Yazarlar

Büyük muammanın görkemi

Beyin, nöron ve gliya adı verilen yüz milyarlarca hücreden oluşuyor, bu hücrelerden her birinin içindeki yapı bir kentin karmaşıklığına sahip. Her hücre saniyede 100 defaya varabilen bir hızla elektrik sinyalleri göndererek diğer hücrelerle iletişim kuruyor. Bir nöron, etrafında bulunan diğer nöronlarla yaklaşık 10.000 bağlantı içerisinde. Tüm bu bilgileri bir metaforla anlatacak olsak beyin dokusunun tek bir santimetre küpünde Samanyolu galaksisindeki yıldızların sayısı kadar bağlantının mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Böylesine karmaşık bir sistem, göz kamaştırıcı bir düzen içerisinde çalışmaktadır. Bu sistemin kendini sürekli yapılandırmakta oluşu insana şevk vermeli zira sorunların çözümü için çaba göstermek gerektiğini söylediğimizde, “Ben değişemem, bu yaştan sonra çok zor” gibi yanıtlarla karşılaşıyoruz. Oysa değişim her gün, her an gerçekleşiyor, beyin her deneyimle birlikte değişiyor. Nöroplastisite ya da beyin plastisitesi denilen bu olgu, beynin bağlantılarını düzenleme ya da yeni bağlantılar kurma yetisidir: Edinilen her deneyim, fikir, bilgi ve her yaşam parçası, yeni nöral bağlantıların, yolakların, kimyasal ve fonksiyonel değişimlerin oluşmasına yol açar.

Benlik Yanılsaması adlı kitabında Bruce Hood, bilgi ve tecrübe gibi soyut kavramların mucize niteliğindeki kimyasal ve fiziki cisimleşme sürecini, “Her nöron, bazı garip uzaylı tasvirlerindeki dokunaçlar gibi diğer binlerce nörona aynı anda bağlıdır. Bir nöronun aktif olup olmadığını belirleyen şey, gelen bilginin toplam aktivitesidir. Bu toplam belirli bir eşik değere ulaştığında, nöron, bağlantıları boyunca zincirleme bir tepkimeyi tetikleyecek küçük bir elektrokimyasal sinyal iletir. Aslında, her nöron bir mikroişlemci gibidir çünkü bağlı olduğu diğer nöronların toplam aktivitesini hesaplar. Bu biraz komşular arasında dedikoduyu yaymaya benzer,” şeklinde hoş bir benzetmeyle tarif ediyor. Nöronlar ne kadar çok birlikte tetiklenirse aralarındaki bağlantılar o kadar güçlenir. Bu mekanizmayı keşfeden Nörofizyolojist Donald Hebb’in deyişiyle eşzamanlı nöronlar “birlikte tetiklenir, birlikte bağlanır’’. Beraber ateşlenen sinir hücreleri kendi aralarında iş birliği yapar ve yol oluşturur. Kendimizi tembel ya da kafasız diye etiketlemeden önce gezegende bulunan ve en iyi çalışan organa sahip olduğumuzu hatırlayabiliriz.

Ufka gömülü bir zihin 

Organlarından birini kaybeden kişiler organlarının artık orada olmadığını bilseler de zihinlerinde hâlâ vücutlarının eski imgesini bulundururlar. Bu duruma “hayalet (fantom) organ sendromu” denir. Bedensel olarak o organa dair verilere de sahip olabilirler. Bilgi işlemleme sırasında da temel dikkat alanına giren verinin zihinsel imgesi belli bir süre bilinçte yer alır ve diğer imgeler dışlanır. Bu sistem beyindeki sinirsel etkinliklerin bir kısmının öne çıkarılması, bir kısmının bastırılması sayesinde gerçekleşir. Zihinsel etkinliklerimiz için hem dikkate hem de bellek sistemine ihtiyaç duyarız. Bizi biz yapan kapsamlı ve kompleks bir bütün var; içinde beyin, vücut, bilinç ve zihin olmak üzere. Ancak bunun çok daha ötesinde, insanın gören, işiten, dokunan, duyumsayan bir özne olarak, önünde açılan ufka gömülü bir zihni olduğunu kabul etmek de gerekiyor. Hegel’in meşhur ifadesiyle, “Tin, kemiktir,” ve aşkınlık tene içkindir. Bizler, dünyanın teni ile kuşatılmış ve sarmalanmış olarak duyumsarız. Mekân ve zaman kategorileri, bizim düşünme çabamızın iki sabitesidir ve bu ikisinin varlığı dünya içre düşünmeyi oluşturur.


Beyin ve zihin alanında yapılan araştırmalar sayesinde biliyoruz ki her daim değişen ve gelişen bir sisteme sahibiz. Eskiden düşünüldüğü gibi bebeklerin dünyaya boş bir levha (tabula rasa) olarak gelmediklerini, aksine içlerinde dil, duygu ve düşünme alanlarına ait büyük bir sermayeye sahip olduklarını artık biliyoruz. Nefes aldığımız sürece beynimiz yeniden şekilleniyor. Yeni bağlantılar kuruyor, kullanmadığı bağlantılar çözülüyor. Beşikten mezara kadar beyin yeniden şekillenip dönüşüyor. O yüzden her an değişime açık ve hazırız. Mesela beyinlerini bağışlayan rahibeler öldükten sonra otopsi yapıldığında, rahibelerden bir kısmının beyninde Alzheimer belirtileri saptanmış. Fakat onlar ölene kadar hastalık ortaya çıkmamış çünkü öldükleri güne kadar aktif bir şekilde yaşamışlar.


Görülen o ki, beynimiz aktif olduğu sürece yeni yollar ve bağlantılar inşa etmeye devam ediyor. Beynimizi sürekli aktif tutmak, Alzheimer gibi nörodejeneratif hastalıkları geciktirebilir. Yapılan çalışmalar, yetişkin bireylerin yeni nöronlar geliştiremediğine dair verilen eski hükümlerin de değişmesine sebep oluyor. Daha keşfedilecek çok şey var. Halen beyin ve zihin üzerine yapılacak araştırmalara ve yeni kuramlara ihtiyaç duyuyoruz ve her yeni kuram ve araştırmalarla insan denen muammanın ne kadar görkemli olduğuna tekrar tanık oluyoruz. Bir yandan da her yeni bilgiyle değişen kuramlar insana ne kadar alçakgönüllü olması gerektiğini de gösteriyor.


Bu noktada Shoshin yani başlangıç zihnini hatırlamak faydalı olabilir. Bir Japon Zen terimi olan Shoshin, bir paradoksa işaret etmektedir. Bir konuyu ne kadar iyi bildiğimizi düşünüyorsak o meseleye kendimizi o kadar kapatabiliyoruz. Böylece entelektüel kibir denebilecek bir katılıktan mustarip olabiliyoruz. Zen Ustası Shunryu Suzuki’nin belirttiği gibi, acemi olduğunu bilen bir zihin için çok sayıda olasılık varken uzman olduğunu düşünen kişi için olasılıklar sınırlıdır. Nelerin mümkün, nelerin namümkün olduğunu öğrenmiş kişiler daha az değişim yaratır. İnsan bir konuya açık bir zihinle yaklaşmadığında önceden bildiğini düşündüğü şeyi destekleyen kanıtlara karşı taraflı davranır. Bu önyargı neticesinde, yeni bilgiler eğer önceden sahip olunan kuramı desteklemiyorsa kişi yeni bilgileri görmemeyi seçebilir. Neyse ki, katı bir zihin yapısından kendimizi koruyabilmek için yapabileceğimiz şeyler var.

Aktif iyileşmeden pasif tüketiciliğe 

Geçtiğimiz on yıllar “beyin on yılı” olarak isimlendirilmişti ve bu konuda büyük bir coşku vardı. Beynin bütün sırlarının ortalığa döküleceği yönünde bir iyimserlik havası bilime hakimdi. Beyni incelerken parçaların işleyişi tek tek ele alınıp aydınlatılırsa bir bütünlüğe ulaşılabileceği fikri benimseniyordu. Oysa bütünü parçalara ayırıp incelemek, parçaların birbiriyle etkileşimini gözden kaçırır. Karmaşık olan basite indirgenir. Nesneler fiziksel seviyede çoklu biçimlerde hayat bulur. Hücre, deride veya beyinde farklıdır ve “Arızalı her düşüncenin ardında arızalı bir molekül vardır,” düşüncesinin yanlışlığı bugün binlerce beyin çalışmasından sonra gösterilmiş bulunuyor. Bütün, parçalarının toplamından daha fazlasıdır! Doğal fenomenler birkaç basit parçaya indirgenemeyen bir sisteme dayanırlar. Sistemler yüksek karmaşıklık seviyesine eriştiklerinde, içlerindeki parçaların etkileşimiyle yepyeni biçimlerde zuhur ederler.


Beyin çevrenin etkisiyle sürekli değişir. İnsan beyninin büyüklüğü bile karmaşık sosyal çevreye bir adaptasyondur. Beynimiz sosyal bir ortam içinde var olur ve sosyal bir organdır. Zihin, etkileşimle açığa çıkar. Bir ötekine ihtiyaç duyar. Beyin taramalarının kişilerin kendi içsel durumlarına dair ifadelerinden daha gerçek olduğunu söylemek veya beynin fizyolojisini gösteren işlevsel beyin görüntüleme (fMRI) sonuçlarının düşünceyi tarif edebileceğini söylemek yanıltıcı olur. Beyin çevrenin etkisi altında sürekli değişir. Depresyon ve anksiyeteyi beyin anormalliklerine indirgemek hastalarımızı kurban rolüne yerleştirir ve hayatlarını değiştirme şevkinden onları mahrum eder. İyileşmelerinin aktif amilleri olmak yerine onları pasif ilaç tüketicileri kılar.
Nörobilim hür iradenin bir yanılsama olduğu düşüncesini desteklemek için de kullanılmıştır. Bu görüşe göre zihinsel fenomenler beyin etkinliğine indirgenebilir. Oysa beyinde özgül herhangi bir nokta bulunmamıştır ki seçim ve eylemlerimizi yöneten bilinçli benliğimize tekabül etsin. İndirgemecilik her daim negatif anlamda kullanılsa da esasında nötr bir terim ve 400 yıllık bilimsel metodun ana temalarından biri.

İki ana yaklaşımdan bahsedebiliriz:
1. “Bir şeyi anlamak için yakından bak”: Bir evden duman çıkıyorsa ne olduğunu anlamak için yakından bakmak gerekir.
2. “Bir şeyi anlamak için işlevsel bileşenlerine ayır”: Saat analojisi. Bozuk bir saatin neden bozulduğunu anlamak için “mekanizma”sına yakından bakmak ve hangi kısmında sorun olduğunu tespit etmek gerekir.

İndirgemecilik, daha karmaşık ve kaotik sistemlerin anlaşılmasında işimize yaramaz. Ayrıca hastalıkları çevreden yalıtık bir biçimde ele alamayız. İnsan ruhu bedenlenmiş bir varlıktır, bedeninden ve çevresinden ayrı düşünülemez. Bilinç, dikkat vs. her zaman yönlenmiştir: “Saf” bilinçten ve dikkatten söz edilemez, her zaman bir şeye doğrulardır. Algı pasif bir süreç değildir. Örneğin görme, retinaya düşen fotonların sinirleri uyarması ve buna mütekabil görsel kortekste aktivasyon, ortaya çıkan verinin imajlara dönüştürülüşü ve bu temsilin yorumlanarak görsel gerçekliğin inşası gibi bir süreçten ziyade, daha baştan içinde hareket edilen ve paylaşılmış bir alan varsayar. Bununla ilgili bir hayvan deneyi şöyledir: Biri hareket imkânı kısıtlanmış, diğeri kısıtlanmamış iki yavru kedi aynı ortamda aynı görsel uyaranlar altında zaman geçiriyor, kritik fazdan sonra hareket edebilen kedi normal görürken hareketi kısıtlanmış kedinin görme yetisi gelişmiyor.

Yeni Genetik, yeni büyük öyküye taşır mı ?

Thomas Fuchs, önemli bir zihin ve beyin araştırmacısı. Burada serdettiğim görüşler onun Ecology of the Brain adlı önemli çalışmasından izler taşıyor. Onun bir uyarısı var, diyor ki psikiyatri “uygulamalı nörobilim” olarak görüldükçe klinik feraset ve içgörü terk ediliyor: “Bu işaretler dikkate alınmazsa ileride ödül devreleriyle ilgili her şeyi bilip şizofreniyi histeriden ayıramayan klinisyenler olabiliriz”.[1]

Birçokları nörobilimi, yakın zaman öncesine kadar genetikte olduğu gibi (nitekim “yeni genetik” deniyor) insanı ve davranışlarını anlamanın en son ve en kapsayıcı metodu olarak görüyor. Ancak unutmamak gerekir ki, genetikten önce de Skinner’ın davranışçılığı (ödül ve ceza sistemi), onun öncesinde de Freud’un bilinçdışı arzu ve dürtüler üzerine kurulu kuramı insanı anlamanın en kapsamlı ve nihai yöntemi olarak benimsenmişti. Tüm bu görüşlerin ortak özelliği davranışlarımızın arkasında sandığımızdan farklı, gizli şeyler olduğunu öne sürmeleriydi.

Nörodeterminizm (“Beyin her şeyi belirler” düşüncesi) insan anlatan yeni büyük öykü olarak mı karşımıza çıkacak? Medya; karmaşık davranış ve fenomenlere dair aşırı basitleştirilmiş açıklamalara prim veriyor. Karmaşık fenomenlere dair tek nedenli açıklamalar, sözde bilimsel bir argümanla çeşnilendiğinde inandırıcılık ve tatminkârlık basamaklarını hızla tırmanırlar. İnsanlar olarak, en karmaşık fenomenleri bile mucizevi şekilde anlaşılır kılan basit, tekil bir açıklamanın varlığına ihtiyaç duyuyor gibiyiz. Sözgelimi bir kitabın metnini oluşturan yazı karakterleri mürekkepten oluşur. Ama mürekkebin kimyasal bileşenlerini analiz etmemiz, kitapta ne yazdığını anlamak için yeterli değildir. Problem işte tam da bu noktada, beyin ve biyolojik temelli açıklamalara çok fazla önem atfederken psikolojik ve sosyal süreçleri göz ardı etmemizden kaynaklanır.

Bir gökdelenin cam asansörüyle çıkarken nasıl altımıza serilen şehrin düzenini farklı katmanlarda/farkla perspektiflerden görebiliyorsak, insan davranışı hakkında da farklı analiz katmanlarında farklı anlamları idrak etmemiz mümkündür. Burada anlaşılması gereken temel mesele şudur: Zihni, davranışı açıklamada kullanılan katman belli bir amaç için bir diğer katmandan daha fazla bilgi sağlayabilir. Örneğin Alzheimer hastalığı için bir ilaç tedavisi geliştirme derdinde olan bilim insanının, daha derinde yer alan biyolojik katmana odaklanması lazım gelir. Araştırmacının dikkati, amiloid plakların oluşumunu engelleyecek kimyasal bileşenlerin keşfine yönelecektir. Öte yandan çatışma yaşayan bir çifte yardımcı olmaya çalışan bir evlilik terapistinin işe biyolojik değil, psikolojik katmandan başlaması daha akla yatkındır. Böyle bir durumda terapistin biyolojik katmana odaklanıp eşlerin beyin faaliyetlerini fMRI’da görüntülemeye çalışması, çiftin düşünceleri-duyguları-birbirlerine karşı tutumları gibi terapötik açıdan çok daha önemli psikolojik malzemenin göz ardı edilmesine ve çiftin daha fazla zarar görmesine yol açabilir.

Haz yolaklarının aktivitesi ya da bir davranışın biyolojik olarak nasıl pekiştiğini ortaya koyabilsek de bu bireyin seçim şansının olmadığı anlamına gelmez. Öyle ki bazılarının maddeyi nasıl hayatlarından çıkardıklarını, bu kararı nasıl aldıklarını vs. beyin görüntüleme ile ortaya koymamız pek mümkün görünmüyor. Nöro-merkezcilliğin en temel problemi, psikolojik süreçlerin ve çevresel faktörlerin (aile içi sorunlar, stres, maddeye ulaşım, kültürel etmenler vb.) önemini göz ardı etmesinde yatıyor.

Sonuç olarak, beyin görüntüleme bize bir insanın utanmaz bir yalancı ya da bir markanın hayranı olup olmadığını, kokain kullanmaya zorlanıp zorlanmadığını ya da çok güçlü bir öldürme dürtüsüne karşı koyamayacak durumda olup olmadığını söyleyemez. Aslına bakarsanız, beyin görüntülemeden elde edilen veri, bu bilgileri halihazırda elde etmekte kullandığımız geleneksel yöntemlere neredeyse hiçbir şey katmış değildir. Daha da kötüsü, nörobilimsel sos, psikolojik fenomenlere yönelik iyi ve kötü açıklamalar arasında ayrım yapma yetimizi de baltalama potansiyeline sahiptir. Beyin zihne hayat verir, dolayısıyla bireyi etkin kılar; ne var ki nörobilim henüz bunun nasıl gerçekleştiğini açıklayabilmekten uzaktır. Nörobilimden faydalanmak ve ilerleme kaydedebilmek için “doğru soruların” sorulması gerekir. Örneğin nörobilim, ahlaki bir karar alırken hangi nöral süreçlerin rol oynadığı hakkında bize bir fikir verebilir. Ancak bu bilgi, neyin doğru, ya da bazı şeylerin nasıl “olması gerektiği” gibi soruları cevaplamamızı sağlamaz.

Varsın öyle düşünsünler ! 

Tarih, biyoloji üzerine kurulu başarısız ve kimi zaman kanlı sosyal mühendislik girişimleriyle doludur”. Salt bilim üzerine bir etik sistem bina edilebileceği fikri tehlikeli bir hatadır; felsefeciler “olan” ve “olması gereken” arasındaki bu karmaşayı “natüralistik safsata” olarak isimlendirirler. Beyin biliminin otoritesi, onu aynı zamanda şu ya da bu politik (ya da sosyal) gündemin hizmetine girmeye de mecbur kılar. Örneğin bağımlılığı “bir beyin hastalığı” olarak nitelemek araştırmalar için fon sağlamak ya da hastalara daha iyi hizmetler sunmayı mümkün kılması itibarıyla masum görünebilir. Öte yandan bağımlılığın çok katmanlı doğasının görmezden gelinmesi, klinisyenlerin oldukça etkili olabilecek müdahaleleri atlamasına yol açabilir. Aynı durum, diğer birçok psikolojik hastalık (psikopati de dahil) için de geçerlidir. Bu hastalıklar bir yönüyle gerçekten beyinde fiziksel bir işlev bozukluğundan köken alsalar da ek olarak düşünce, duygu, güdü ve karar gibi etmenlerin lisanı konuşulduğunda tam olarak anlaşılabilir.


Nörobilimin bize sunabileceği bilgeliği damıtmalı, ondan tüm insan doğasını açıklamasını beklememeliyiz. Biz psikiyatristler, “hastalarımızın varoluşlarının derinliğini seslendiren, onların duyguları ile titreşen, gizli çatışmalarını kavrayan ve tekrarlayıcı davranış kalıplarının bütününü algılayan müzik aletleri gibiyiz.” Katı nörobilimciler ve materyalist filozoflar için beyninden başka bir şey olmayabilirsin. Varsın öyle düşünsünler. Elbette beyin olmaksızın hiçbir şekilde bilincin varlığından söz edilemez. Yine de sen, sana göre bir “benliksin”; diğerlerine göre ise, karar verme kapasitesi olan, kararların nasıl gerçekleştiğini inceleme yeteneği olan ve bu kararların mümkün kıldığı sorumlulukları ve özgürlükleri tartma bilgeliğine sahip beyni olan bir insansın.

Birçok filozof ve bilim insanı, düşünmeyle ilgili her şeyi beyin düzeyinde açıklamanın, zihinsel ve ruhsal yaşamımızla ilgili her şeyi açıklamak anlamına geleceğine inanıyor. Ancak bilinç meselesi açıkta kalıyor. Her birimizin zihninde dönen o sadece bize özgü sinema filmi neden var? Ben, sen gibi olmanın tam olarak ne olduğunu bilemiyorum çünkü iç dünyanda olan biten her şeyi bilme imkânım yok. Sen de benim tam olarak ne hissettiğimi, zihnimin mağaralarında ne sakladığımı bilemezsin. Her birimiz dünyayı kendi öznelliğimizle, kendi biricikliğimizle tecrübe ediyoruz. Beynin yapı ve işlevleri neden deneyime yol açıyor? Neden hayal kuruyoruz? Bir elma bize neden farklı şeyler hatırlatıyor? Bir masada oturuyoruz, aramızda kırmızı bir elma var. İkimiz aynı şeyi görüyor ancak farklı şeyler düşünüyor ve hissediyoruz. Elmanın ikimizin geçmişinde yeri farklı. Elmanın zihnimizdeki temsili birbirinden farklı. Sinir sisteminin nesnel biyolojik özelliklerinden öznellik nasıl zuhur ediyor? İşte beynin fiziksel süreçleri bu hikâyeyi aydınlatamıyor. Bu konu nörofelsefenin “zor soru”sunu oluşturuyor.

Bilincin bilgi bütünlüğü  

Materyalizm yirminci yüzyılın baskın entelektüel akımıydı ve bazı politik hareketlere ivme kazandırdı. Materyalist dünya görüşü insanı incelemeye başladığında bilinçlilik ya da özgür iradenin bir yanılsamadan ibaret olduğunu iddia etti. Bu akımın önde gelen isimlerine göre ruh diye bir şey yok. Hatta bilinç dediğimiz şey de tümüyle bir yanılsama. Materyalizme yaslanan sinirbilimciler görüşlerini desteklemek için de evrimsel psikolojiyi kullandı. Acaba dedikleri gibi bizler uzak geçmişimizin derinliklerinden gelen genetik programlar ile mi kayıtlıyız? Eğer öyleyse, hayatta kalmaya hizmet etmese bile hayatı yaşamaya değer yapan onca şey ne olacak? Arkadaşlık, fedakârlık, felsefe, sanat neden var o halde? Diğerkâmlık neden var? Neden kimi insanlar kendilerini tehlikeye atma pahasına başka insanlara yardım etmeyi seçiyor? Evrimsel terimlerle düşündüğümüzde diğerkâmlık bir bilmece, çünkü başkalarına kendi pahasına yardım eden herhangi bir organizma evrimsel açıdan bir dezavantaja sahip. Öyleyse neden pek çok fedakâr insan daha açgözlü ve çıkarcı rakipleri tarafından yok edilmedi? Belki de en çok ve en iyi yardımlaşabilen organizmalar ayakta kalmayı başarıyordur.

Evrimsel psikolojinin herhangi bir varsayımını sınayamıyoruz. Bu açıdan eleştiriye açık. Evet, materyalist sinirbilimi bize bir pencere açıyor ama her pencere gibi görüş alanımızı da sınırlıyor. Bu nedenle materyalizmin her şeyi açıklayabileceği iddiası sorunlu. İnsan evrimini tamamen materyalist bir çerçevede okumaya başladığımızda hayatta anlam, amaç ve maneviyat gibi ihtiyaçlarımıza yer bulamıyoruz. Sinirbiliminde (nörobilim) büyük ve heyecan verici gelişmeler olduğu muhakkak ancak bana sorarsanız, herşeyin fâş olduğu yer şurası: Sinirbilimciler beynimizin nasıl çalıştığını bize anlatmakla yetinmeyip ahlak, maneviyat ya da dinin kökenini açıklayabileceklerini de iddia ediyorlar. Bilim felsefecisi Karl Popper’ın dediği gibi “vaat materyalizmine” dalıyorlar. Bu kerameti kendinden menkul senet sayesinde materyalizm hakkında herhangi bir şüphe bile hemen bilimsel değil diyerek etiketlenip safdışı ediliyor. Neyse ki, David Chalmers gibi sağduyulu ilim insanları hâlâ makulü seslendirmeye devam ediyor ve henüz bilinci tam manasıyla açıklayabilecek bir bilgi bütünlüğüne sahip olmadığımızı dile getiriyorlar.

Her temas iz bırakmaz !

Nobel Ödüllü Nörolog Sir John Eccles’in söylediği gibi, “Bizler ruhsal bir dünyada ruhları olan ruhsal varlıklarız, ayrıca maddi bir dünyada bedenleri ve beyinleri olan maddi varlıklarız.” Ne tuhaf değil mi? Beyni incelemek, kendimizi incelemek aslında ve bu durum bizi hem özne hem de nesne yapıyor. Sanki aynı anda hem pencereden içeri hem de pencereden dışarı bakmaya çalışıyormuşuz gibi. Yükselmek için kendi omuzlarına basması gereken bir insanın durumu kadar çelişkili bir yerdeyiz ruh ve bilinci anlamaya çalıştığımızda. İnsanın belki de en gizemli yanlarından biri bu ve sinirbilimciler için bu durum o kadar çetrefilli ki, çetin ceviz diyorlar insanın özbilincine. Zor soru, çetin ceviz. Böyle bir durumda materyalistlerin iddia ettiği gibi nasıl nesnel olabiliriz? Bilinç doğrudan gözlemlenemez. Bilinçli olduğumuzda aktif, olmadığımızda boşta olan tek bir beyin bölgesi yoktur. Nöronlardaki belirli bir aktivite seviyesi de bilinçli olduğumuzu göstermez. Nöronlarda her zaman bilinci gösteren bir kimya da yoktur. Zihin Filozofu B. Alan Wallace’ın belirttiği gibi: “Zihnin doğası üzerine yüzyıllarca süren modern felsefi ve bilimsel araştırmalara rağmen, şu anda herhangi bir bilincin varlığını veya yokluğunu tespit edebilecek hiçbir teknoloji yok, çünkü bilim insanları tam olarak neyi ölçmeleri gerektiğini bile bilmiyorlar.”


Özgül bazı beyin durumlarının ruhsal deneyimlerle ilişkili olduğunu göstermek, ne bu tür deneyimlerin beynin bir işlevinden başka bir şey olmadığını gösterir ne de Tanrı’nın var olduğunu ispatlar. Bu görüşle tutarlı olarak, manevi deneyimlerine ilişkin sinirbilimsel çalışmalar ruh ya da maneviyata olan ihtiyacımızı yok saymamıza neden olmamalıdır. İnsan beyninin ruhsal bir durumu deneyimlemesini sağlayan nörolojik bir alt katmana sahip olması, ilahi bir yaratıcının armağanı olarak ya da dilerseniz evrenin temel doğası ya da amacı ile temas olarak yorumlanabilir. Üstelik materyalist anaakım düşüncenin çoğunun ardında yarı-dini bir şevk vardır; rasyonalite maskesi takan bir inanç sistemi olan indirgemecilik de bir inançtır. Yöntemleri tarafsız olduğu için bilime güvenilmesini söyleyenlerin bilimin materyalizm varsayımıyla giderek daha fazla önyargılı hale geldiğine dikkat etmeliyiz. Materyalizm bilimsel kanıtların kaçınılmaz bir sonucu değildir, araştırma başlamadan önce çerçeveyi çizen bir varsayımdır. Hasılı, elinde çekiç olan her şeyi çivi olarak görür.

Hayretsiz ve hürmetsiz !  

Bir sinirbilimci beynimizin ağırlığından, işlevlerinden bahsedebilir bize ama düşüncelerimizin ağırlığından, hayallerimizin boyundan, ağrımızın renginden söz edemez. Hayatın ruhsal ya da manevi boyutuna açmazsak kendimizi, şiirsel yanımız güdük kalır. Evren ahengin şiiridir, insan o şiire gözlerini kapayamaz. Şiirsel yanımız güdük kaldığında; insanın düşünce, duygu, arzu, irade, hayal gücü, içebakış, bilinç, bilinçdışı birçok yanını bir bütün olarak görme imkânından uzağa düşeriz. Zihnim sadece benim tarafımdan deneyimleniyor ve bir başkasıyla aynı deneyime sahip değilim. Deneyimlerim biriciktir, ben de parmak izim kadar biriciğim, sen de. Nasıl beyni ameliyat edebilen bir cerrah, hastasının hislerini ya da hülyalarını bilemiyorsa elimizdeki enstrümanlarla hayatın her veçhesini çözemeyiz. Bilemediğimiz, tam manasıyla anlayamadığımız tüm sırlara sırtımızı dönemeyiz, onlar biz görmezden gelsek de orada olmaya devam edecekler. Üstelik o sırlar hayatın özünü oluşturuyor. Albert Einstein’ın dediği gibi, tecrübe edebileceğimiz en güzel ve derin heyecan olan maneviyata kendimizi kapatırsak varlığın karşısında hayret ve hürmet duyamayan bir ölüye dönüşürüz. Buradan daha da zor bir soruya geçelim. Beden ve zihin bağlamında insan ruhunu nasıl tanımlayabiliriz?

Ruh, gündelik dilde farklı bağlamlarda sıklıkla kullandığımız kelimelerden biri. Birine “Ne ruhsuz adam!” dediğimde aklınıza duygusuzluk, donukluk imgesi gelebilir. Ya da “zamanın ruhu” dediğimizde genel bir eğilimden bahsediyoruzdur. Ruh sağlığı ise gündelik konuşmada akıl sağlığı bağlamında kullandığımız ifadelerden biri. Ruh gibi eski bir kavramı anlamaya çalışırken önce hangi bağlamda ele aldığımızı netleştirmek faydalı olur. Dini mi, felsefi mi, tıbbi mi? Hangi alanın perspektifinden hadiseye baktığımız o alanın yöntemleriyle bu kavrama yaklaşmamızı sağlar. Ruh, felsefe tarihini en çok meşgul eden kavramların başında gelir. Bugün de aynı şekilde ruh hakkında sorulan sorular ve muhtelif cevaplar mevcut. Yeni olan şey ise bu tartışmaların bilişsel alanda çalışmalar yapan uzmanlar tarafından da ele alınması. Modern görüntüleme yöntemlerinin yapabildikleri, beynin bölgelerinin hareketlenme alanlarını ve yoğunluğunu ölçmekle sınırlı kalıyor, bunların sebeplerinin ve maksatlarının yorumlanması da ruhla ilgili tartışmaları spekülasyon olmaktan öteye taşıyamıyor. Eski ya da yeni araştırmaların ortak noktası ise, her ikisinin de ruh kavramını tam olarak tanımlayamaması ve sınırlayamamasıdır. Tanımlanması ve sınırlanmasının güçlüğü, beraberinde bilimsel yöntemlerle incelenip fikir beyan edilebilecek bir kavram olmasını da zorlaştırıyor. Laboratuvara sokulamayan, ölçülemeyen, gözlemlenemeyen bir olgudan bahsediyorsak, ister istemez modernlik ve pozitif bilimler öncesi dönemin enstrümanlarını nirengi noktası olarak kullanıyoruz; yani entelektüel aklı, mantığı ve sezgiselliği varlığın temaşasında ölçü olarak alıyoruz. Aristoteles, çalışmasında ruh (can) hakkında güvenilir bilgi edinmenin çok güç olduğunu söylemişti. Buna rağmen insan, kendini ve doğayı anlama arzusundan ötürü ruhun ne olduğunu bilmek ister. Bu bilme isteği bazı sorular etrafında şekillenir. Ruh nedir? İşlevleri nelerdir? Bedenden ayrı bir varlık mıdır? Beden ortadan kalktıktan sonra ruhun varlığı ve devamlılığı mümkün müdür? Aristoteles, madde olarak değil ama kavram ve biçim olarak ruhtan söz edilebileceğini, ruhun yaşamı, algılamayı ve düşünmeyi sağlayan şey olduğunu ifade etmişti.[2]

Bulutlar Atlası: Ruh  

Geçip giden, rüzgâr, nefes ve benzeri manalara gelen ve Arapça kökenli bir kelime olan “ruh”, Antik Yunan felsefesinde psukhe kelimesiyle karşılanır. Latincede anima , İngilizce metinlerde ise soul kelimesinin karşılığıdır. İlk olarak geleneğin başlarında felsefi ve dini kaynaklarda ruh meselesinin ele alındığı görülür. Aristoteles Ruh Üzerine (Peri Psychēs / De Anima) eserinde kendisinden önce ruh üzerine yapılan çalışmaları inceledikten sonra kendi tanımını oluştursa da onun psukhe kavramının bizim “can” dediğimiz, tüm canlılardaki ortak cevhere bir gönderme olduğunu da belirtmek gerekiyor.
 Kutsal kitabımızda da ruh kelimesinin bugün bizim anladığımız manada değil, vahiy meleği Cebrail’i tanımlamak üzere kullanıldığını görüyoruz. Aslında daha sonraki İslam kaynaklarında da “ruh” kavramı yerine “nefs” veya “can” kavramını kullanmayı tercih etmiş düşünürler. İnsanın hayatiyetini sağlayan, idrak edici ve bilici unsur olarak “ruh” kelimesinin kullanılması daha geç dönem kaynaklara dayanıyor.

Ölümden sonra devam ettiğine, insanın maddî varlığından bağımsız olarak var olduğuna inanılan bir cevher olarak “ruh” inancına, ilk olarak Eski Mısır’da rastlanır. Ruh kelimesini andırır şekilde, Yahudilikte ruhu ifade etmek üzere kullanılan İbranice kelimeler, “nefeş” ve “ruah”tır. Ancak bu kelimelerin hem Mısır hem de Yahudi kaynaklarında, daha ziyade ölüm sonrası anlatılarında kullanıldığına şahit olunur. Eski Türklerde ise ruh kelimesi, tin yani nefes, soluk gibi canlılık belirtisi anlamında kullanılmaktadır.


Gilbert Ryle, ruh kavramının kullanımını, bir üniversiteyi ziyaret eden birinin bütün bölümleri dolaştıktan sonra, “Peki, üniversite nerede?” sorusuna benzetiyordu. Benim ruh algım Neo Platoncu Filozof Plotinus’un etkisiyle şekillenen İslam filozof ve mutasavvıflarının düşüncesine daha yakın. Plotinos, Farabî metafiziğine “Sudûr Teorisi” olarak uyarlanan düşüncesinde, ruhu varlığın “bir” ve “akıl”dan sonra gelen üçüncü ilkesi olarak ortaya koyuyordu. Bu anlamda ruh, kendinden bir önceki aşama olan aklın (nous) (Farabî-İbn Sina ekolündeki karşılığı faal akıl) bir taşmasıdır; akıl, bedenlere bir ışıma şeklinde nüfuz eder ve belirli yetilere işlerlik kazandırır. Bunu modern teknolojinin araçlarına benzeterek ifade etmek gerekirse, ruh tıpkı bir bulut (cloud) gibi herkesin bağlanarak hüviyet edindiği, beden dışı ama bedenle ilişkisi içinde biteviye oluşmakta olan bir faaliyettir. Bu açıdan ruhu, beden ve dünya ile dolaşık yatay ilişkisi içindeki zihinden ayrı olarak, insanın aşkın varlıkla dikey varoluşsal ilişkisi içinde edindiği bir yeti olarak kabul ediyorum.


Psikolojiye, başlangıcında modern öncesi zamanların kabulüne uygun şekilde ruhun bilimi olarak bakıldığını biliyoruz ancak 19. yüzyıla gelindiğinde psikolojinin zihnin bilimine indirgendiği görülüyor. Edward S. Reed’e göre yeni anlayış, psikolojide ruha karşılık gelen kavramı zihin (duyumlar ve algı), beden (nörofizyoloji) ve bilinçdışı (psikanaliz) olarak parçalamış ve bir daha da birleştirememiştir.

O halde, zihin ve beyin arasında insan ruhunun yeri neresidir? 
Önce de belirttiğim üzere, ruh üzerine yapılan soruşturmaların zaman içinde zihin kavramına evrildiğini görüyoruz. Descartes’ten önceki dönemde ruh ve zihin kavramı özdeş olarak değerlendirilmiş. Zihin insanın düşünme, irade, hayal, içe bakış gibi birçok düşünce ve duygularını kapsar. Beyni bir organ olarak görebiliriz ama gördüğümüz şey onun fiziksel yapısıdır. Zihinsel faaliyetlerimizle beynimiz arasında yakın bir ilişki olduğunu bilimsel yöntemlerle gözlemleyebiliyoruz. İçinde neler olduğunu, kişinin deneyimlerini ise görme şansımız yok. Nasıl ki bir eve dışarıdan bakıp da içinde neler olduğunu bilemiyorsak zihne de dışarıdan bakar fakat tam anlamıyla içinde neler olduğunu bilemez, ancak birtakım tahminlerde bulunabiliriz.

Bu noktada zihne yönelik yaklaşımlar iki ayrı yol çiziyor. İlki, beynin fiziksel yapısı tamamen çözülebilir ve kişinin zihninde neler olup bittiği tam manasıyla anlaşılabilir görüşünü savunuyor. Bu oldukça materyalist bir yaklaşımdır. Düalist yaklaşım ise zihnin sadece fiziksel yapıdan ibaret olmadığını, aynı zamanda fizik ötesi bir doğaya sahip olduğunu, insanın zihin ve bedenden ya da ruh ve bedenden oluşan bir varlık olduğunu savunuyor.[3]


Ruhu psikiyatri ve psikoloji bağlamında anlamak istediğimizde ise uğraşı alanımızın seküler bir bilim olduğunu dikkate almadan bu çabaya girişemeyiz. Psikiyatri ya da psikoloji kelimeleri psişe yani ruh kökeninden üretilmiştir. Bugün gelinen noktada ise bu alanlarda ruha yer yoktur. Elbette bu durumun böyle olmak zorunda olmadığını ifade eden uzmanlar da var. Thomas Moore ruhun, insanın iç dünyasına katacağı çok şey olduğuna işaret eder ve “Zihin nasıl bilgi ve fikirleri sindirip zekâyı üretiyor ise ruh da yaşamı sindirerek karakter ve bilgelik üretir,” der.[4] Bunun da ötesinde, düşüncenin gri manzarası aşıldığında, ruhun yaşamı sindirerek bizatihi ruhu ürettiğini serdeden öğretiler de mevcuttur hikemi gelenekte. “Bilmem ki nasıl sığdı gönül, suyla toprağa?” demişti Muhammed İkbal, Peyâm-ı Meşrik’te, “Gel, gönlümüzün manası, gel ey aşk!  / Ey ektiğimiz, biçtiğimiz, mahsul gel! / Hem eskidi toprak huyu almış kişiler / Yapsan kilimizden yeni insan, ne güzel!” 
İnsan, ruhun varlık sazını çaldığı mızrabıdır, insanın eksik kaldığı bir evren şarkısız ve ruhsuz kalır. Bu yüzden insanın eksik kalmaması, tekamülü, tüm varlığın kaderini örmektedir.

Bu öğretiler, bilimsel bir nitelik taşımasa da yeni perspektifler ve yeni ufuklar için ilham veriyor. Deneysel bir yaklaşım olan davranışçı psikolojinin katı kurallarını dışarıda bırakırsak; zihinsellik, bilinçlilik gibi zihin felsefesi ile yolların kesiştiği disiplinler arası yaklaşımlar daha çok araştırılmayı hak ediyor. “Kuramları iyi öğrenin, ancak yaşayan ruhun mucizesine dokunduğunuzda onları bir kenara bırakın,” demişti Carl Gustav Jung.

Bir savunma sanatı 


Psikopatoloji, temelinde, etkin olmakta başarısız kalmış bir savunma şeklidir. Kişinin özgün ruhunun, sürüklenip durduğu yaşam pratikleri ve maruz kaldığı üst söylem ile baş etmeye güç yetirememesinin ifadesidir. Irvin Yalom, Varoluşçu Psikoterapi eserinde şöyle yazmıştı: “Aslında yalnızca insanın acı çekişinin evrenselliği, hastalığın her zaman her yerde bulunduğu şeklindeki ortak gözlemi açıklayabilir. Böyle bir gözlemi ifade etmek için André Malraux, elli yıldır insanlara günah çıkartan bir papaza insanlık hakkında ne öğrendiğini sorar. Papaz cevap verir: ‘Öncelikle, insanlar düşünebildiğinizden çok daha mutsuz… ve sonra şöyle bir gerçek var ki, yetişkin insan diye bir şey yok.’ Bir başkasının değil de o insanın hasta olarak nitelendirilmesine neden olan şey, çoğu kez yalnızca bir dış şarttır.” Psikolojik sorunları sadece bazı kimyasal dengesizliklerden ibaret olarak görmek karşımızdaki insanı görmemizi engeller. Gördüğümüz şey sadece hastalık ve ona uygun reçete olur. Oysa hastalık yoktur, hasta vardır yaklaşımı, her insanın biricik oluşuna, onun kendine özgü bir hikâyesi olduğuna dikkat edebilmemizi sağlar. Aksi halde gördüğümüz tek şey bir bozukluk olacak ve onu hızlıca düzeltmek gerekecektir.

Ayrıca bu yaklaşım bizi, psikoterapinin insana sunduğu imkânlardan da mahrum bırakır. Psikoterapi özünde insanın bir başka insanla kurduğu derin ve mahrem bir ilişkiyi temsil eder. Psikoterapiyi “bilimin sanatı” olarak isimlendirmemiz yanlış olmaz. Hem ardında yüz yıllık bir bilimsel birikim var, hem de terapistin maharet ve sanatına göre çok farklı kıvamlar alabiliyor. Teorik altyapı bir yere kadar sonuca etki ediyor, danışanda ümit uyandırabilme gücü ve terapistin içten ilgisi olumlu sonuca etki eden temel bileşenler. Danışan odada “hissedildiğini hissetmek” istiyor. Yalom gibi pek çok kuramcıya göre insanı iyileştiren asıl şey ilişkide sistematize edilememiş gizil bir özgünlüktür, şöyle ifade ediyordu bunu Yalom: “…Şuna derinden inanıyorum ki terapist, kimsenin bakmadığı sırada ‘gerçek şey’i serpiştirmektedir. Fakat bu ‘ilaveler’, bu anlaşılması zor ‘kayıt dışı’ ilaveler nelerdir? Bunlar resmi kuramın dışında bulunmaktadır; haklarında yazılı bir şey yoktur, açıkça öğretilmezler. Terapistler genellikle bunların farkında değildir ancak yine de her terapist, pek çok hastasının neden gelişme kaydettiğini açıklayamadığını bilir. Önemli unsurların betimlenmesi zor, tanımlanmaları daha da zordur. Gerçekten de bu özellikleri şefkat, ‘hazır bulunma’, özen gösterme, kendini verme, hastanın derinliklerine dokunma ya da bilgelik –ki anlaşılması en zor olanıdır– olarak tanımlamak ve öğretmek olası mıdır?”

İnsan kalmanın bedeli ve yaranın şifası 

Psikiyatrist Harry Sullivan, zihinsel hastalıkların kökeninde ilişkilerin yer aldığını öne süren kişilerarası ilişkiler kuramını geliştirmiştir. Bu yaklaşımın temelinde terapide iyileştirici gücün, yeni ve sağlıklı bir ilişkinin kurulabilmesi olduğu tezi yatmaktadır. Psikoterapide danışanlarla yeni bir ilişki inşa ederken danışanlar diğer ilişkilerinde de sağlıklı etkileşimlere yönelik bir tecrübe kazanır. Başarılı bir psikoterapinin en önemli belirleyicilerinden biri bu kıymetli ilişkidir ve onu hiçbir reçete size sunamaz. Otto Rank’ın söylediği gibi, terapist danışanını “içgüdülerinin egemen olduğu bir varlık olarak değil de korku dolu ve acı çeken bir varlık olarak görürse” eli güçlenecektir. Psikoterapistler olarak bizler terapi odasında bize en hassas yanlarını açan insanlarla çalışıyoruz. Danışanlarımız bize sırlarını emanet ediyorlar. Terapide bir soğanı soyar gibi insanın kabuklarını tek tek kaldırırken insanlık macerasının ne kadar zor olabileceğini ve insan kalmanın bazı bedelleri olduğu bilgisini de kavrıyoruz. Bir terapistin sunacağı bu empatik ilişki sadece ilaçlarla yürütülen bir tedavi modeli tarafından temin edilemez.

Psikoterapi sürecinde insanın psikolojik problemlerinin derinine inme fırsatımız olur. İnsanoğlunun ortak üyeleri olarak terapi odasında buluşan bu iki insan, meselelerin derinliklerine indikçe sorunlarla farklı bir ilişki kurmayı deneyimliyor. Örneğin kaygı olarak kendini gösteren varoluş endişesi, insanı bir yol ayrımına taşıyacak ve yaşamına anlam katacak bir doğum sancısına işaret edebiliyor. Bu kaygıları sadece semptom olarak görüp onları yok etmeye çalıştığımızda, kişinin ruhsal doğumunu sekteye uğratmamız da pekâlâ mümkündür. William James insanları ilk ve ikinci kez doğanlar olarak ikiye ayırır.[5] İkinci kez doğan insanlar, bir kriz sonrası yeni bir yaşam biçimi kazanır. Yaşadığımız sorunlar için bireysel sorumluluğumuzu sahiplendiğimizde ise başka bir hayatı ve özgürlüğü seçebiliriz. Kendi hayatlarımızı inşa edebilmenin özgürlüğü ile duygularımızı uyuşturmadan canlı kalmayı öğrenebiliriz. Bu tür varoluşsal krizleri, ilaç vererek çözemeyiz. İlaç vererek o krizi yok etmeyi düşündüğümüzde, yaranın çağıracağı şifayı da ortadan kaldırmış oluruz. Aslında terapi insanın kendine kurduğu tuzakları fark etmeyi ve onları bozabilmeyi hedefler, böylece yapmanız gereken şey terapist ve danışan olarak o engelleri kaldırmak olur. Bunu yapabildiğimizde ilaçların verebileceklerinden daha fazlasına ulaşmak mümkün olabilir.

[1] Thomas Fuchs, Ecology of the Brain: The phenomenology and biology of the embodied mind. Oxford University Press, 2017.

[2] Aristoteles, Ruh Üzerine, Pinhan yayınları, Çev: Ö.Aygün-G.Sev, 2018


[3] Churchland. P. M., Madde ve Bilinç- Zihin Felsefesine Güncel Bir Bakış, Çev: Berkay Ersöz, Alfa Yayınları, İstanbul, 2012

[4] Moore, T., Care of the Soul: A Guide for Cultivating Depth and Sacredness, Harper Collins Publications, New York, 1993

[5] James, W., Varieties of Religious Experience, Penguin Classics, Londra, 1982

Etiket /