Röportaj

Mücerret Söyleşiler : Dursun Çiçek

“İslam âleminin hafıza problemini, literal olandan çok şehirler üzerinden çözeceğiz”

Modern zamanlar, şehir ve hafıza.
Anlam, bağlam, insan ve dostluk.

“Mücerret Söyleşiler” serimize yeniden başlamak için davetimizi kırmayan Dursun Çiçek’e gönülden müteşekkiriz.

Fotoğrafları, kitapları, metinleri kadar dostlukları ile de kendisinden öğreneceğimiz çok şey var.

Kendisine sorulacak elbette çok soru vardı ama biz biraz da yine bir Ramazan ikliminde gerçekleştirdiği Semerkand – Buhara seyahatini vesile ederek, sorularımızla o meşhur kütüphanesinin kapısını çaldık. Sağolsun, kırmadı bizi ve ortaya bizi nice sehayatlere çıkartacak bu arşivlik söyleşi çıktı. 

İyi okumalar diliyoruz.

MÜCERRET 

-Efendim öncelikli sorumuz genel itibarıyla modern şehirler üzerine olacak. Son olarak Teklif dergisinde çok kıymetli isimlerle başka bir ekol ve okul için emek veriyorsunuz ama biz özellikle kuruculuğunu yaptığınız Düşünen Şehir üzerinden soru yöneltmek isteriz. Adeta bir şehrin nasıl düşünebileceği üzerinde kafa yordunuz, literatür oluşturdunuz. Buradan hareketle, özellikle depremde şehirlerimiz enkaza dönmüşken, bugünümüzün şehir kimliğine ve bizlerin algılarına dair neler söylersiniz?

İnsan neyse şehri de odur. Sonuçta şehir insanın, nazari ve ameli tahakkukunun sonucu olarak ortaya çıkar. Ömrünün imarı bir başka deyişle. Hayatının yaşamda ete kemiğe bürünmesi… Hafızasının mekânda dile dönüşmesi… Dilinin de bugün ve gelecek tasavvuruna doğru akışı… Dolayısıyla rahmetli Akif Emre’nin öncülüğünde Düşünen Şehir dergisini çıkarırken biz sadece içinde yaşadığımız modern şehir eleştirisi yerine şehir tecrübemizin hafıza bağlamına yöneldik. Şehir üzerine düşünürken bir şehrin de düşündüğünü, düşünebileceğini iddia ettik. Tarihi tecrübemizin müşahhas göstergeleri olan şehirlerimizi gezerken modern insanın romantizm ve nostalji beklentisinin ötesinde izlerden ve göstergelerden yola çıkarak, şehrin düşünmesinin ne olduğuna dikkat çektik. Bugün maalesef iki açmazımız var. Bir yanda matematik ve mekanik şehirlerin yani modern şehirlerin dünyayı istila etmesi öbür yandan buna karşı geçmişe sığınma çabaları ve bunun yol açtığı muhafazakarlık ve nostalji… Biz bu ikisine de mecbur olmadığımız iddiasıyla dergiyi çıkardık. Şehrin de insanın da kimliği elbette önemli. Ancak modern ve mekanik şehirlerde kimlik meselesi karmaşıktır. Tek boyutluluğuna rağmen simülatif bir karaktere de sahiptir. Kimlik sadece bir varsayımdır. Ancak düşünen şehirler tabiatı itibarıyla kimliksiz olamaz. Ferdiyeti olan insanların kurduğu şehirler bu ferdiyetin külli bağlamını yansıtırlar ve taşırlar. Dolayısıyla bugün bilhassa modern şehre muhatap olan bizlerin algıları da kafaları da çok karışık. Çünkü eylediğimiz ile düşündüğümüz veya inandığımızla yaptığımız birbiriyle örtüşmüyor.

Hasılı sıkıntılı bir süreç ancak aşılmaz değil. En azından meselenin nazari bağlamı ile ilgili ciddi metinler, tezler söz konusu ve bu insana ümit veriyor. Özellikle son yaşadığımız depremlerle birlikte insanların bahçeli evleri istemesi tesadüf değildir. Kayseri’de modern binaların günlerce karanlığa gömülmesi ve insanların köylerinde beğenmediği evlerine akın etmesi, bağlarına ve bahçelerine göç etmeleri bize unutulmaz bir iki hafta yaşattı. Modern şehir adeta karanlığa gömüldü. İnsanlar imaj olarak güzel olanı bir gecede terk ettiler. Modern olarak niteledikleri evlerine giremediler. Ama birkaç hafta önce beğenmedikleri, burun eğerek baktıkları köylerine, oradaki tek katlı, taş, kerpiç ve tuğladan yapılmış evlerine arzu ve şükür ile gittiler. Nitekim bugün de artık herkes yatay mimariden söz ediyor. Bahçeli yaşam alanlarını konuşuyor. Bahçe şehirler yeniden gündeme geliyor. Sıkıntılar ve krizler aynı zamanda bir imkânı da içinde taşır. Öyleyse bizim bu imkânı zaten geçmişimizde bir gerçeklik olarak var olan tarihi tecrübemizden de istifade ederek bugün için farklı yaşama biçimlerini, hayat tasavvurlarını tartışmamız ve düşünmemiz gerekiyor.

-Yakın zaman önce bir seyahat gerçekleştirdiniz. Semerkand ve Buhara gibi büyüleyici şehirlere dair bir soru yöneltmek isteriz

Buhara ve Semerkand tarihin, ilmin kadim toprakları. Uluğbey Medresesi, Şirdar Medresesi, Tilla Kâri Medresesi’ne ev sahipliği yapmış İmam Maturidi’nin, İbn Sina’nın Şah-ı Nakşibend’in diyarı. Bugün o topraklardaki ilim ve medeniyet geleneğinden kalan mirasa dair neler söylersiniz? O büyük miras bugün ne kadar yaşıyor?

Bu sadece Buhara ve Semerkand’ın meselesi değil. İstanbul’un da Kudüs’ün de Medine’nin de meselesi… Buralarda da kastettiğiniz anlamda ilimler yeşermiyor. Niçin? Çünkü bağlamı yok. Onları var kılan bağlamlar yok. Bize ait bir ilm-i ilahimiz yok. Dolayısıyla bize ait bir hayat ve dünya tasavvurumuz da yok. Şehirlerimizin ve insanımızın düşünmesi meselesine geliyoruz yine… Burada düşünme derken sırf zihni bir durumdan söz etmiyorum. Bunun altını özellikle çizmem gerekiyor. Biz eylerken düşünür, düşünürken eyleriz. Dualiteye izin vermeyiz. Dolayısıyla düşünen şehir ve düşünen insan derken ne modern anlamda bir düşünmeden söz ediyorum ne de ameli bağlamı olmayan bir düşünceden söz ediyorum. Şehir nasıl insanın hem nazari hem ameli bağlamına karşılık geliyorsa kastettiğim düşünme de fıkh-ı ekber-i, ahlakı ve hikmeti içinde barındıran düşünmedir. Öyleyse şehirleri şehir yapan bu bağlamdır. Bugün İslam şehirlerinin iz ve göstergeleri maalesef sadece seyirlik bir malzeme olarak kabul ediliyor ve turistik amaçla kullanılıyor. Dolayısıyla hafızası ve hayatı olmayan şehirler söz konusu. Şehrin hafızası ve hayatı yoksa orada bir yaşamdan ve dünya tasavvurundan söz edemeyiz. İstanbul’da da Kudüs’te de Bursa’da da Buhara’da da Semerkand’da da kendi hayatımızı yaşamıyoruz. Evlerimiz gibi şehirlerimiz de hayatsız ve eşiksiz. Mekân bize ait değil. Ancak bütün bunlara rağmen karamsar da olamayız. Çünkü sözünü ettiğim şehirlerde bugün seyirlik ve turistik amaçlı kullanılan mekanlar izler ve göstergelerle dolu. Mimarinin en güzel yanı hafızayı silme özelliği kadar taşıma ve hatırlatma özelliğidir de. Nitekim bugüne kalan mimari eserler yüzlerce iz ve göstergelerle dolu. Bunlar bizim hafızamızı hatırlamamıza neden olacak kadar çok. Şehir aynı zamanda bir hatırlamadır. Öyleyse biz bu şehirlerde bugüne kalan izler ve göstergelerden yola çıkarak hafızamızı hatırlayabiliriz. Bu da bizi, modern ve mekanik şehir ve hayat anlayışına mecbur olmadığımıza inandırır. Sonrası ise mimaride de dili yakalayabilmek. Çünkü o dili yakalayıp konuşamadığınızda düşünemez ve hayatı kuramazsınız. Benim Buhara’da da Semerkand’da da hissettiğim buydu. İnsan ferdiyetini bilmeden nasıl kendini bilemiyorsa bu şehirler için de geçerli. İnsan söz konusu ferdiyeti ile şehri kurar ve bu ferdiyetle kurulan şehir de insana ve onun ait olduğu insanlara bir hayat içinde süreklilik kazandırır.


Burada bir hususa daha değinmek isterim. Buhara ve Semerkand’taki medreseleri, ilim merkezlerini gezerken buraları modern ilim paradigmasının kavramlarına göre değerlendirmemek gerekir. Yani ilerleme-geri kalma, gelişme, az gelişme gibi şablonlarla bakarsak sadece modern pozisyona göre bir indirgeme yapmış oluruz ve bu da bizde onmaz bir komplekse yol açar. Buralara ve buradaki ilimlere kendi bağlamında ve bizim bağlamımızda bakmamız gerek. Tarihi modernleştirmenin ve modern paradigmaya göre yeniden kurmanın bir anlamı yok…

 Yine Mücerret’e, bizlere verdiğiniz bir röportajınızda İslam şehirleri seçkiniz var, şehirler İstanbul, Kudüs, Medine ve İsfahan; bu şehirler arasındaki ortak hafıza, nasıl bir bağ ve bugün aralarındaki o irtibat hala yaşıyor mu?

O kadar çok ortak noktaları var ki; bir hafızayı taşımaları mesela. Tarihi tecrübeyi hatırlatmaları… Dilsizliğimizin farkına varmamızı sağlamaları. Bugün kendilerinin de içinde olduğu zamanın ve mekânın bize ait olmadığını fark ettirmeleri… Kendimize ait bir hayat tasavvurumuzun ve yaşama biçimimizin olmadığını söylemeleri ve tüm insanlık için bir dünya tasavvurumuzun olmadığını belirtmeleri… Sırf bunlar bile yeter. Kaldı ki bugün sözünü ettiğiniz medeniyet anlayışı ile bakma meselesi de buna bağlı… Şehir bir hatırlamadır. Bu anlamda hangi İslam şehrine giderseniz gidin meşrep, üslup farklılıklarına rağmen özde aynı şeyi hatırlarsınız. Nasıl tüm mescidler Mescid-i Nebi üzerine kurulursa, tüm evler Allah’ın evinin bir tecellisi ve tezahürü ise, tüm şehirler de bize mekânın ötesini hatırlatır. Mekânın müteâl bağlamını…  Dolayısıyla Buhara’da da Semerkand’da da İstanbul’da da Bursa’da da maksad aynıdır. Murad aynıdır. İslam âleminin hafıza problemini ben literal olandan çok şehirler üzerinden halledeceğine inananlardanım. 

-Efendim, yeniden Semerkand ve Buhara’ya dönersek, bugün o coğrafyaya  giden, gitmek isteyen, kadim Semerkand’ı, Buhara’yı bulmak isteyenlere ne tavsiye edersiniz? Bunun çaresi modern hayatın pratiklerinden (mekanla poz verme, sosyal medyada paylaşma vs.) kaçmaktan mı geçer?

  
Modern hayattan kaçamadığı için geçmişi müzeleştiriyor veya aksesuarlaştırıyor insanlar… Çünkü hayat olmayan yer, hayatın içinde olmayan yer ölüdür. Fosildir… Maalesef modern bakış açısından kurtulamazsak tüm izlerimiz ve göstergelerimiz maketleşecek. Benim tavsiyem kendi tarihine bir turist veya yabancı gibi bakmamak… Modernite görüntülerle yaşar. İmaj, gösteri, simülasyon, imge, simge olmadan varlığını sürdüremez. Bu da görünenin önüne konulan bir perde demektir. Yani modernite şehir bağlamında da bir görüntü sunarken gerçekte bir gerçekliğin, görünenin üstünü de örtüyor. Biz de bir müddet sonra gördüğümüzü gerçek kabul ediyoruz ve kanıksıyoruz. Çünkü gösterileni gördüğümüzü fark etmiyoruz. Görünenin görüntüden ibaret olduğunu sanıyoruz. Şehirler bakımından bunu aşmamız gerekiyor. Tarihi tecrübemizin sonucu olan medreselerimizi, evlerimizi, mahallelerimizi, şehirlerimizi müze unsuru olmaktan, maket olmaktan, seyirlik unsur olmaktan kurtarmamız gerekiyor. Çünkü onun müzelik olması, onun maket olması onu bir bakıma imkansızlaştırmaktır da… Bugün şehirlerimizi hayat sahibi kılamayışımızın en önemli sebeplerinden birisi bu maalesef.

Hayat olmayan, hayatı olmayan yer şehir değildir. Mekânı hayatsızlaştırıyoruz gittikçe… Mekânı ve şehri insani bağlamdan uzaklaştırıyoruz. Yapılanlar insanın varlığı ve varoluşu üzerinden yapılmıyor. İnsan, insani ölçek, insanın halife olması, dünyayı imar etmesi vazifesi, risaletindeki gaye yapılan şehirlerin hep dışında.  İnsanı dışarda tutan bir anlayıştan kaynaklanıyor. Öyleyse bu şehirleri bir yabancı gibi değil bize ait bir imkân olarak gezmemiz ve görmemiz gerekiyor. İbn Battuta’nın, Evliya Çelebi’nin baktığı ve gördüğü gibi… Mimar Sinan’ın, Turgut Cansever’in, Akif Emre’nin baktığı, gördüğü, okuduğu ve anlattığı gibi…

 Bizler sizi Semerkand’da en son İsmail Halis Bey’le birlikte geçtiğimiz yıl Ramazan ekranında gördük. Bir yıl boyunca tekrar ziyaret etme şansınız oldu mu? Buhara ve Semerkant gibi şehirler kendini bazı mekanlarda, anlarda hatırlatır. Buhara’nın Semerkant’ın size kendini hatırlattığı zamanlar, mekanlar oldu mu?

Benim açımdan çok bereketli bir Ramazan’dı. Vesile olduğu için de İsmail Halis’e tekrar teşekkür ediyorum. Bir yıl içinde tekrar gitmek nasip olmadı ama en kısa vakitte gitmek için çabalıyorum. Nasip olursa gideceğim. Çünkü Hive eksik kaldı. Artık Kayseri’deki, Konya’daki, Sivas’taki Selçuklu medreselerine, eserlerine daha farklı bakıyorum Semerkand ve Buhara’dan sonra. Ya da farklı görüyorum diyelim. Çünkü fark etme dediğimiz şey bu aslında. Şehir hatırlatır dediğimiz şey de bu. Ben orada İslam mimarisinin bir uzantısını gördüm ve içinde yaşadığım şehirlerdeki mimari bağlamı daha iyi anladım. Daha iyi fark ettim hatta daha iyi gördüm. Külli bağlamımdaki eksik yan Buhara ve Semerekand’la biraz daha tamamlanmış oldu. Kayseri’de Sahabiye medresesinin taç kapısından içeri girerken mutlaka Uluğ Bey medresesi geliyor gözümün önüne. Konya’da Karatay medresesine bakarken Şirdar geliyor aklıma. Dolayısıyla Buhara ve Semerkand gibi, Kudüs ve İstanbul gibi, Saraybosna ve Isfahan gibi İslam şehirlerini gezdiği ve gördüğü zaman İslam düşüncesi ve temeddünündeki bütünlük ve süreklilik ilkesini çok daha iyi idrak ediyor insan.

– Rahmetli Akif Emre ile olan gezi planınızı duymayan yoktur. Kendisi hakkın rahmetine kavuştu fakat önceki röportajlarınızda Akif Emre olmasa da gezdiğiniz şehirlerde onun da sizinle birlikte olduğunu söylüyorsunuz. Tezahürlerinizde rahmetli Akif Emre Semerkand için, Buhara için neler söylüyor?


Akif ağabey Kırgızistan’a, Issık Göl’e gittiğinde yazdığı yazılar onun bir coğrafyaya nasıl baktığının göstergeleri zaten. Rahmetli Issık Göl civarında güzeli ve güzelliği anlatırken aslında Buhara ve Semerkand’ı anlatıyordu benim için. Zaten mesele Kudüs’de Medine’yi, Semerkand’da Konyayı, Buhara’da Kayseri’yi, Isfahan’da Saraybosna’yı görebilmekte. Akif Emre’nin yaptığı buydu. Buhara’da da Semerkand’da da gezdiğim her yerde Akif Emre şehri ve mekânı bana adeta yeniden anlattı. “Şehir, inancı mücessemleştirmedir” dedi mesela. “Medine kentten daha fazla bir şeydir” dedi. “Şehirlerin bir fıkıh, bir ahit ve bir akit üzerine kurulduğunu” anlattı. Uluğbey Medresesine bakarken kulağıma “şehir bir dünya görüşünün inşasıdır”ı fısıldadı.

-Siz aynı zamanda çok iyi, usta bir fotoğrafçısınız, fotoğraflarınızda görüntüyü değil görüneni aktardığınızı dile getiriyorsunuz. Sizinki öylesine bir fotoğrafçılıktan öte sizin de tabirinizle kulluk etmek. Semerkand ve Buhara’da görüneni karelediğiniz fotoğraflarınızdan birini ve fotoğrafta “görüneni” bizimle paylaşmanız mümkün mü?


Tek bir fotoğrafla bu elbette mümkün değil. Ancak sonuçta görüntüleştirilmiş bir şehirde görüneni aramak bizimkisi… Bu anlamda elimden geldiğince fotoğraflarımla da gördüklerimi, hissettiklerimi, okuduklarımı yansıtmaya ve anlatmaya çalıştım. Çektiklerim ve sizinle paylaştıklarımı bu anlamda değerlendirebiliriz…

-Son olarak efendim, siz Mekânın Ötesi isimli bir kitaba imza atmış bir isimsiniz. Mekânın ötesi denildiğinde sizce mekânın ötesini içinde taşıyan şehirler hangi şehirlerdir? Benim Dağlarım kitabınıza istinaden hangi dağlar sizce mekânın ötesini işaret etmektedir?


Benim gördüklerimden Kudüs, Mekke, Medine, İstanbul, Bursa, Buhara, Semerkand, Isfahan, Mostar, Saraybosna, Prizren… Ve bunların izdüşümü olan göremediklerim de bunlara dahil. Bir şehir, bir mekân müteâl bir bağlama sahipse zaten mekânın ötesi dediğim husus anlaşılabilir.


Dağlar ise zaten dağ olması itibariyle bir kapı, bir geçiş, bir iz, bir gösterge ve bir işaret… Bu anlamda mekânın ötesini en çok hissettiğim yer elbette ki tek başına yazamadığım ama her dağda yazdığım dört dağdır. Nur Dağı, Arafat Dağı, Sevr Dağı ve Uhut Dağı… Göremediğim ama bu dağların uzantısı olan Tur Dağı, Cudi Dağı, Arasat Dağı… Benim için en yakini ise duldasında yetiştiğim Evliya Çelebi’nin deyimiyle ricalü’l gayb makamı olan Erciyes Dağı (benim gönül dağım) mekânın ötesini işaret eden dağlar… Bu dağların ve şehirlerin hepsi aynı zamanda bir peygamberle hatırlanır. Bunun içindir ki velilerin, dervişlerin, bazı âlimlerin ve hakîmlerin dağları tercih etmesi de tesadüf olmasa gerek… Hasılı insanı dünyaya sıkıştırmak, insanı dünyada mutlaklaştırmak, dünyayı insana ebedi mekân kılmak mümkün değil. Mekânın Ötesi biraz da bunun hikayesi…

Röportaj: Şehade İbrahim