sisteme bilinçli olarak yerleştirilmiştir. Elektrik akımı güvenli kabul edilen gerilim sınırlarının üstüne çıktığı anda, sigorta  diğer bütün parçalardan önce yanarak bütün elektrik devresini ve devreden yararlanan sistemleri kapatır ve bu sayede tesisatın kullanılamaz hale gelmesini engeller. Yani sigorta sistemdeki diğer parçaların yanmasını ve tamiri mümkün olmayan kalıcı hasarların oluşmasını engelleyen bir güvenlik aracıdır. Fakat bu durum, aynı zamanda bütün devrenin çalışabilirliği ve dayanıklılığının, yani  kullanabileceği güç ve üretebileceği işin, sigortanın direncinden daha fazla olamayacağı anlamına da gelir. Sigorta yandığı an sistem de durur. Köprüler, üstlerinden geçen yükün ağırlığı tabliyelerin dayanabileceği gücün ortalamasını aştığı zaman çökmezler; bundan çok daha önce, yük, tabliyelerden sadece bir tanesinin, en zayıf olanın, üstünden geçtiği anda yıkılırlar. Köprü ayaklarının “ortalama taşıma kuvveti” köprünün kullanış­lılığı söz konusu olduğunda pratikte hiçbir işe yaramayan istatistiksel bir kurgudan ibarettir; tıpkı bir zincirdeki halkaların “ortalama kuvveti”nin, zincirin ne kadar gerilime dayanacağının hesaplanmasında hiçbir işe yaramayacağı gibi.”

Geride ve bir başına

Bir ülkenin ortalama kişi başı gelirinin yahut gayri safi milli hasılasının pratikteki önemi, gündelik insan yaşamlarında bir hiçtir. En muhtaçlarımızın sahip olduğu imkan ve dayanıklılık artırılmadığı sürece, yıkım, öngörülenden çok daha erken başlar.  “Toplumsal sistemin temel yapısı, tipik bireyin yaşamındaki başarı şansını, toplumdaki başlangıç yerine bağlı olarak etkiler… Dağıtım adaletinin temel sorunu, yaşamdaki başarı şansının bu yöndeki farklılıklarıyla ilgilidir. Biz… sadece ve sadece, daha avantajlı olanların yüksek beklentileri toplumsal sistemin çalışmasında bir rol oynayacak, en az avantajlı olanların beklentilerini iyileştirirse, bu farklılıkların adil olduğunu savunuyoruz. Temel yapı, daha şanslı olanların avantajları en az şanslı olanların refahını iyileştirdiği zaman tamamen adildir… Temel yapı, en az şanslı olanların başarı şansının olabildiğince yüksek olması durumunda mükemmelen adildir.” diye ifade eder John Rawls söz konusu sosyal ekonomi düşüncesini. Hiç kimse geride ve bir başına bırakılamaz.

Dezavantajlı durumdaki her insanın, kendisi haysiyetinden feragat edip istemek zorunda kalmadan, belirlenerek ona hayatı anlamlı, birlikte yaşamayı mümkün kılan toplum hizmetlerinin insaf dahilinde, ulaştırılması lazım.  Bu toplum hizmetlerini yürütebilecek nitelikte aktörümüz hali hazırda mevcut. Sosyal yardım kamu görevlileri haricinde cami imamları ve okul öğretmenleri de toplum hizmetkarı olabilir. Mahalle kültürüne yeniden can verebilirsek, şehirlerimizi mahalle mahalle düşünebilirsek bunu başarmamız işten bile değil. Johann Hari’nin Kaybolan Bağlar adlı kitabında, Berlin’de bir mahallenin ortak bir dava savunusu adına nasıl bir araya geldiğinin, birbirine belki de hiç yaklaşmayacak kesimlerin nasıl insani bir özde buluşarak ön yargı ve mesafenin kırıldığının eşsiz bir hikayesi var.  Modern şehir güvenle serpilir. Bizden farklı giyinen ve inanan insanlara iyi davranıp onların da iyiliğini gözetebildiğimizde, onlara güvendiğimizde birlikte ortak iyiliğimiz için çalışabiliriz. Mahalle muhtarlarının hangi evde kimin yaşadığıyla ilgili kesin bir fikrinin olması lazım. Bunun için yerel yönetimleri çok daha küçük birimlere ayrıştırmamız gerekebilir, bunun için yeni düzenlemeler yapılabilir. Yaşlı, kimsesiz, muhtaç insanların düzenli olarak ziyaret edilmeleri, hal hatırlarının sorulması, arayan soranlarının, destek ağlarının olup olmadığının anlaşılması lazım.

Büyük toplumsal sermaye: Güven

Bir toplumun üyeleri arasında karşılıklı güven, işbirliği, eşgüdüm ve iyi niyetin toplamını ifade eden yıllar önce ortaya atılmış bir kavram var; sosyal- beşeri sermaye. Topluma, bir bankaya yatırır gibi güven yatırılır ve bunun sonucunca insanlar topluma ve birbirlerine inanıp güvenirler. ABD’de yapılan bazı sosyolojik çalışmalarda bu sosyal sermayenin azaldığı gösterilmiş. Robert Putnam’ın, Bowling Alone (Yalnız Başına Bowling Oynamak) isminde meşhur bir kitabı var; Amerikalıların geçen yüzyılda mahalleler arasında ligler halinde çok severek oynadıkları bowling sporunu artık tek başına oynayan insanların türediğinden dem vurarak, toplumsal sermayenin artık toplumda azaldığı, insanların birbirinin iyiliğini gözetmediği yönünde bir gözleme varıyor.  Modern Batı toplumlarında sosyal sermaye yoksunluğunun pek çok sosyal problemin özünde yattığı düşünülüyor. 1985 yılında ortalama ABD’li bir kişi 3 sırdaşı olduğunu söylerken, 2004 yılında bu rakam 2’ye düşmüş. Nüfusun yarıdan fazlası sırlarını emanet edebilecekleri bir kişi bile olmadığını söylemiş. Sadece sosyal ağlar zayflamıyor, bir ailenin yüz yüze geldiği, sohbet edebildiği sofralar da  kayıplara karışıyor. Hiperbireycilik çağında insanlar birbirini gözetmekten, birbirlerine kol kanat germekten uzaklaşıyorlar. Mahalle kültürü dediğimiz şey yitip gittikçe, bir diğerinin esenliğini gözetmek değerli olmaktan çıkıyor.  Oysa güven bir toplumu ayakta tutan en önemli sermayedir.

İnsanların birbirine en çok güven duyduğu şehirler, aynı zamanda en mutlu oldukları şehirler  ancak, modern şehirde güven neredeyse kayıplara karışmış durumda. Komşumuzdan tam emin olamıyoruz. Bize sürekli televizyon ve gazete haberlerinden kötü havadis zerk ediliyor. Karşımızdaki insanın her an bir cani, katil, sapık olabileceği düşüncesiyle kirlenerek, aslında dostumuz olabilecek, sohbet edebileceğimiz bir insandan işkillenmeye başlıyoruz. Bu da toplumdaki beşeri sermayenin altını oyuyor ve bizi güvensiz ve yalnız insanlar haline getiriyor. Senelerdir aynı apartmanda oturmamıza rağmen komşularımızı tanımayabiliyoruz. İnsanlar asansöre girdikleri zaman birbirlerine selam vermiyorlar, başlarını çeviriyorlar, bir güzel sözden imtina ediyorlar. Oysa şehir, tek başımıza inşa edemeyeceğimiz ortak iyiyi birlikte, komşuluk ahlakıyla inşa ettiğimiz bir yer de olabilirdi. Kendimizi başkalarının bakışından ve ‘kem göz’ünden sakınmak için evin mahremiyetine çekilmeyi bildiğimiz kadar mutluluğun iş birliğinde, dostluk ve yarenlikte yattığını unutmadan komşuluğu diri tutmayı başarmalıyız. Empati dairesini genişleterek, evimizin dışarısına taşırmalı ve başka topluluk ve milletleri, başka ekosistemleri de onun içine katabilmeliyiz. Ortak bir kader duygusuyla şehirde hem beraber yaşamalı hem de beraber gelişmeliyiz.

Varlığı yâr eyle !

Bizler, birbirimizi yaşatabildiğimiz kadar insan olarak yaşayabileceğiz. İnsanlıktan arta kalan olarak var olmak, türümüzün yok oluşundan sonra gerçekleşecek bir distopya. Birbirimizi destekleyerek, bireysel- ailevi ihtiyaçlarımızı kamusal lisana tercüme ederek medenileştik.  Küresel çıkar odaklarının tehdit ettiği şey -ulusal devletlerin koruyucu şemsiyesini kırarak- insanın selametidir.  Gerekirse devleti, mobilize ve sivil inisiyatiflerle daha karma yapılara entegre ederek insanı savunmak, onu tek başına ve başıboş bırakmamak, kolektif kaderimiz açısından her zamankinden çok daha fazla önem taşıyor.

Yürekler arasında, hikayeler arasında köprüler kurmak zorundayız. İnsan yaşadığımız zaman ve mekanda giderek önemsiz bir varlığa dönüşüyor. Yaşamak için sebep bulamıyor. İşitilmeye değer önemde olmadığı düşüncesi pek çok ruhsal rahatsızlığa zemin hazırlıyor.  Her insan evladı dünyada biricik olmak ister. Değer görmek, değer katmak, bir şeye tesir edebilmek ister. Yaşadığımız mekanlar ve zamanlar, insanın o biricik varlığını siliyor ve onu kolaylıkla ikame edilebilir, kenara atılabilir, gözden çıkarılabilir bir ‘şey’e dönüştürüyor.

İnsan haysiyetini baş tacı etmeliyiz. İnsanın değer ve anlamını yüceltmeliyiz. Komşuluk ahlakını diriltmeliyiz. Varlığı yâr, komşuyu dost bilmekle işe başlayabiliriz. Büyük yalnızlığımızı iyileştirmeye hemen bir kapı öteden başlayabiliriz.