Yazarlar

Düşünce Dünyası, Siyasetin İrtifasına Ne Zaman Yükselir?

Türkiye’de sanat, düş gücünden çok şey kaybetti. Bu nedenle de siyasete bir ideal sunamıyor. Hayatımız gündelik olanın pençesinde kıvranıyor. Sanatçılar, düş gücünden yoksun oldukları için gündelik gerçekleri anlatmakla gerçek bir sanat ortaya koyduklarını sanıyorlar. Oysa düş gücünün uzamı, kaybettikleri ve yeniden kazanmak zor olduğu için unutmak istedikleri bir alan olarak onları bekliyor. Müktesebatı ve idraki […]

Türkiye’de sanat, düş gücünden çok şey kaybetti. Bu nedenle de siyasete bir ideal sunamıyor. Hayatımız gündelik olanın pençesinde kıvranıyor. Sanatçılar, düş gücünden yoksun oldukları için gündelik gerçekleri anlatmakla gerçek bir sanat ortaya koyduklarını sanıyorlar. Oysa düş gücünün uzamı, kaybettikleri ve yeniden kazanmak zor olduğu için unutmak istedikleri bir alan olarak onları bekliyor. Müktesebatı ve idraki yerinde, etrafına bakmamayı başarabilen sanatçılar, çağının geçtiği düşüncesinde değilim. Tıpkı Türk devlet idesini her şeyin üstünde gören devlet adamlarımızın bürokrat kılıklılara yenilmediğini düşündüğüm gibi…

Düşünce dünyasını aşmış siyaset irtifası

Sanatçının kuramadığı düşü, siyasetten beklemenin abes olduğunu söylemek gerek. Fakat birkaç defa da söylediğim gibi, günün gerçeklerine batmış sanat ve düşünce hayatımızın irtifasını aşmış bir siyasetle karşı karşıyayız bugün. Türkiye kendisine kurulan mayınlı alanları fark ettikçe siyasî hayatımızda zaten yakın olması gereken eğilimlerin yan yana durabilmiş olması gözlerden kaçmıyor. Türkiye’nin, Türkiye’den ibaret olmadığı görüşünü öteden beri ile süren eğilimler birbirine yakınlaşıyor. Buna karşın Türkiye’nin, Türkiye ile sınırlı kalması hatta mümkün olduğu kadar daha da parçalanmasını gizliden gizliye düşünenler ise ayrı birlik oluşturuyor.

Eskiler, “Âsiyâb-ı dehri hâr da olsa döndürür” düşüncesiyle mühim noktaya işaret etmişlerdi. Dünya değirmeninin eşeğin bile döndürebileceği gerçeğini bugün çok acı şekilde tecrübe ediyoruz. O halde dünya değirmeninin insanların döndürmesi uğruna mücadele etmek elzem. Konfüçyüs, Çinliler için bunun formülünü şöyle vermişti: “Onurlu bir yerle birleşen güçsüz kişilik, büyük tasarılarla kıt bilgi, ağır sorumluluk ile sınırlı güç, felaketten nadiren kurtulur.” Türk devlet idesinin de sahip olduğu bu mühim bilgiyi ne zaman tecrübe sahasına yayabildik, o vakit sanatımız da siyasetimiz de yüksek bir irtifadan seyretti ve günün boğucu gerçekleri için çözümler üretebildi. Güçsüzlere kol kanat gerebildik, açları doyurabildik… Fakat maalesef ne zaman onurlu bir yere güçsüz bir kişilik yerleşti, kıt bilgisi olan büyük tasarıları yönetmekle vazifeli kılındı, gücü sınırlı olana ağır sorumluluk verildi işte o vakit başımız dara düştü.

Bugün Türkiye’nin, güçsüze kol kanat gerebilmek, açları doyurabilmek için sanatından da siyasetinden de beklediği şey, Şark kurnazı tipi muhterislerin ele geçirdiği alanların bir bir onlardan alınmasıdır. Sanatçı ama düş kuramıyor. Günlük gerçeklerin envanterini tutmayı sanat sayıyor. Siyasetçi ama kurduğu düş kendi kariyer planından ibaret. Bunun gereklerinden başkası ona bir gerçekmiş gibi gelmiyor. Bu türden figürler, Türk devlet idesini olduğu gibi sanatımızın ruhsal dünyasında da yapıcı bir yeri yoktur. Böyleleri her çağda var olan ama çoğunluğu ele geçirmelerine izin verilmeyen olsa olsa baş ağrılarıdır.

Antal Szerb

Düşünün peşinde olmanın bedeli

Bazıları sanattaki düş gücünün misalini isteyebilirler… Zihni tam bir Marksist gibi işleyen Macar edebiyat tarihçisi Antal Szerb’in başını döndüren, hatırlayabildiğim kadarıyla Hz. Mevlana’nın Mesnevî’inde geçen şu mesele bir bakalım o halde: Hz. Süleyman’ın yanına bir gün, ona yakın bir adamı gelir ve ondan kendisini rüzgârın kanatlarında Hindistan’a uçurmasını rica eder. Çünkü Hz. Azrail ile az önce karşılaşmış ve ölüm meleği ona tehditkâr bakmıştır. Hz. Süleyman, onun dileğini yerine getirir. Ertesi gün Hz. Azrail’e ona neden tehditkâr baktığını sorar: “Ben ona tehditkâr bakmadım” der Hz. Azrail, “şaşkınlıkla baktım yalnızca, çünkü akşam olduğunda onun için Hindistan’a gitme buyruğu aldım ve onun bunca kısa bir zaman içinde oraya nasıl ulaşacağını anlayamadım.”

Yaşadığımız zamanın gerçeklerini sevmek hele de benimsemek bizi yaşadığımız zamanla sınırlar. “Âsiyâb- dehri hâr da olsa döndürür” diyenler, dünyayı önemsemeyerek onu döndürmenin usulüne işaret ettiler. Bu usul, düş gücünün gerçeği kuşatabileceği idi. Ferideddin Attar: “Biri okun temrenini kan içinde gizlerse, o, bahar mevsiminde goncayı ok temreni gibi kana bulanmış olarak çıkartır.” dediğinde, gerçeği ayaklar altına almadan ifade edebilecek bir sanata varıyordu.

İlerleyen Rus gücüne karşı padişahı uyarmaya çalışan İbrahim Müteferrika, Milletlerin Düzeninde İlmî Usulleri yazarken onun düşünce gücünü harekete geçiren ise, sorumluluk duygusuydu. Halkta uyuşmazlık baş göstermişti. Toplumun düzeninde fesadın hâkim olması tehlikesi vardı: “Müminlerin yüce sığınağı âhir zaman Peygamberine sonsuz rahmet olsun. O’nun apaçık şeriatının siyasetle ilgili kaideleri, devletin karakterini en iyiye ulaştırmada yeterli bir senettir. Tıbbı nebevîsi olan sünneti seniyesi, dini kuralların güç bir belirleyicisi ve milletin sağlığının tam bir devasıdır.” derken, Müteferrika’ya düş ve düşünce gücünü veren güç, belliydi: Zamanın gerçeklerini değişmez gerçeklerle aşıp onlara nizam vermek istiyordu. Düşü, bu nedenle, yaşadığı zamandan çıkıp değişmez olana istinat etti.

Sanatın düş gücü ve siyasetin gerçeği, sanatın gerçeği ve siyasetin düş gücüyle sarmalanarak yol alamazsa gerçek bir darlık gelip bizi buluyor. Bir türlü de yakamızdan düşmüyor. Bu noktada büyük sanatçılar atıl hale geldikleri gibi gerçek devlet adamları da görünmez hale geliyor. Geçtiğimiz günlerde yetmiş dördüncü yaşına değen İsmet Özel’den niçin yeterince istifade edemediğimizin cevabını vermiş durumdayız. Şiiri kadar fikirleri de mühim olan bu büyük kişiliği, atıl hale düşürdüğümüzün bilmem farkında mıyız… Aynı şeyi Sezai Karakoç için de elbette söyleyebiliriz. Türkiye, düş gören bu iki büyük kişiliği aktüel kılamıyor maalesef. Devlet idemizi aktüel kılacak düşünürlerimizi kılamadığımız gibi…

İsmet Özel – Sezai Karakoç

Kuşkusuz geçmişe nazaran Türkiye’nin kat ettiği büyük bir yol var. Lakin Türkiye, İbsen’in Peer Gynt’ünde cinlerin kralının Peer Gynt’e dediği hale doğru çok şükür: Şöhretinden daha değerli olmaya gidiyor. Onu diğer milletlerden ayıran da göreceğiz ki bu uğurda kuracağı düşleri olacak… Bunun için sanatın ve siyasetin alacağı yol, evvelce aldığı yoldan başkası değil: Düşünün peşinde olmak.

Peer Gynt