Aslıhan Eker
TRT World Kıdemli Prodüktörü
Suriye’de bir grup gencin duvarlara Esed karşıtı sloganlar yazmasıyla başlayan ve bütün dünyada Arap Baharı’nın heyecanı henüz diriyken fitillenen protestolar gözümüzün önünde son yılların en korkunç savaşını başlatalı 8 yıl oldu. Hepimizi kasıp kavuran bir ateşe dönüştü Suriye savaşı. Filistin, Afganistan, Irak derken dünya etrafında yaşayan Müslümanlar Suriye savaşının korkunç yüzünü gün be gün dehşetle izlediler. Maalesef her türlü acı, her türlü korkunçluk günümüz teknolojisi sayesinde kaydediliyordu çünkü. Bir süre sonra bazı insanlar Suriye savaşının korkunç görüntülerini izleyemez oldular, ya da izlemek istemediler. Haber bültenlerinde de adeta “Suriye savaşı yorgunluğu” oluştu, bu haberler yavaşça son sıralara düştü, son zamanlarda da giderek kayboldu. Kaybolunca da birçok insan o dehşeti unutmaya başladı bile. Hatırlamak, hatırlatmak gerekiyor.
Uzun süredir devam eden bir savaşın, küresel siyasetle birbirine giren, bizi sersemleştiren etkisi kafamızı allak bullak ediyor, bizi kayıtsız hale getiriyor ve umurumuzda olmuyor artık. Çaresizlik hissi bizim bilmeye, anlamaya olan ihtiyacımızı yok ediyor. Burada işte savaşların neden başladığını bile unutmaya başlıyoruz.
Belki ben de kendimi korumak için o görüntüleri izlemeyen ve unutmayı tercih eden insanlardan biri olabilirdim. Ancak işim gereği piyasada çıkan belgeselleri izliyorum, Suriye savaşı ile ilgili olanlar da bunların büyük bir bölümünü teşkil ediyor.
Suriye savaşı sadece gözümüzün önünde gerçekleşen kaotik bir savaş değil, etkisi yıllarca sürecek, çok fazla ders alınması gereken detaylara sahip, her bir detayını, etkilerini zihnimize kazımamız gereken çok önemli tarihsel bir olay. Bu nedenle hafızamızı diri tutabilecek bu belgeseller çok çok önemli. Ayrıca bu belgesellerde kimin tarafından yapıldığına bağlı olarak savaşın hikayesinin de nasıl değiştiğini görebiliyorsunuz. Belki Suriye savaşı güncel bir mesele, ancak o çoktan birçok tarihi olay gibi farklı, -narrative –anlatılara sahip oldu bile. Her yönden farklı anlatılan bir savaş.
Öte yandan gerçek görüntüler, gerçek acılar ne taraftan anlatılırsa anlatılsın “belgeselin” gücünü ortaya koyuyor. Bir kurgu filmde bile katlanamayacağınız acı sahnelerin gerçeklerini bu belgesellerde izliyorsunuz. Onları bir kenara yazın, vaktiniz oldukça izleyin ve unutursanız tekrar tekrar izleyin derim.
Sıralamada, çok ödüllü filmlerden diğerlerine doğru bir bir kurgu okuyacak, izleyeceksiniz.
WHITE HELMETS (BEYAZ MİĞFERLİLER) – ORLANDO VON EINSIEDEL 2016
2017 yılında, En iyi kısa belgesel Oscarını almayı başaran nadir Ortadoğu filmlerinden biri. 40 dakikalık bir iş. Yönetmenleri Orlando von Einsiedel ve Joanna Natasegara. İkili daha önce de, Kongo’da gorillerin kurtarılmasıyla ilgili yaptığı Virunga isimli belgeselle 50’ye yakın ödül almıştı. Yönetmen, 2014 yılında White Helmets’in bir evin yıkıntıları altından çıkardığı bir bebeğin görüntüsünü izliyor. Çok etkileniyor, sonrasında İngiltere’de bu gruba ekipman ve teknik destek veren May Day Rescue’ya giderek, grubun Türkiye’deki eğitim çalışmalarını çekip çekemeyeceğini soruyor. Evet cevabını aldıktan sonra Türkiye’ye geliyorlar. Ancak asıl mesele Suriye’de ateş hattında o dehşetin ortasında çekimleri kim yapacak? Çünkü yönetmenler bölgeye gitmeye cesaret edemiyor. Eğitim sırasında tanıştıkları “Beyaz Miğferliler” gönüllüsü 21 yaşındaki Halid Hatip (Khaleed Khateeb) küçüklüğünden itibaren gazeteci- kameraman olma hayalleri kuran bir genç. Von Einseel Khateeb’e kampta kamera eğitimleri veriyor. Yani Oscar alan filmin en can alıcı görüntülerini çeken kişi Suriyeli bir genç.
Filmin en etkili sahnelerinden biri gönüllüler yer sofrasında yemeklerini yerken korkunç bir gürültü ile yerlerinden fırlıyorlar, bombanın nereye düştüğünü kestirmeye çalışıyorlar… O anlarda izleyici de onlarla beraber heyecanlanıyor, nasıl bir manzarayla karşılacaklar, yıkıntılar altında kimler var…
Aslına bakarsanız belgeselcilik veya sinematik skalada, Beyaz Miğferliler, “heyecan verici” bir film değil. 3 White Helmets gönüllüsünün kafa röportajları ve arada Halep’teki kurtarma çalışmaları ve Türkiye’deki eğitim kampında AKUT tarafından kendilerine verilen eğitimleri izliyoruz… 3 ana karakterimiz var, biri eskiden terzilik yapan, savaş başladıktan sonra ise bir silahlı grupla beraber savaşa katıldığını söyleyen Mohammed Ferah. 20’li yaşlarında, küçük çocukları var. Beyaz Miğferliler grubundan haberdar olduğunda şöyle düşünmüş;
Can kurtarmak can almaktan iyidir ve her an ölümle burun buruna gelme riskine rağmen can kurtarmaya çalışıyor…
Diğer gönüllü kahramanımız ise eski bir demirci ustası. Yani Beyaz Miğferliler’de çalışan insanların çoğunluğunun sivillerden oluştuğu vurgulanmak istenmiş.
Baktığımızda 2017’ye kadar Suriye hakkında çok çok daha iyi belgesellerin yapıldığını görebiliriz, neden ve nasıl Beyaz Miğferliler, kendilerini hiç bir silahlı grup ya da tarafla özdeşleştirmiyorlar, sadece insani yardım yapan Suriyeli sivillerden oluşan bir olusum.
Halep’in Son Adamları ile karşılaştıralamayacak bir belgesel aslında. Birisi film, bu ise kısa düzgün bir klasik TV belgeseli diyebiliriz. Bu anlamda Oscar ödülünü asıl hakeden “Halep’in Son Adamları” olmalı.
LAST MEN IN ALEPPO – HALEP’İN SON ADAMLARI/ FERAS FEYYAD 2017
Khaled Omar- Halit Ömer filmin ana kahramanı. Çok güçlü bir adam, müthiş bir baba, sanki Halep’in koruyucusu… Geldiğinde güven veren, neşelendiren, anı dolduran heybetli bir adam. Eğer bu film bir kurgu olsaydı ve Halit Ömer oynasaydı müthiş bir oyuncu diyeceğiniz türden, öylesine sizinle öylesine gerçek.
Suriye belgeselleri içinde en fazla ödüllü olan belgesel diyebiliriz, 30’dan fazla ödül aldı. 2018 En İyi Uzun Metrajlı Belgesel alanında Oscar adayı oldu. Maalesef Netflix’in Ikarus’una yenildi. Aslında her iki belgeselin de ortak noktası anti-Rusya belgeseller olmasıydı ama geçelim. Belgesel Halep’in 2015-2016 yılları arasında Rusya ve rejim tarafından ağır bombardımana tutulduğu ve abluka altında olduğu bir dönemde Beyaz Baretliler’de çalışan bir grup arkadaşı izliyor. Tam bir sinema filmi tadında çekilmiş. Filmin gücü de buradan geliyor. İzleyici olarak karakterlerle empati kurup neredeyse bombardımanın o can pazarının içinde yaşıyormuş gibi hissediyorsunuz. Film Suriyeli Feras Feyyad tarafından yönetilmiş. Bu kadar tehlikeli bir ortamda sanat yapmayı başaran bu yönetmeni merak etmemek elde değil. Daha önce de 2. Dünya savaşından bugüne tarihin gördüğü en büyük göçmen akımını 2 küçük çocuğun gözünden anlattığı My Escape adlı bir belgesel yapmıştı. Bu nedenle bir magazine tarafından Global ölçekte seçilen 100 Changemaker -Değişim Öncülerinden biri oldu. 1984 Suriye doğumlu, Pariste sinema okumuş.
“Ekibimle beraber Halepin Son Erkekleri filmini, adaletsizliğie dikkat çekmek için filmin gücüne inandığımız için yaptık diyor Feyyad.”
Ancak maalesef film bütün gücüne ragmen siyasi tartışmaların odağında kaldı. Rusya ve İran, Beyaz Kasklıların “El Kaide örgütünden oluştuğunu, gösterdikleri bir çok kurtarma operasyonunun ve feci görüntülerin sahte, sahnelenmiş olduğunu” iddia etti. Tabi bu filmden önce de 2017 yılında Oscarı kısa belgesel alanında Beyaz Kasklılar belgeseli almıştı. Tabi Oscar ödüllerinin iki sene peşpeşe Beyaz Kasklılar meselesine bu kadar ehemmiyet göstermesi de Rusya’nın ve Esed rejiminin Beyaz Kasklılar Amerika ve Avrupa ülkeleri tarafından beslenen ve hatta yaratılan “terörist ve yalancı bir yardım ekibi” olduğu iddialarını hatırlatıyordu. Sputnik kendince Beyaz Kasklıların El Kaide’ye adam kazandıran bir örgüt olduğuna dair “belgeler” yayınladı ve tabi bu anlamda Feyyad da teröristlikle itham edildi. Bazıları onu CIA ajanı olmakla suçladı, öte taraftan bu kara propaganda Amerikalıları dahi etkiledi. Suriyedeki yapımcısına Amerika vize vermediği için ödül törenlerine katılamadı. Feyyad bu anlamda zor günler geçirdi. Bütün bu tartışmalar yine de filmin çok fazla izlenmesine ve ödüller kazanmasına engel olmadı.
Bir izleyici olarak belgeseli izlediğinizde sanırım ilk akla gelen soru şu oluyor, bu izlediğim kişiler Halepte bu ölümle yaşam arasında korkunç şartlarda yaşıyorlar, peki ya bu filmi çekenler? Onlar zorunda olmadıkları halde her an ölüm tehlikesiyle nasıl bu filmi çekebilmişler? Feyyad diyor ki, ölümle yüzleşmiştim, ölebileceğimi biliyordum ama korkmadım. Ayrıca kendisi daha önce Esed hapishanelerinde işkence de görmüş, o sebeple Feyyad, biraz da korkusuz bir adam.
Filme dair konuşulacak çok şey var aslında. Ancak şu ayrıntıyı da özellikle belirtmek istiyorum, film boyunca bir şekilde Türkiye geçecek mi diye merak ettim. Nitekim Halep söz konusu olunca Türkiye’nin bölge üstündeki etkinliği, yardımları, her bir kişinin en az bir akrabasının Türkiye’de oluşu gibi faktörler bu uzun metrajlı filmde bir yerde Türkiye’ye alan açar diye düşünüyordum. Nitekim de oldu, filmin sonlarına doğru bir yerde ana karakterimiz artık çocuklarının güvenliği için onları kaçırmaya karar vermişti, bu nedenle de kaçakçılarla görüşüyordu. Bu görüşme sırasında sadece şu cümle geçti. “Türkiye’ye de gidemeyiz, oraya gitmeye çalışanların hali ortada, sınırda vuruluyorlar, polis çok kötü davranıyor.”
İşte o cümlede Türkiye’nin yıllara yayılan büyük ve safiyane çabalarının nasıl bir cümle ile bu kadar ödüllü bir belgeselde çöpe atılabileceği gerçeğini gördüm. Propaganda için saatlerinizi harcamanıza gerek yok, bazen bir cümle yeterli işte maalesef. Ve maalesef ki, Suriye konusunda yapılan uluslararası belgesellerin çoğunda bu tür bir anti-propoganda var.
OF FATHERS AND SONS – BABALAR VE OGULLARI /TALAL DERKİ 2017
2019 Oscar belgesel adayıydı kazanamadı. Ancak bunun dışında Sundance başta olmak üzere bir çok festivalden büyük ödüllerle döndü. Bu film için şok edici diyebiliriz. Aslında bir yandan neredeyse bir gerilim filmi, gerçek ötesi vahşi bir ortamda geçen neredeyse bilim-kurgu filmi gibi. Filmde Kuzey Suriye’de yaşayan El-Kaide’den ayrılan El Nusra’ya bağlı Ebu Usame ve 6 oğlunun hayatına tanık oluyoruz. Halep’in Son Adamları ve bu belgesel bu alanda sinematik olmayı başaran, bizi karakterlerin ve onların gerçekliklerinin içine götüren, sokan, orada hissettiren başından sonuna gerilimi hiç bırakmayan bir belgesel. Ve sanırım bu kadar güçlü olmasını da aynen Firas Feyyad gibi bir Suriyeli Kürt yönetmen olan Talal Derki’nin Suriye’ye bizzat kendisinin gidip filmi birebir kendisinin yönetmesine borçlu. Çünkü filmi izlerken aynı duyguları hissediyorsunuz, ne cesaret! Nasıl da bu insanların arasına karışabilmiş, nasıl yapabilmiş? Talal Derki filme şöyle başlıyor: “Çocukken babam bana kabuslarımı bir yere yazmamı öğütlerdi, geri gelmemeleri için. Adaletsizlikten ve ölümden çok uzaklara kaçtım. Sürgünde kendimize yeni evler inşa etmeye başladığımızdan bu yana, “selefilik”, arkamızda bıraktığımız evimizde kendi altın çağını kurdu. Savaş komşuların ve kardeşlerin arasına nefret tohumlarını ekti. Ve şimdi “selefilik” bu tohumların meyvelerini topluyor. Dehşetengiz korkumu saklamaya çalışarak karıma ve oğluma veda ettim ve savaşmak için yanıp tutuşan adamların topraklarına doğru yola çıktım: İdlib’e…Nusra yani El-Kaide bölgesine. Kendimi bir savaş fotoğrafçısı olarak tanıttım. Kaçırılmaktan ve öldürülmekten korunmak için de onların ideolojisine sempatim olduğunu söyledim.”
Ve sonra ana karakterimizle tanışıyoruz, bir El Kaide savaşçısı olan Ebu-Usame ile. Bütün film o ve her birisine El Kaide yöneticilerinin isimlerini verdiği çocukları etrafında geçiyor. Filmde bir yandan çocuklarını çok seven şefkatli bir baba olan Ebu-Usame’nin diğer yandan çocuklarını bir “şiddet ideolojisi” içerisinde yetiştirmeye çalıştığını gözlemliyoruz. Film direct-kamera dediğimiz bir tarzda çekildiği için her şey çok doğal görünüyor. Ama belki de işin en tehlikeli tarafı bu. Bu kadar gerçek olduğunu düşündüğümüz filmde bize gösterilen hikaye gerçekten izlediğimiz kişinin en gerçek hikayesi mi? Filmde şiddetten başka bir şey düşünemeyen, bütün referansını da İslam’dan alan “amansız terörist” ve onun “beyni tamamen yıkanmış şiddetle büyüyen çocuklarının hikayesi” gösteriliyor. Bütün kurgu bunun üzerine kurulu ve kurgu çok incelikle bu zaten dünyada var olan imajı desteklemek üzerine yapılmış. İlk sahnede çocukların küçücük bir kuşu, Allahuekber nidalarıyla başını nasıl kestiklerini anlatmasını görüyoruz, “baba senin gibi yaptık, Allahuekber diyerek kestik” diye sevinçle anlatıyorlar. Buradan babalarının onların gözünün önünde kafa kestiğini anlıyoruz. Dehşet ve ana mesaj fimin açılışında başlıyor yani. Ancak film ilerledikçe Ebu Usame’nin aslında bir mayın uzmanı olduğunu ve etraflarındaki mayınları temizlemeye çalıştığını ve bununla gurur duyduğunu anlıyoruz. Ancak film bize bu mayınları kimin döşediği, bu insanların bu duruma nasıl geldiği konusunda hiç bir konteks vermiyor mesela. Pekala, başka bir filmcinin bu narrative-anlatıyı farklı bir şekilde kurgulayabileceğini anlıyorsunuz. Tarık Derki’nin yaptığı müthiş bir cesaret örneği olsa da, yine de Almanya merkezli bu yönetmenin dünyanın en tehlikeli yerinde ve insanlarının arasında 2 sene nasıl kalabildiğini insanın hafsalası almıyor. Bunun altında bir istihbarat desteği aramamak böylesine bir dünyada safdillik olabilir.
RETURN TO HOMS – HUMUSA DONUS / TALAL DERKİ 2013
Suriye savaşı o kadar karmaşık bir şeye dönüştü ki savaşın nasıl başladığı unutuldu bile. İşte bu bol ödüllü film bu nedenle çok önemli. Savaşın en başından Ağustos 2011 ile Ağustos 2013 arasında Humus’da çekilmiş belki de Suriye savaşının tamamını anlamak için en aydınlatıcı, ve en çarpıcı film. Yönetmen Telal Derki’nin tarzı güçlü karakter hikayeleri yapmak. Bu filmde de Humus’ta barışçıl gösterilerle değişim isteyen bir grup gençten biri olan Basıt ve kameraman Osama’yı izliyoruz. Basit, ünlü bir futbolcu, ancak o da değişimin en güçlü savunucularından biri oluyor ve rejime karşı yapılan gösterilerde başı çekiyor. İyi bir hatip, etrafına insanları toplayabiliyor, ayrıca güzel şarkılar söylüyor ve önemli bir figür haline geliyor. En önemlisi de ülkesini, halkını ve şehrini çok seven, onu korumak ve iyileştirmek için samimi bir şekilde savaşmaya baş koymuş 19 yaşında bir genç. Ancak film ilerledikçe onların umutlarının, inandıkları şeylerin bire bir nasıl yıkıldığını, etraflarında sevdikleri insanları birebir nasıl kaybettiklerini izliyoruz. En sonunda Basıt ta silahlanan bir Suriyeli haline dönüşüyor. Kameramanı daha çok pasivist fikirleri olan 24 yaşındaki genç. Üsame de rejim tarafından yakalanıyor ve işkenceye tabi tutuluyor. Ve dünya her gün biz tek tek öldürülürken bizi bir mezar kadar sessizce izliyor diyor. AbdulBasit El Sarut tam ismi ana kahramanımızın ve Suriye devriminin sembolü haline gelen bu adam bir kaç ay önce bir çatışmada şehit oldu.
HELL ON EARTH-THE FALL OF SYRIA AND RISE OF ISIS( YERYÜZÜNDEKİ CEHENNEM, SURİYENİN DÜŞÜŞÜ – (DAEŞİN YÜKSELİŞİ) / SEBASTIAN JUNGER 2017
National Geography tarafından yapılan Suriye savaşını genel olarak anlatan en iyi belgesellerden biri. İyi bir bütçeyle yapılmış belgesel bir çok festivalde aday gösterildi ve bir çok ödül aldı. Yapımı 2 yıl sürdü. Belgeselde Suriye savaşının dehşetini yaşayan bir ailenin hikayesi izlenirken, diğer taraftan konusunda uzman kişiler de savaşın nasıl ilerlediğini anlatıyor. Hikaye sadece 2015’te Daeş’in ortaya çıkmasına kadar olan süreci ele alıyor. Yani bir devrim nasıl bir radikal grup tarafından esir alındı?
Ünlü yönetmenler Sebastian Junger ve Nick Quested tarafından çekildi. Aslında Sebastian Junger daha önceki filmlerinde embedded gazeteci olarak Amerikalı askerlerin Afganistan’da yaptıkları operasyonları film tadında çekmişti, güçlü filmler ancak Amerikalı patriotik hislerle yapıldığını söyleyebiliriz. Bu filmde tarzını değiştiriyor, biraz daha klasik bir tarz var, yani kafa röportajlar mesela. Bunun nedeni de ne Junger’in ne de Quested’in Batılı gazeteci olarak Suriye’ye girip çekim yapamamaları. Çünkü filmde geçen Suriye’deki hikayelerin hepsi lokal Suriyeli gazeteciler tarafından çekilmiş. Produktörlerden biri olan Nick Quested bu filmle ilgili röportajında şunu söylüyor:
Kamera bir silah kadar güçlü olabilir. Bazen silahtan da güçlü…
GOODBY ALEPPO – GULE GULE HALEP/ Directed by: Chrisytine Garabedian 2017
Halep’in Esed, Rusya ve Iran güçleri tarafından yoğun olarak bombalandığı ve alınmadan önceki son günlerinde 4 vatandaş gazeteci tarafından çekilmiş gün be gün bir görüntülü günlük diyebiliriz bu filme. Filmde 5 senedir yoğun bir savaşın içinde artık yıkıntıya dönmüş bir şehre tutunmaya çalışan insanlarının günlük hayatlarını izliyorsunuz. Her gün onlarca bombanın yağdığı yıkıntıların içinde yaşamak nasıl bir şeydir onu görüyorsunuz. Çocukların bir mahalle ötede bombalar yağarken sokakta gayet normal bir şekilde gezinmelerini, bir küçük kızın yıkıntıların arasında gezinirken gayet çocukça bir sevecenlikle bir gün önce klorin gazından ötürü nasıl bir boğulma hissi yaşadığını, akrabalarının nasıl öldüğünü ama kuşatma bitince ve yollar açılınca en çok istediği şeyin kocaman bir elma yemek olduğunu anlatışını izliyorsunuz. Bir yandan da ne kadar daha direnebileceklerini düşünüyorsunuz.
Film tabi profesyonel ekipman ve filmcilerle çekilmemiş, daha çok dijital film mantığıyla, elinde telefonuna konuşan genç insanların gözünden izleyebileceğiniz samimi hatta çok gerçekçi diyebileceğiniz bir aura sunuyor size. Halep düştüğü gün, bu gençlerin boş yıkıntıları arasında selfie şeklinde yaptıkları çekimlerde söyledikleri şeyler çok dokunaklı. “Burada doğdum, burada büyüdüm, bu yıkıntılara bu yıkılmış şehre garip bir bağlılık duyuyorum. Hayatımda ilk defa Halep’ten çıkacağım, ama giderken hepimizin ruhu burada kalacak. Bizim ruhumuz burada, artık ruhsuz dolaşacağız” .
BBC – THE SYRIA THE WORLD’S WAR (SURİYE DÜNYANIN SAVAŞI) / Lyse Doucet 2018
Savaşın başlangıcından itibaren sahada olan ünlü BBC sunucusu/muhabiri Lyse Doucet’in birebir yaptığı güçlü röportajlar, etkileyici görüntüler ve kendisinin birebir sunumlarıyla oluşturulmuş 2 bölümlük tam bir haber-belgesel. Bu belgeseli listeye koymamın sebebi, bütün Suriye belgeselleri içerisinde savaşın neredeyse bütün taraflarından güçlü hikayeler ve röportajlar içeriyor olması.
Belgesel 2011’de gerçekten büyük değişim umuduyla sokakta gösterilere katılan bir genç kızın hikayesiyle başlıyor. Onlar barışçıl gösteri yaparken arkadaşlarının nasıl öldürüldüğünü ve işkence gördüğünü anlatıyorlar. O bunları anlatırken birebir isimleri ve fotoğraflarını da gösteriyor belgesel. İzleyici olarak bütün bu delilleri gördükten sonra Doucet mikrofonunu Suriye Dışişleri Bakanı’na uzatıyor, onun söylediği ise “biz teröristten başka kimseyi tutuklamadık.” Film boyunca gördüğünüz bütün rejim sözcüleri aynı söylemi sürdürüyor. Çocukların üzerine yağan bombaları görüyorsunuz belgeselde, sonrasında Suriye Genelkurmay Başkanı “biz sadece teröristleri bombaladık” diyor. Bir izleyici olarak bile dayanılması güç bir tavır ve tam bir inkar. Suriyelilerin yaşadıkları onca zulümde hiç değişmeyen bu tavra katlanabilmelerinin ne kadar zor olduğunu anlıyorsunuz. Filmde İngiliz, Katarlı, Suudi Arabistanlı bakanlar üst düzey yetkililer de konuşuyor, rejim taraftarı Suriyeliler de, SO ve Nusra’dan komutanlar da … Suriye savaşı konusunda içeriği bu kadar zengin başka bir belgesel bulmak güç. Belgeselin sonuna kadar bu tarzla YPG mevzusuna geldiğinde neler konuşabileceğini sabırsızlıkla bekledim. Acaba YPG konusunda da hiç bir Batılı belgeselde görmediğimiz Amerika’nın YPG konusundaki tavrına gelinecek miydi? Bir terör örgütüyle ortak operasyonlarına, bu konuda rejimin tavrına, Türkiye’nin tavrına? Maalesef hayır. BBC de Suriye savaşı hakkında her konuya el atmış, ancak YPG konusunda tartışma açmamıştı. Bu konuda sınıfta kaldı bu belgesel. Gerçi Batılılar YPG konusunda o kadar romantikler ki, bu konuyu ele alsa bile belgeselin diğer yerlerinde korumaya çalıştığı dengeyi burada sağlayabileceğini zannetmiyorum. Yine de bu konuyla ilgilenenler için izlenmesi gereken bir belgesel.
BBC – A DANGEREOUS DYNASTY: HOUSE OF ASSAD / TEHLİKELİ HANEDAN: ESED’İN EVİ /2018
Her ne kadar bol ödüllü bir belgesel olmasa da en iyilerinden biri diyebilirim. Bu korkunç savası mimarı olan Esed ve ailesini tanımak icin mükemmel bir seri. 3 bölümlük belgeselde Hafız Esed’in zulümleri, Suriye’de nasil bir diktatörlük kurduğunu önemli kişilerin ağızlarından dinliyorsunuz, şok edici görüntüleri izliyorsunuz. Ancak film sadece bir tarihi ve biyografik anlatı olarak kalmıyor. Aslında Esed ailesinin bu kadar zulme imza atışının arkasındaki karakter analizini yapmaya çalışıyor. Filmde çokça aile arşivi de kullanılmış olması ayrı bir zenginlik katıyor. Hafiz Esed hanedanını kendisinden sonra yönetecek kişi olarak büyük oğlu Basel’i seçiyor ancak bir araba kazasında hayatını yitirince ibre İngiltere’de göz doktoru olmak üzere eğitim gören Beser Esed’e dönüyor. Beser ve karısı Esma Esed’i İngiltere’deki arkadaşları ve hocalarının ağzından dinliyoruz. Her ne kadar dünya batıda eğitim görmüş ailelerinden daha farklı imaj çizen bu çiftten babasından daha farklı bir yönetim şekli beklese de Esed’in nasıl bugünkü çizgisine geldiğini adım adım izliyoruz. Ailenin tüm üyelerini spotlight altına alan belgesel kesinlikle izleyiciye farklı açılar sunuyor, içeriden bakmayı başarıyor.
muhteşem bi çalışma olmuş. çok istifade ettim. teşekkürler
For Sama belgeseli unutulmuş. Liste için teşekkürler.