Yazar: Wadah Kanfar *
Newsweek / Çeviri : Cihat Aydın
2018 yılı boyunca, Arap dünyası yeni düşüşler yaşamaya devam etti. Kana susamış generallerin, despotik prenslerin ve yozlaşmış politikacıların vahşiliğini seyretmekteyiz. İnsanlığın vicdanını önümüzdeki on yıllar boyunca karartacak bir sahne. Bütün bunlar bir ana sebepten kaynaklanmıştır: Umudun katledilmesi. Bu yıl iyilikten yana bir şeyler yaşanmazsa, Arap rejimlerinin acımasızlığını herkes görecektir.
Arap Baharı 2011’de başladığında, iki değerin habercisi oldu; özgürlük ve onur.
Buna demokrasinin çözüm olduğuna dair derin inançla birleştirilen muazzam bir ileriye dönük umut enerjisi ile donatılmış yeni bir nesil öncülük etti; dini, kültürel ve etnik çeşitlilik bir güç kaynağı ve zenginlik olarak görülüyordu. Araplar en iyi günlerini yaşadılar ve dünya kayda değer bir hayranlıkla dikkat etmeye başladı; bir asırdan beri ilk kez Araplar gururla dünyaya büyük bir siyasi sonuç ihraç ediyorlardı.
Yaşanan şeyin adı ne idi?
Geleceğe olan umudumuz arttı ve yetersizlik ve aşağılık hislerimizi üzerimizden attık. Ancak, bu rüya hedefine ulaşamadı. Arap Baharı’nı omuzlayan genç neslin sahip olmadığı güçler, bu güçlere sahip olan bölgesel devletlerin başkanlığındaki karşı devrim güçleri tarafından öldürüldü: servet ve Batı desteği.
Bu iki güç yıkıcıydı ve bölgedeki son beş yılın kayıpları acıydı. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliği, Mısır’daki 2013 askeri darbesini düzenlemek ve sürdürmek için önemli miktarda para harcadı. Daha sonra Libya’da General Haftar’a destek sağlamaya devam ettiler ve Tunus’ta demokratik geçişi baltalamak için para harcadılar. Bu arada Suriye rejimi, demokratik güçlere uygulanan zulümden faydalandı ve kendi halkına karşı kanlı savaşını sürdürdü. Suudi liderliğindeki Yemen savaşı, ülkeyi on yedi milyon nüfusuyla açlığın eşiğine gelene dek felakete yol açtı. Batının Yemen’deki duruma kör bir şekilde bakabileceği, bir dereceye kadar Batılı destek ve servetin ne kadar yıkıcı olduğunu gösteriyor.
Prens Muhammed bin Selman, son 18 aydır Suud politikalarını yürütüyor. Başlangıçta Batı uluslarına, Suudi Arabistan için yeni bir ekonomik açıklık ve sosyal hoşgörü yönünü öneren reformlar uygulayarak (kadınların arabaları sürmelerini ve uluslararası firmalara bol miktarda kâr vaat etmelerine izin vermelerini sağlayarak) itiraz eden Prens, Batılı liderleri görmezden gelmeye başladı ve otokratik politikalarını uygulamaya devam etti. Yemen’deki korkunç savaşı yönettiği halde, Bin Selman, Lübnan Başbakanı’nı alıkoydu, Katar’ı kuşattı ve araba kullanma hakkı için mücadele eden kadınlar da dahil olmak üzere 1600’den fazla eylemci ve entelektüeli hapishaneye yolladı. Bütün bunlara rağmen cezasız kalması, Suudi Arabistan’ın İstanbul Konsolosluğu’ndaki gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayetiyle sonuçlandı.
Prens gerçek rengini belli etmişti. Mutlak iktidar mutlak yolsuzluğa yol açar ve Prens kendini, herhangi bir eleştirinin üstünde bir adam olan krallık hakkına sahip olan bir birey olarak, yanılmaz olarak görür. Kaşıkçı’yı öldürmesine yol açan durum, cezasız kalmış olmasıydı.
“Cinayeti kına, katille işine devam et !”
Eğer Kaşıkçı’nın saldırısından çıkan tek bir olumlu şey olduysa, o da dünya medyasının nihayet sorumluluk bilincini yakalamış olmasıydı. Gazeteciler ve insan hakları aktivistleri arasında kendiliğinden oluşan uluslararası ittifak, yakında hükümetler ve parlamentolarda yankılanan bir kampanyaya öncülük etti. Ancak o zaman, sahte bir reform cüretine çarpan Prens’in gerçek doğası ortaya çıkarıldı.
CIA Direktörü tarafından sunulan kapsamlı özetin ardından ve Başkan Trump’ın müttefiklerini savunmasındaki ısrarına rağmen, ABD Senatosu oybirliğiyle Muhammed Bin Selman’ın Kaşıkçı’yı öldürmekten sorumlu tutulmasına karar verdi. Bu gerçekten de olumlu bir gelişme.
Ancak, Avrupa başkentlerinde resmi cevaplar olması gerekenden daha azdı. Avrupa hükümetleri cinayeti kınadı, ancak katili kınayamadı ve bu çok büyük bir hata.
Avrupa şu gerçeğe uyanmalıdır: Orta Doğu mahallesi artık Avrupa’dan ayrı bir jeopolitik nokta değil. Aksine, politik ve sosyal olarak Avrupa gerçekliğinin doğal bir uzantısıdır. Ortadoğu mahallesi aslında Avrupa gerçekliğini şekillendirir. Avrupa’da yükselen sağcılık, göçmenlerin ve Müslümanların Avrupalılar içerisindeki korku söylemine dayanıyor. Arap diktatörlüğü gerçekleri artık istikrarı korudukları veya terörle mücadele ettikleri bahanesiyle sessiz kalabilecek bir şey olamaz. Bu diktatörlük rejimleri, kaos üreten ve terörizmi tetikleyen gerçeklikten sorumludur.
Batı başkentleri, tüm insani değerlerle çatışan bir gerçeklik karşısında tereddüt etmemelidir. Arap dünyasında demokrasiyi savunma konusundaki seslerini yükseltmeli, erdem için olmasa da kendi çıkarları için ve Avrupa ve ötesinde güvenlik ve istikrarı korumak için bunu yapmalıdırlar. Anahtar bir örnek Tunus’tur. Son birkaç yıldır Tunus, bölgede başarılı bir demokratik gerçekliğin simgesi olmuştur; Batı, Tunus’tan kaynaklanan hoşgörü ve liberal değerlerini savunmalı ve gelecekteki demokratik kalkınmayı burada desteklemeye çalışmalıdır.
Tunus, Ortadoğu’nun tek başarılı demokratik gerçeği, Batı’nın desteklemesi gereken bir umut ışığı olmalı. Tunus davasını korumak ahlaki bir gereklilik ve stratejik bir mesuliyettir.
*Wadah Kanfar, eski Al Jazeera Genel Müdürü ve şu anda Al Sharq Forum Başkanı
https://www.newsweek.com/2018-dark-turn-middle-east-democracy-west-khashoggi-1280699
Yorum ekle