Röportaj

“Lokal imtihanların ötesine geçtik, küresel ölçekte imtihanlar yaşıyoruz”

“Mücerret Söyleşiler”de bu kez konuğumuz, Yazar – Aktivist ve “Youtuber” Halit Bekiroğlu.

ÖNDER İmam Hatipliler Derneği başkanlığı dönemindeki konferanslarını “Söz Kalır” ismiyle kitaplaştıran Halit Bekiroğlu ile “yeni ve eski normal dünyası”, Türkiye’nin serencamı, yakın tarih, gelecek, gençlik, İmam Hatiplerin dünü-bugünü-geleceği, eğitim, sivil toplum ve son zamanlarda girdiği Youtube mecrası üzerine konuştuk.

Şunu da ekleyelim, Halit bey “sosyal medya orucu”na girmiş. Sadece Twitter, İnstagram gibi sosyal medyalardan uzaklaşmamış, işi biraz daha ileri götürüp Whatsapp ve Youtube gibi uygulamalardan da uzak durarak adeta “sosyal medya itikaf”ına girmiş.

Belki hepimiz kendi dünyamızda “toplu itikaf”a girsek daha güzel ve daha gerçek bir dünya olabilir!

Sözü daha fazla “yormadan” sizi bu kıymetli söyleşiyle başbaşa bırakıyoruz.

Evimiz Türkiye’yi korumak için, evimizde kalıyor, OKUYORUZ.

İyi (Mücerret) okumalar

Kişi, vakıf olduğu konularda söylemeli ve yazmalı

ÖNDER İmam Hatipliler Derneği başkanlığınızdan sonra “Söz Kalır” isimli bir kitap çıkardınız. Gençlik, eğitim ve sivil toplum üzerine yazdığı denemeler mahiyetindeki kitabınızda pek çok önemli başlık yer alıyor. Toplumumuz için önemli konuları içeren bir kitap yazma fikri nereden geldi ve kitabınızı hangi amaç gayretinde yazdınız?

Söylemiş olmak için söylememek, yazmış olmak için yazmamak gerektiği kanaatindeyim. “Söz Kalır” kitabım bütünüyle; ÖNDER’deyken yaşadığım tecrübelerden, yaptığım konuşmalardan, aldığım notlardan çıktı. Yani “havalı ifadeyle”; yaşadıklarımı yazdım ve yakından ilgilendiğim gençlik, eğitim ve sivil topluma dair kanaatlerimi paylaştım. Bir de şunu düşünüyorum; kişi her konuda yazmamalı, ilgilendiği ve ilgilenmenin ötesinde vâkıf olduğu konularda söylemeli ve yazmalı. Bu üç alan detaylarıyla tecrübe ettiğim ve teorik boyutlarıyla da yakından ilgilendiğim alanlar olduğu için söz söyleme hakkını gördüm kendimde.

İmam Hatip okulları, ektiği tohumlarla ülkemizin seyrine önemli katkılar sunmaya devam ediyor

Kitabınızda İmam Hatiplerin var olduğu günden bugüne üç evre geçirdiğinden bahsediyorsunuz. Koruyucu, gelişme ve kurucu evrelerinden bahsediyorsunuz. Bu evrelerin temelinde ne var, İmam Hatiplerin bu şekilde evreler geçirme sebebi nedir?

Öncelikle bu konuyu daha detaylı takip etmek isteyen ve evreleri nasıl tanımladığımı sorgulamak isteyen dostlara ESAM’daki konferansı izlemelerini öneririm; https://www.youtube.com/watch?v=D_Fy74NqGuo

Bu evrelerin temelinde ülkemizin, biraz geniş alırsak iki asra yakın, daha dar alırsak bir asra yakın arayışının izdüşümü var. Çözümü Batılılaşmakta bulduğunu düşünen ülkemizin, taklitçi bir yaklaşımla din ile arasına mesafe koyması, bu mesafeyi baskıya dönüştürmesi, bir süre sonra adeta dine dair her şeyin örselenmesi, medeniyet çınarımızın budanmasına sebep olmuş ama çınarın kökleri sağlam olduğu için yok edilememiştir. İşte o çınarın yeniden filiz vermesinin adıdır İmam Hatip okulları. Aslında temel saik yeniden bu toplumun kendi kök değerlerine yaslanıp neşv-ü nema bulma çabasıdır. Tabi bu kolay olmamıştır. Yakın tarihimize baktığımızda neredeyse darbeler tarihimizle paralel bir şekilde İmam Hatip okulları sürekli mağduriyetler yaşamış ve baskılara, kapatmalara, hak mahrumiyetlerine rağmen ektiği tohumlarla ülkemizin seyrine önemli katkılar sunmuştur ve sunmaya devam etmektedir.

İhtiyaçlara ve şartlara göre İmam Hatip modeli bir taraftan zenginleşirken bir taraftan da küresel ölçekte yaygınlaşıyor

İmam Hatip okulları, bu ülkenin son on beş yılında belirleyici olmuştur. İlahiyat, Diyanet teşkilatına, akademiye, siyasete ve hayatın muhtelif alanlarına dönük yetiştirmiş olduğu kadrolarıyla ülkemizin kimliğinin oluşmasına önemli katkıları olmuştur. Fakat İmam Hatip modelinin yerinde durmadan zenginleşmesi ve küresel ölçekleri aşması gereklidir. İmam Hatip eğitim modelini nasıl zenginleştirebiliriz?

Bence son yıllara baktığımızda imam hatip okulları 28 Şubat evresinde aldığı hasarlar sonrası henüz belirleyiciliğini tam gösterme imkanı bulamamıştır. Eğitim sürecindeki bir gencin hayattaki etkisi ortalama 20 yıl sonra ortaya çıkar. 2012’deki 4+4+4 ile İmam Hatiplerin önündeki engeller (en son 2016’da askeri okullara da girebilmeyle) bütünüyle kaldırıldı ama bir İmam Hatipli gencin liseyi bitirmesi, üniversiteden mezun olması, hayata atılması ve tutunması süreçlerine baktığımızda bu yeni neslin asıl izlerini 10 yıl sonra görebileceğimizi düşünebiliriz.

Tüm bu süreçlerde aslında bahsettiğin İmam Hatip modelinin zenginleşmesi zaten kendi doğal akışında da gerçekleşiyor. Özellikle MEB Din Öğretimi Gene Müdürlüğü’nün, başta ÖNDER olmak üzere ilgili tüm sivil toplum kuruluşlarının, sendikaların, kanaat önderlerinin, akademi dünyasının çabalarıyla ihtiyaçlara ve şartlara göre İmam Hatip modeli bir taraftan zenginleşirken bir taraftan da küresel ölçekte yaygınlaşıyor. Hem ülkemizdeki Uluslararası İmam Hatip okulları hem de yurtdışında kurulmuş olan İmam Hatip okulları bana göre “mevcutlar içerisinde en makul ve en mutedil model” olan İmam Hatip modelinin bundan sonra küresel ölçekte de meyvelerini vereceğini düşünüyorum.

Bu doğal ve verimli seyre rağmen İmam Hatip modelinde yenilikler yapılamaz mı?

Elbette yapılabilir ve yapılmalıdır da. Nitekim bu konuda çokça istişareler, çalıştaylar, araştırmalar yapılıyor. Ama bunu yaparken doğal mecrayı atlamadan ve bozmadan yapmak lazım. Aksi takdirde başkalaşan, dönüşen ve aslından kopup ucûbeleşen bir modele dönüşür. Örneğin Koronavirüs atmosferindeyiz ve biliyoruz ki eğitim dahil hayatın bir çok alanında dijitalleşme daha da etkili olacak. Bütün eğitim alanı gibi “din eğitimi ve dijitalleşme” konusu da önemli bir gündem olarak önümüzde duruyor. Yaklaşık 2-3 yıl önce bunu ilgili kurumlar ve uzmanlarla da istişare etmiştik. Bu nasıl olmalı ki hem İmam Hatip modelinin ruhu canlı kalmalı hem de günün şartları ve ihtiyaçları hesaba katılarak verimlilik ve nitelik artmalı. Buna benzer bir çok yeni konuya dair araştırmalar ve istişareler yapılmalı.

Lokal imtihanların ötesine geçtik, küresel ölçekte imtihanlar yaşıyoruz

 “28 Şubat döneminde daha bilinçliydik, daha sağlam Müslümanlardık; imkanlar arttı, şartlar iyileşti ama bu zafiyet getirdi” anlayışı var. Siz bu anlayışa katılıyor musunuz, biz değiştik mi?

İnsanız ve değişiyoruz. Bireyler de toplumlar da değişir. Bence bu gayet normal. O yüzden “önce çok iyiydik, şimdi çok kötüyüz” gibi kategorik cümleleri hiç sevmem.

Bence konunun aslı şudur; mütedeyyin insanlar sadece siyasal iktidardan değil hayatın tüm alanlarından (akademi, iş dünyası, bürokrasi vb) mahrum bırakılmışlardı. 1950’lerden itibaren aşamalı bir şekilde hayatın tüm alanlarında az ya da çok etkili olmaya başladılar. Ulaşılan her iktidar alanı bir yönüyle hak mahrumiyetinin giderilmesiyken diğer yönüyle bir imtihandır, güçle ve imkanla imtihan. Ve bu imtihanı kimimiz iyi verebildik, kimimiz az hasarla aştık, kimimiz de aşamadı, teslim oldu, kaybetti, dönüştü. O yüzden “Söz Kalır” kitabımda bu evreyi “varlıkla imtihan” olarak tanımlıyorum, aslında herkes benzer tanımlamalar yapıyor ama belki birçok kişiden farklı olarak, bu imtihanların yaşanması gerektiğini savunuyorum. “Varlıkla imtihan” olmanın kötü bir şey olmadığını ve bu imtihanın erdemli ve gerçekçi bir şekilde aşılması gerektiğini savunuyorum. Yani diyemeyiz ki 90’lı 50’li yılların dindarlık moduna dönelim. Bugün imtihan oluyoruz, bu şartlarla imtihan oluyoruz, yani varlıkla, imkanla, güçle imtihan oluyoruz ve bir diğer yönüyle lokal imtihanların ötesine geçtik, küresel ölçekte imtihanlar yaşıyoruz. “Öldük, bittik, eskiden şöyleydik, böyleydik…” nostaljisinden sıyrılıp “bir mü’min olarak bu güne ve geleceğimize dair ne yapıyorum? Ne yapmalıyım? Bütün bir insanlık için neler söylemeli ve yapmalıyım?” moduna geçmemiz gerektiği kanaatindeyim. Yoksa tabi ki değiştik, değişiyoruz ve değişeceğiz de. Ve aslında istikametimize yaslanarak yaşadığımız değişimler kötü değil, bazen de gerekli…

Yetişmekte olan gençlerimizin “kurucu evre”nin mimarları olacağına inanıyorum. Yeni bir İmam Hatip kuşağı var. Yeni nesli nasıl okuyorsunuz, İmam Hatipliler geleceğe nasıl hazırlanıyor, geleceklerini nasıl görüyorsunuz?

Hem yeni bir İmam Hatip kuşağı var hem de yeni bir gençlik kuşağı var. Bunlar birbirinden bağımsız değil. Bugünkü İmam Hatip kuşağını ele alırken bugünkü gençlik kuşağının vaziyetinden, sosyolojik yapımızdan bağımsız ele aldığımız için çoğunlukla yanlış ve çoğu zaman çok abartılı yorumlar çıkarıyoruz. Sanki İmam Hatip okuluna bugün başlayan bir genç bir anda 50’li yıllardaki İstanbul İHL’ye başlamış, hocaları da Celal Hocalar, Nurettin Topçu’lar, Mahir İz’ler…

2020’de yaşıyoruz arkadaşlar! X,Y,Z kuşaklarını konuşuyoruz, Alfa kuşağı tartışılıyor. Kendi dönemlerimizle gerçekçi kıyaslamalara eyvallah ama kendi dönemimizi bugüne taşımaya çalışmak büyük yanlış. O günler kendi bağlamında yaşandı, bugünler ayrı şartlarda yaşanıyor.

Bence hem yeni İmam Hatip nesli hem de İmam Hatip okulları dışında diğer okullarımızda değerlerine bağlı gençlerimiz var ve gayet iyi gidiyorlar. Bunu söyleyince bazı arkadaşlar “gençlerin gönlünü okşuyorsun” gibi cümleler kullanıyor. Derdim bu değil. Gerçekten iyi gidiyorlar. Kendimizle gerçek bir kıyaslama yapsak, kendi yaşadığımız zihinsel, ruhsal değişimlerimizi görebilsek, amellerimizdeki değişimi farkedebilsek, bu kadar olumsuz uyarıcının olduğu bugünkü atmosfere rağmen ne kadar kıymetli gençlere sahip olduğumuzu anlayacağız. Ve eleştirip geçmiş nostaljisi yapacağımıza küçük büyük demeden sunabileceğimiz katkıyı sunarız. Bu yönüyle şu anda yetişmekte olan gençlerimizin başta söylediğim o üç evreden “kurucu evre”nin mimarları olacağına inanıyorum.

Gençlerin “büyükler bize engel” demelerini gençlere yakıştırmam, genç demek “engelleri aşan” demek

Devir değişti. Artık okumak, yazmak ve araştırmak yetmiyor. Gençlerimizin sosyal yönü ve “etkileşimi yoğun” olan bir hayat geçirmeleri gerekiyor. Gençlerimizin yeni ekosistemde, “cesur yeni dünya”da, kendilerini nasıl geliştirmeliler, neler yapmaları gerekir?

Biraz önce bahsettiğim yoğun uyarıcıların olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Özellikle bilgi ve iletişim teknolojilerindeki hızlı değişim hayatın seyrini çok ciddi etkiledi. Bunun en somut ve radikal göstergesine Koronavirüs günlerinde şahit olduk. Bir anda sadece internet üzerinden buluşur, toplantı yapar hale geldik. Bu yeni şartlarla kavga etmeyi anlamsız buluyorum. Bence mevzu araç gereçlerin bizatihi kendisi değil, mevzu biziz. Biz ve dolayısıyla gençlerimiz, kendimiz olabildiğimiz ölçüde, varoluş sebebimizi ve varacağımız asıl menzili (ahiret) unutmadığımız sürece ha ata binmişiz ha uçağa, ha telefondan konuşmuşuz ha yüz yüze, çok çok önemli değil. Ya da şöyle diyelim; “asıl mesele” bu değil. Elbette geleneksel enstrümanlar ve yöntemler bütünüyle yok sayılmamalı ama bunlara çok takılınca mesafe alamıyoruz ve bir süre sonra farkında olmadan “asıl” da zarar görmeye başlıyor, kayba uğruyor. Dolayısıyla artık gençleri kılık kıyafet, şekil, enstrümanlar, emojiler vb. üzerinden eleştirmek yerine onların çağını anlayıp, onlara güvenip, onlara değer verip, önlerini açıp; “cesur dünyaya” varoluş felsefemizi kavramış, alabildiğince cesur, dinamik, donanımlı gençler sunmalıyız. Tam bu noktada da gençlerimize düşen şey; gerçekten cesur olmalılar.

Büyükler olarak “bizi” çok eleştirdim, bir eleştiri de gençlere gelsin; gerçekten cesur olsunlar, dinamik olsunlar, yine kitapta değindiğim gibi gerçekten “genç olsunlar”. Zaten genç zorlar, değiştirir, yeri gelir muhalefet eder, üretir, alternatifini ortaya koyar, risk alır, heyecan sahibi olur. Gençlerin yatıp kalkıp “büyükler bize engel” demelerini de gençlere yakıştırmam, çünkü genç demek “engelleri aşan” demek.

Sorun gençlerle ilgili değil, sorun yaşadığımız çağla, dönemle, atmosferle ilgili, eskiden gençler çay içerken, çerez atıştırırken muhabbete önem verirdi ve birlikte otururdu. Şimdiki gençler ise odalarına çekilerek bireysel yaşamaya önem veriyor. Gençlikteki bu değişimin sebepleri nelerdir ve bu değişim bizden neleri götürdü, neleri getirdi?

Bu soruya benzer bir biçimde daha önce cevap verdiğim için detaya girmeyeyim. Bence kesinlikle sorun gençlerle ilgili değil. Sorun yaşadığımız çağla, dönemle, atmosferle ilgili. Ve bir de biz büyüklerin tüm o muhabbet, sohbet, toplantı ortamlarında çok fazla sahici olamayışımızla ilgili. Özellikle mütedeyyin kitlenin elde etmiş olduğu tüm iktidar alanlarıyla ilgili yaşanan bir değişim var. Siyasal iktidar değil sadece, ekonomik, akademik, bürokratik ve hatta sivil iktidar alanlarından bahsediyorum. Tüm bu imtihanlar hepimizi etkiledi ve etkilemesi de normal. Dolayısıyla buna benzer mevzuları gençler ya da kadının tesettürü üzerinden açıklamayı ikircikli ve tutarsız buluyorum. Gönül rahatlığıyla faiz yiyen “mütedeyyin” bir işadamının, bulunduğu koltuğu onlarca yıldır bırakmayan bir “mütedeyyin” STK yöneticisinin, ideallerini ve sözlerini yok sayarcasına çıkarları için her türlü hoyratlığı sergileyen güç sarhoşu “mütedeyyin” siyasetçinin, bencillikte ve egoda zirve yapmış “mütedeyyin” akademisyenin gençlerle, kadınlarla ilgili dindarlık üzerinden ve özellikle şekil üzerinden ahkam kesmesi bana hiç de sahici bir sorgulama gibi gelmiyor. “Ulularımız” önce kendilerindeki değişime baksınlar. Neydiler? Şimdi ne durumdalar? Sonra gençleri de kadınları da tartışırız, nostalji de yaparız. Kendi evimde ve bulunduğum meclislerde görüyorum; gençlerle içten, samimi, doğal sohbet ettiğinizde tableti de televizyonu da telefonu da bırakıyorlar.

Neden yıllardır STK’ların eğitimde gerekli olduğunu savunuyoruz ve STK’ların eğitimdeki rolü nedir?

Çok önemli bir konu. Farklı sivil toplum kuruluşlarında görevler yaptığımda şunu fark ettim ki her hangi bir alanda ilgili tüm paydaşlar birlikte hareket etmedikleri sürece, en azından eş güdümlü veya hiç olmazsa bir birlerinden haberdar olarak hareket etmedikleri sürece meselelerimizi esaslı bir şekilde ele almak da çözmek de mümkün değil. ÖNDER’de görev yaptığım dönemde ise bunu hem çok yakından hem de ulusal ölçekte adeta fotoğrafın bütününde ve detaylarında müşahede etme imkânım oldu. Eğitim o kadar kapsamlı bir alan ki onu sadece MEB’in çözmesini istemek bakanlığa haksızlık olur ve imkânsızı istemek olur. Üniversite eğitimi de öncesi-sonrası ve farklı boyutları olan (istihdam vb dahil) bir alan ki onu sadece YÖK’e havale etmek kesinlikle çözüm değil. Bir de bunu bizim değerlerimizle buluşturup “beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” hadis-i şerifiyle değerlendirirsek eğitim meselesi bütün bir hayatımız boyunca devam etmesi gereken bir eylem olur ki bu durumda belli bir kurumun bu işin altından kalkması kesinlikle mümkün değil. Buradan hareketle eğitimin, en az ekonomi kadar topyekûn hepimizin meselesi olması gerektiğini düşünüyorum. İşte bu noktada sivil toplum kuruluşlarına çok büyük görev düşüyor. Bunun da iki yönü var; birincisi FETÖ vb. travmalardan hareketle ilgili devlet kurumlarının STK’lara güvensizlik modundan çıkması lazım, ikincisi ise STK’ların artık kendi kısır gündemlerinin ötesine geçip kendi uzmanlık alanlarına göre çok daha kuşatıcı, şeffaf, orta uzun vadeli hamleler yapması lazım. Bunu yapabildiğimizde en azından eğitim alanı için söyleyeyim; devlet kurumlarının okullarda bilgi verdiği, tekniği öğrettiği eğitim sistemimizde; STK’lar ise bilinci ve ruhu gençlerimize vermiş olurlar. Hele bir de bunlar uyumlu çalışabilse ortaya mükemmel bir tablo çıkar. Aslında yeni devlet sistemimizdeki “Eğitim Öğretim Politikaları Kurulu” buna hizmet edebilecek kapsamda teorik olarak hazırlandı, kurul üyeleri ve çalışma yöntemi belirlendi ama pratiğine ilişkin şu ana kadar etkili adımlar göremedik. Bu kurul ve diğer alanlarla ilgili benzer kurullar aktif hale getirilebilse az önce söylediğim, eğitimi bütünlük içerisinde ve tüm safhalarıyla, paydaşlarıyla ele almış olacağız. Örneğin açın Kurul’un sayfasına, sosyal medyasına bakın göreceksiniz Aralık 2019’dan bu yana herhangi bir gündem olmadığını farkedeceksiniz. Yılın yarısını geride bıraktığımız ve Koronavirüs gibi yüzyılda bir belki başımıza gelecek ve bilfiil eğitim sürecinin içinde olan (öğrencisi  – öğretmeniyle) 20 milyondan fazla insanı çok yakından ilgilendiren, velileri ve paydaşları katarsanız tüm ülkeyi yakından ilgilendiren bir konu kurul gündemine girememişse Sn Cumhurbaşkanımız’ın ara ara “eğitim ve kültürde zayıf kaldık” sözlerinin ne kadar acı olduğuna bir kez daha şahitlik etmiş oluyoruz. Dolayısıyla eğitim mevzusu sadece ilgili birkaç devlet kurumuyla çözebileceğimiz bir konu değil, topyekün millet seferberliğiyle çözebileceğimiz bir konu.

Kurumsallaşma kesinlikle gerekli ama dengeyi ihmal ettiğimiz kanaatindeyim

Geçmişten günümüze, İslami STK’ların en başarılı olduğu ve ihmal ettiği alanlar neler?

STK’ların kavramsal ve tarihi seyrine girmeden (ki o ayrı bir tartışma ve araştırma konusu) günümüzdeki dini hassasiyetle hareket eden vakıf, dernek, sendika, kulüp vb. faaliyetleri yapan organizasyonları konuşacak olursak diyebiliriz ki STK’lar ülkemizin son iki asırdaki kayıplar ve belirsizlikler çağını aşıp köklerini hatırlatma ve bir miktar köklerine dönebilme ve yaslanabilme çabasını ortaya koydular. Cümle biraz anlaşılmaz oldu galiba, açayım.

Özellikle Tek Parti dönemi sonrasında çabalarını yavaş yavaş ortaya koyan (ki İlim Yayma, ÖNDER, ESAM, ENSAR, MTTB vb. öncülerdendir) STK’lar öncelikle kurumsaldan uzak, sonrasında özellikle 2000 sonrası daha kurumsal ve profesyonel olarak mütedeyyin kitlenin aşama aşama sivil alanda kendilerini göstermesine vesile oldular. Mağdur ve mahrum bırakılmış Anadolu evlatlarının bazen bursla-yurtla, bazen ilimle-irfanla bugüne gelmelerinin ve hayatın farklı alanlarında söz sahibi olmalarının en önemli mecrası, ocağı oldular.

Başarı hikayelerini uzun uzun anlatabilirim ama bu cümlelerle iktifa edip ihmal ettiklerine geleyim. İhmallerle ilgili iki boyuttan bahsedilebilir. Birincisi mütedeyyin kitle hayatın sivil alanına tekabül eden tüm alanlarla ilgilenmiyor. Geçmişten gelen alışkanlıklarla burs-yurt-yardım alanlarının ötesine de geçmek lazım. Örneğin kültür, sanat, spor, çevre vb. konular ilk aklıma gelen ihmal alanları. İhmallerle ilgili kanaatimce ikinci boyut, Tek Parti sonrasında informel olarak ortaya çıkan, zaman içerisinde resmileşse de kurumsallaşamayan STK’ların şimdilerde kurumsallaşması, profesyonelleşmesi, uzmanlaşması şahsen desteklediğim konular olmakla birlikte bu süreci iyi yönetemediğimizi ve gönüllülüğü, fedakarlığı, hasbiliği, yani bir tür ruhu kaybettiren bir sürece dönüştüğünü söyleyebiliriz. Bu boyutu toparlamamız lazım. Kurumsallaşma kesinlikle gerekli ama dengeyi ihmal ettiğimiz kanaatindeyim.

Bu konularda İLKE Derneği’nin çok güzel ve kapsamlı (benim de katkıda bulunduğum) bir araştırması yayınlandı, STK’lardaki tüm yöneticilere, çalışanlara, gönüllülere ve araştırmacılara tavsiye ederim: https://ilke.org.tr/mediaf/turkiyede-islami-stklarin-kurumsal-yapi-faaliyetlerinin-degisimi.pdf

Hız ve haz çağında hiç olmazsa 1 ay hızı azaltıp, hazlarla aramıza mesafe koyabilirsek bir parça güzel iş yapmış oluruz

Yakın zaman önce geride bıraktığımız Ramazan ayı boyunca Twitter ve Whatsapp dahil tüm sosyal medyaları bir kenara bıraktınız. “Sosyal medya orucu”na girdiniz adeta. “Sosyal medya orucu” size ne kattı, bu süre boyunca zamanınız ve faaliyetleriniz geçmişe kıyasla nasıl değişti?

“Sosyal medya orucu” ifadesi kulağımı bir miktar tırmalıyor ama nedendir bilmiyorum. Erol Erdoğan’la Ramazan’da telefonlaştığımızda, Whatsapp’tan da çıktığımı öğrenince “abartmışsın, seninki oruç değil itikaf olmuş” dedi.

İşin esprisi bir yana Sadettin Ökten Hoca’nın sık vurguladığı tüketim odaklı ve alabildiğine hızlı bir çağda yaşıyoruz ve kendimizle yüzleşemiyoruz. Ramazan 11 ayın sonunda kendimizle, dolayısıyla Rabbimiz’le (ki “kendini bilen Rabbini bilir” hadisi var) hemhâl olmamız gereken bir ay. Hız ve haz çağında hiç olmazsa 1 ay hızı azaltıp, hazlarla aramıza mesafe koyabilirsek  ideal olmasa da bir parça güzel iş yapmış oluruz diye düşündüm. O yüzden kullandığım tüm sosyal medya mecralarından çıktım. Ve hamdolsun Ramazan boyunca uzak kaldım. Aslında şöyle bir şey şimdi geldi aklıma; sosyal medya ile ilişkimizi acaba sezonluk mu yapsak; eylül-haziran arası gibi. Hem böylece “ey sosyal medya! Sezonluksun, geçicisin…” demiş oluruz belki.

Sosyal medyaya girip paylaşım yapıp çok kalmadan çıkan biri olmama rağmen (ki kim hakkımda ne demiş dememiş çok da önemsemezdim, bakmazdım) Ramazan boyunca uzak kalmanın çok büyük avantajı oldu. En başta vakit avantajı. Sadece girip paylaşımda bulunmanızın bile aldığı ciddi bir zaman var, zihinsel meşguliyet var. Ne paylaşmalıyım? Sorusu ve zihinsel meşguliyeti bir süre sonra “bugün bir şey paylaşamadım” kaygısına dönüşebiliyor.  Tüm bu kaygılardan ve meşguliyetlerden uzak durmuş oluyorsunuz.

Bu uzak kalma halinin Ramazan’da bana kattığı çok şey oldu; daha çok düşünme, daha çok okuma, yaptığım araştırmalara daha derinlikli eğilebilme, teravih, hatim vb. ibadetleri daha düzenli ve arı duru bir zihinle yapma gibi. En azından şunu demiş oldum sosyal medyaya; Haddini bil! Kontrol sende değil, bende.

Sosyal medya günümüzde bir yaşama biçimi haline gelmişken “Sosyal medya orucu”nu tüm yıla yaymak mümkün müdür?     

Az önceki sorunda spontane gelişmiş düşüncemi söyledim, sosyal medyayı sezonluk kullanmak. Aslında bu ya da buna benzer bir konumlandırma yapabilsek belki de sosyal medyayı bir “iş” gibi görmüş oluruz. Yani muvakkaten yapılan bir iş, abartılmaması gereken, 7/24 meşgul etmemesi gereken bir iş. Tabi bence en ideali yıl boyunca doğru konumlandırmak. Hak ettiğinden fazla anlam yüklememek.

Nedir o?

Bir tür iletişim, dostlarla halleşmek, 3-5 duygu düşüncemizi ya da faaliyetimizi paylaşmak. Bu kadar.

Kendimce sosyal medya ile ilişkimde bulduğum en pratik çözüm aslında formül şu; o beni yönlendirmeyecek, ben onu yönlendireceğim. Bu her zaman mümkün olmuyor, farkındayım ama edilgen olduğumuzu hissettiğimiz an mesafe koymalıyız sosyal medyaya.

Diğer bir ölçüm de hemen hemen hiç polemiğe girmedim sosyal medyada. Kimileri bunu yadırgadı. Mesela ÖNDER başkanlığı yaptığım dönemde de birçok tartışma konusu oldu ama bunları sosyal medyada tartışmak, atışmak yerine bizzat ilgili kişi ya da kurumu muhatap alarak arama, anlatma, çözme yoluna gittim, gittik. Çünkü “trolleşme” dediğimiz tarzın yaygınlaşması ile beraber muhabbet dışında sosyal medyada hiçbir konunun ama hiçbir konunun sağlıklı tartışılabildiğine ve sadra şifa olduğuna şahit olmadım. Dolayısıyla ölçülerimden biri de kim sosyal medyada ne derse dersin kişisel ve kurumsal polemiklere girmemek, varsa bir izahın, beyanın (kendi üslubundan ve tarzından hareketle) yapıp çekilmek, kim nasıl anlıyorsa anlasın, dönüp bakmamak. Çünkü “trolleşmeyle” birlikte zaten amaç kesinlikle üzüm yemek olmuyor, bağcıyı dövmek esas oluyor. Dolayısıyla muhatap almaya değmez.

Sosyal medyayı abartmadığımızda, orda yazılan çizilenleri hayatın gerçekliği olarak değerlendirmediğimizde, çok vakit ayırmadığımızda, edilgenleşmediğimizde, trolleşmediğimizde zaten yıl boyunca bir tür sosyal medya orucu tutmuş oluyoruz. Oruçta da zaten, hiç yemek yememek diye bir şey yok, iftarınızı açarsınız, çok yemezsiniz, dönüp ibadetinizle ve işlerinizle meşgul olursunuz.

Hoplama ve zıplamalarla pirim yapan bir mecra

“Youtube” ve “Youtuber” deyince aklınıza gelen ifade biçimleri nelerdir, Youtube mecrasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Arkadaşlar alınmasınlar ama “Youtuber” ifadesi de kulağımı tırmalıyor. Hem ifade olarak tırmalıyor hem de mecranın kendisi büyük ölçüde doğal değil. Çok fazla yapmacık şeyler var. Genelde olduğundan farklı görünme ve gösterme çabası var. Bir de yine büyük ölçüde hoplama ve zıplamalarla pirim yapan bir mecra. Aslında buna çok takılmıyorum çünkü hayatın ve özellikle medyanın yapısı zaten böyle. Hani derler ya, “köpek insanı ısırdığında haber olmaz da insan köpeği ısırdığında haber olur.” Bu yönüyle baktığımızda Youtube için de tipik bir medya mecrası diyebiliriz.

Bu mecranın avantajlı iki yönü olduğu kanaatindeyim. Birincisi, kişilerin kendilerini ve düşüncelerini özgürce ifade edebilmeleri. Tabi bunu münker için kullanmıyorlarsa. Konvansiyonel medya mecralarının statikleşmesi ve sınırlarının daralması da bunu tetikliyor. Çünkü son dönemlerde daha çok şuculuk buculuk üzerinden tartışıyoruz ve fikrin, düşüncenin, ilmin, araştırmanın, haberciliğin, üretimin ikinci planda kalmasını yaşıyoruz. İkincisi, sözünüzün ya da yapıp ettiklerinizin çok hızlı ve pratik bir şekilde herkese ulaştırılabilmesinin zemini olması, maliyetinin olmaması ya da düşük olması.

Çok önemli bir sorun olarak şunu görüyorum ki, bu aynı zamanda ulusal bir mesele ve diğer bir boyutuyla küresel boyutlu bir sorun. Tüm bu mecralarda ülke olarak bize özgü yerli programlarımızın olmayışı orta uzun vadede çok ciddi bir güvenlik sorunu. Buna dair ilgili kurum ve kuruluşlarımızın mutlaka daha fazla vakit kaybetmeden çözümler üretmesi gerekiyor. Korona meselesi ilk çıktığında Sağlık Bakanlığı’nın takip uygulaması ya da MEB’in EBA uygulamasının kişisel veriler kısmını tartıştık ama diğer taraftan kullandığımız tüm sosyal medya mecralarının küresel çıkar odaklarına data sunduğunu göz ardı ediyoruz.

Ramazandan önce Youtube mecrasında aktif olarak her hafta 2-3 video yayınlıyordunuz. Youtube’a aktif olarak giriş yapmaya nasıl karar verdiniz ve içerikleri ve video çekim tarzınızı nasıl belirliyorsunuz?

“Youtuberlık ve gazetecilik yapmayacağım” diye başladım Youtube yayınlarına. Arkadaşlar bunu yanlış anlamazlar umarım. Bu iki alan kötüdür, yanlıştır anlamında söylemedim. Bana göre olmadığını bildiğim için ve kendime bir sınır koymak için. Yaptığım video içeriklerinde gazeteci tekniğiyle iş yapmamak ve Youtuber gibi içerik üretmemek. Kişi biraz da kendini bilerek yapacağı işi yapmalı. Kendini bilmek aynı zamanda kendine sınır getirmektir. Ne olabileceğiyle birlikte ne olamayacağını ya da olmaması gerektiğini bilmektir. Çokça popüler teklif oldu bu 3 aylık sürede ama tarzımı bozmadan bazı yayın denemeleri yaptım. İlle de şuraya buraya evrilsin çabam da olmadı. Biraz da akışı, gidişatı deneyimlemek istedim. Seyreden ve yorum yapan arkadaşların önerilerini eleştirilerini alarak ama kendi tarzımda da radikal değişim yapmadan devam etmeye çalıştım. Bakalım nereye evrilecek. Eskilerin “zuhurat” dedikleri noktadayım. Çok büyük anlam yüklemiyorum ama o mecrada 3-5 hayra da vesile olunabildiğini görüyorum.

Televizyon cihazının kendisi, görselliği iyi yansıtan bir ekran aracına dönüşüyor

Konu, Youtube ve Youtuberlık üzerineyken, televizyon kanalları ve Youtube çok karşılaşılaştırılıyor. Bazı Youtuberlar televizyon kanallarından daha çok seyrediliyor ve daha fazla tanınıyor. Televizyonlar bile Youtube üzerinden 7/24 yayın yapıyor hatta bazıları sadece youtube ve internet üzerinden yayın yapıyor. Sizce ileride televizyon kanalları tamamen kapanır mı veya sadece Youtube, internet, üzerinden yayına geçer mi?

Bence aracın kendisi yerine muhtevası ön plana çıkacak ve o muhtevayı yani içeriği her kim iyi üretir ve hızlı, pratik, az maliyetle sunarsa o tercih edilecek. Mesela bizim evde 3-4 ay televizyon bozuktu ve aile fertleri televizyonu hiç aramadı. Gittikçe televizyon cihazının kendisi, görselliği iyi yansıtan bir ekran aracına dönüşüyor, şahsen öyle görüyorum. Haber vb. hiçbir şeyi televizyondan izleme ihtiyacı hissetmiyorum, gençler de öyle. Bazen ailecek bir film keyfinde televizyonun ekranı işlevsel rol üstleniyor. Çoğu zaman zaten o filmi TV programından değil, yine internetten televizyon cihazına aktararak izlemiş oluyoruz. Yani ekranı kullanmış oluyoruz sadece.

Youtube vb internet yayınlarına kesinlikle geçileceğini düşünüyorum ama yukarıda değindiğim gibi bize ait yerli yayın programlarımızın ve mecralarımızın olması elzem.

İnsanlar kendi arayışlarıyla, ihtiyaçlarıyla, dertlenmeleriyle kendi yollarını bulsunlar

Röportajımızı Youtube üzerine sonlandırıyorken sizden takip edilmesini önerdiğiniz 3 Youtube kanalı ve bunların içeriğini öğrenebilir miyiz?

Son dönemlerde kitap tavsiyesi isteyenlere kitap listesi vermiyorum. Youtube listesi isteyenlere de liste vermeyeyim müsaadenizle. İnsanlar biraz da kendi arayışlarıyla, ihtiyaçlarıyla, dertlenmeleriyle kendi yollarını bulsunlar istiyorum. Son dönemlerde her şeyin detaylıca belirleniyor, sunuluyor, dolayısıyla sınırlanıyor olması belki de beni rahatsız etti ve böyle bir karar aldım. Çünkü bir süre sonra insan daha edilgen bir varlığa dönüşüyor ve her şeyi tavsiyeyle ve buyrukla yapma refleksi gösteriyor. Yaygın tabirle, balık tutmayı değil balık almayı öğrenen nesiller çıkıyor. Bir de çok tavsiye edilen kesin iyidir gibi bir yanılgıya da düşülüyor. Kitap ya da Youtube önerisi için söyleyebileceğim; kendini akıntıya kaptırmamak, edilgen olmamak, kendini tanımak, ihtiyacını bilmek, ihtiyacına göre kitap ya da video seçmek, tüm bunları belirledikten sonra ara ara konuyu bilenlere danışmak, her danıştığımızı da ayet ve hadis gibi algılamamak. Yani kafamızı sadece kendine bırakmak.