Yazarlar

Bir İlim-Kurgu filmi : Buğday

İnsanın toprakla irtibatına dair çokça düşünür oldum son zamanlarda. ‘Topraktan gelip toprağa dönme’ söyleminin ötesinde somut ve soyut boyutlarda bizi toprağa bağlayan ilginç bir nüans var. Adını tam koyamıyorum. Bir isim vermek zorunda mıyız, onu da bilemiyorum. Emin olduğum şey, adını koyamadığım ahvalin sanat ile ontolojik bağı olduğudur. Sanatı teori olmaktan kurtaran üretim, işte bu […]

İnsanın toprakla irtibatına dair çokça düşünür oldum son zamanlarda. ‘Topraktan gelip toprağa dönme’ söyleminin ötesinde somut ve soyut boyutlarda bizi toprağa bağlayan ilginç bir nüans var. Adını tam koyamıyorum. Bir isim vermek zorunda mıyız, onu da bilemiyorum. Emin olduğum şey, adını koyamadığım ahvalin sanat ile ontolojik bağı olduğudur.

Sanatı teori olmaktan kurtaran üretim, işte bu toprak kokan münasebetin kendisi sanırım. 

Sanatın hayatla bağı olan üretim…

Hayatı sanatta/sanatla görünür kılan üretim…

Soru sormanın en güzel yolu olan üretim…

Yolun meyvesi, belki de kendisi olan üretim…

Toprak olan, topraktan olan üretim…

İnsanın toprakla irtibatının tamamen aynısının üretimle (özellikle sanatsal) olduğu kanaatindeyim. Üretmeyen insanda noksanlık, noksanlıkta insafsızlık olduğu düşüncesindeyim.

 

Topraktan geldik, nereye gidiyoruz?

Toprak ve üretim formülasyonunu buğday ve toprak ile bağdaştırdığımızda karşımıza Semih Kaplanoğlu’nun yeni filmi çıkıyor. Festivallerde boy gösteren Buğday’ı Uluslararası Malatya Film Festivali’nde izleme imkanı buldum. Filmin başından sonuna aklımda ve gözümde olan şey toprak idi…

Birçok kıssa ve tasavvuf metnini resmeden film ‘buğday mı, nefes mi’ diye sorsa da benim aklımda hep toprak vardı. Belki de cevaben “buğday” diyen de “nefes” diyen de esasında toprak demiş oluyor. 

Toprağa öylesine bağlıyız ve toprakla ilişkimiz böylesine hayati…

Semih Kaplanoğlu’nun Buğday’ı distopik, metafizik ve bilim-kurgu türüne yakın bir üretim. Minimal ve arthause tarzıyla tanıdığımız Kaplanoğlu’nun büyük bir prodüksiyonla bilim-kurgu yapması hepimizi heyecanlandırdı elbet. 

Ben Buğday için “ilim-kurgu” filmi diyorum. Zira bilimden çok öte bir meseleyi kurguluyor. Temelinde ise ilim var. 

İnsanın hayatla, toprakla, manayla, eşyayla ilişkisine dair başarılı bir ilim-kurgu çalışması ile karşı karşıyayız…

 

Mataramda tuzlu su: Nefes mi, buğday mı?

İlmi, kendini bilmek olarak tarif eden kadim geleneğimizin izinde bir çabanın ürünü olan Buğday, dünyanın zamansız bir döneminde üretimi sonlandıran tohum politikalarını sorgulayan ve çözüm arayan bir profesörün, eski bir b/ilim adamını bulması ve onunla çıktığı yolculuğu anlatıyor. 

Evet, yolculuğu anlatıyor. Cevap vermekten çok soru sormayı önceleyen Semih Kaplanoğlu sinemasının ürünü olan Buğday’da ise çokça cevap var. Açıkçası bunun film için de sanat için de Kaplanoğlu sineması için de dezavantaj olduğu kanaatindeyim. Baştan sona ustalık eseri olan Buğday’ın yumuşak karnı bu olsa gerek. 

“Buğday mı, nefes mi” sorusunun cevabını kendi vermese de bununla bağlantılı olan birçok soru için cevap veren karakterler söz konusu. 

Erol rolündeki Jean-Marc Barr filmin en sahici noktası. Gözlerinde ve sakalında baştan sonra inandırıcı bir sır gizli. Adını koyamasak da hissediyoruz. Fekat Cemil rolündeki Ermin Bravo için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Nedendir bilmem, Bravo’nun oyunculuğu sahici bir tat vermiyor. Hızır ile Musa kısası ya da insanlık tarihinin ve İslam tarifinin özeti olan yolculuğun izleyiciye bütünüyle geçmesine mani olan bir nüans bu. 

Filmde en ciddi metaforlardan biri sınır…

Teknoloji ve iletişim araçları ‘sayesinde’ küresel köyden küresel eve terfi eden zamane insanının bu denli yakınlaşmışken sınırlarla bu derece uzak kalması… 

 

Siyah beyaz sınırlarda, bitmeyen yolculuk

Daha öte; zihnimize ve gönlümüze çizilen sınırlar sebebiyle insanlık keşfimizde yaya kaldığımızı anlatan Buğday, Filistin’den Suriye’ye, Meksika’dan Kore’ye dek sınırların eşiğinde, sorunların eşliğinde irfanımız ve izanımızla aramıza mesafe koyan bütün algıları yıkabilmek için taze bir yol haritası çiziyor. İslam ve insan tecrübesinin en eski tarifi olsa dahî suyun suya benzemesi mesabesinde yeniden ve yeniden yaşadığımız ve bir türlü yaşlandıramadığımız çaresizliklerimize deva, yaralarımıza merhem sunan Buğday ile toprağımıza ve özümüze uzanan malum yola yeniden çıkmamız mümkün.

Siyah-beyaz çekilen ve uzun bir emeğin sonucu olan Buğday, ‘irfan sineması’ olarak nitelendirilen bir çabanın ürünü şeklinde karşımızda. Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf Üçlemesi ile adını koymaya çalıştığı ‘manevi gerçekçilik’ istikametinin de olgunluk meyvesi…

Buğday, 24 Kasım tarihi itibariyle vizyonda. Gişedeki performansı nasıl olur, bilemem. Genel izleyiciye hitap etmediği için beklentiyi yüksek tutmamakla beraber, Semih Kaplanoğlu’nun diğer filmlerine nazaran (merkez izleyici açısından) daha seyirlik bir eser olduğuna şüphe yok. Bilim-kurgu sevenler başta olmak üzere, bu toprağın insanının beyaz perdede neşet eden tarif ve tabirinin ürünü olarak Buğday’ı herkesin izlemesi gerek.

Meltem C gibiler başta olmak üzere ‘yerli ve milli’ olan her şeye alerjisi olanların da merakından ve Semih Kaplanoğlu’nun iyi iş çıkarmış olmasına emin olmalarından ötürü izleyeceklerini de düşünüyorum.

İlim-kurgu türünün en güzel örneklerinden biri olan Buğday’ın çorak zihinlerimize bereket, sorusuz gönüllerimize de arayış getirmesi temennisiyle…

 

Etiket /

Abdulhamit Güler

1 yorum

Yorum göndermek için buraya tıklayın