Yazarlar

Türkiye ve “Tarihi Kaderi”

“İnsan, evladını doğuruyor ama gönlünü doğuramıyor”… Kızlı erkekli yedi evladının da yaşlılığında hayrını görmemiş bir yakınımızın durumuyla ilgili anneciğimin böyle dediğini işittiğimde, beynimde bir şimşek çaktı. Bu gerçeği, insanlara has bir olguymuş gibi ele alırsak, ebeveynleri için hayırlı olamayan evlatların varlığına ilişkin bir alanda konuşur buluruz kendimizi. Onlarca misalle de doğrulayabiliriz bunu. Tersini gösteren misallerle […]

“İnsan, evladını doğuruyor ama gönlünü doğuramıyor”… Kızlı erkekli yedi evladının da yaşlılığında hayrını görmemiş bir yakınımızın durumuyla ilgili anneciğimin böyle dediğini işittiğimde, beynimde bir şimşek çaktı. Bu gerçeği, insanlara has bir olguymuş gibi ele alırsak, ebeveynleri için hayırlı olamayan evlatların varlığına ilişkin bir alanda konuşur buluruz kendimizi. Onlarca misalle de doğrulayabiliriz bunu. Tersini gösteren misallerle de avunabiliriz. Hayatla doğrulanmış bu gerçeğin bir başka veçhesi daha var ki işte orada “milletimizin tarihî kaderi” saklıdır. Bunun ne olduğu konusunda insanlarımızı önce hemfikir sonra da hemhal kılmak zorundayız. Ama nasıl?

 

 

Yaralı Bilinç, herşeye rağmen nasıl “tam bir İranlı” kalabiliyor?

İranlı düşünür Daryûş Şâyegân, içinde Selçuklu, Osmanlı ya da Türk adlarının neredeyse hiç geçmediği meşhur kitabı Batı Karşısında Asya’da, üzerinde düşünülmesi gereken fevkalade kavramsallaştırmalar yapıyor. Şâyegân, İran Devrimi’nden sonra Fransa’ya yerleşmiş. Varlıklı bir aileye mensup. Yayınlandığı dönemde epeyce yankı yapan Yaralı Bilinç’inden de görülebileceği gibi, fikirleri itibariyle bugünkü İran ile bağdaşamayacağı da açık. Lakin o, tüm bunlara rağmen ‘tam bir İranlı’. Öyle ki Batı karşısında Asya’nın durumunu tartıştığında, tartışmanın odağı daima İran. Türkiye ise bilhassa tartışma dışı. Bunun nedeni konuşmak burada gereksiz kanımca. Görmemiz gereken şu: Şâyegân, ne kadar uzağına düşmüş olursa olsun kendine İran’ı dert ediniyor ve bunu yaparken de pek çok örneğini görebildiğimiz Türk entelektüellerinin aksine bir İranlı olarak kalabiliyor. Peki nasıl oluyor da Şâyegân, bunu yapabilirken Niyazi Berkes’ten Murat Belge’ye kadar pek çok Türk entelektüeli Türkiye’nin binlerce yıldır getirdiği tarihîne bigane kalabiliyor?

 

Tecelli mekânının kaybı nerede başladı?

Bu mühim sorunun cevabı, Şâyegân’ın işte o mühim kavramsallaştırmalarında… Bunlardan ilki şu: Başta İslam âlemi olmak üzere tüm Asya, meseleleri, üzerine çıkmak suretiyle görebileceği ‘kürsü’sünü (Almanca ifadesi ile, ort) kaybetmiştir. Çünkü ‘kürsü’, insanın gerçeği onun sayesinde görebilmesini sağlayan ‘saha’ veya ‘tecelli’ mekânıdır. Batı ve Doğu hayat algıları birbirinden farklıdır. Şâyegân’a göre Ortaçağ’da kürsüsünü soyutlar ve tümenler olarak belirleyen Batı sanatı, Rönesans sonrası başlayan değişimlerle beraber Hıristiyan mitolojik dünyasının parçalanması sonucu değişime uğrar ve gökyüzünde kavrandığı mevkiinden bir ‘yeryüzü arketipi olarak’ yeryüzü yaşamına indirgenir. Dünya bir nesne olarak algılanmaya başlar. Rösesans’ın soyutlar evreni sistemi Ortaçağ’ın konik yapısını nasıl ortadan kaldırıp gerçekçiliğin yolunu nasıl açmışsa izlenimcilik de 19. yüzyılda içsel dünyanın ifadesinin önünü açar. 20. yüzyılın başında ardı arda gelen kübizm, fütürizm, sürrealizm gibi akımlar hep izlenimciliğin içsel olana dair açtığı yolu takip eder. Geleneksel Batı kültürüne ait sanatsal yollar artık terk edilmiş ve ‘akışkanlık, fışkırma, hareketlilik ve biçimlerin parçalanışı’ gibi modern sanatın etmenleri sayılan unsurlar gündeme gelmiştir. Batı düşüncesindeki, dini dünyevileştirmek ve mitolojiyi zamandan uzaklaştırmak isteyen indirgeyici eğilimin bir neticesidir bütün bunlar. Asya sanatının kürsüsü de doğal olarak Asyalıların gerçekliği kavradığı köken bilgisiyle ilgilidir ve ‘insanlığın varlığın kökeniyle ilişkisinden doğan hallerinin tecrübe edilmesi’dir.

Şâyegân burada sanatın durumundan konuşuyor gibidir ama siyaset için de harfi harfine geçerlidir söyledikleri. Müslümanlar, siyaset alanında da kürsülerini kaybetmişlerdir. O halde Asya’nın kültür sistemi çöktüğüne; camileri müzeye dönüştüğüne; gizem, Budistlerin tebessümlerini terk ettiğine göre Asyalı hayatın, sanatın ve bunlarla mukayyet siyasetin kürsüsü artık nerededir?

 

 Kaderine bîgane kalmanın yakın tarihi

Şâyegân’ın bu noktada en az ‘kürsü’ kadar mühim bir kavramı daha var bizim açımızdan: ‘Tarihî kader’… Ona göre Batı’nın tarihî kaderi, nihilizmin türlü görüntülerini verir bize. Doğu’da, Batı’nın ‘tarihi kaderi’ konusundaki bilinçsizlik ise, Batılılaşma adı verilen bir cehaleti doğurmuştur. Bunun kaçınılmaz sonucu, ulusal hatırasıyla, emanetiyle temas kuramamak ve kendine yabancılaşmaktır. Batı, emaneti yitireli dört yüz yıl olmuştur. Bu süre içinde Batılı düşünürlerin çabaları, hukuk devleti ilkelerinin yerleştirilmesine çalışmaya yoğunlaşır. İnsan hakları ve bireyin özgürlüğü uğruna ciddi mücadeleler verilir. Bu sayede Batı, “medenî sistemi dinî sistemin yerine” ikame eder. Medenî eğitim ve öğretimin benimsenmesi, bireyin toplum karşısındaki sorumluluğu ve bunun yanında toplumun da bireyin hak ve hukukunu gözetmesi, Batılı toplumlar için Hıristiyan dünya görüşünün yerini alan değerler olur. Batı’da toplum ‘kamu yararı’na örgütlenir hale gelir. Ancak Batılılar iki yüz yıldır bu aşamaya gelinceye dek kendi krizlerini analiz ederler. Ulaştıkları bu aşama onlar için böyle bir analizin sonucudur. Fakat Doğulular kaderlerine bigâne kalmışlar ve ne kendilerinin ne de Batı’nın ‘tarihi kaderi’ni gereğince yorumlayamamışlardır.

 

Tarihin içinden gelen kader

Evet… İnsan, evladını doğuruyor ama gönlünü doğuramıyor. Türkiye, tarihin içinden gelen bir kaderi olduğu bir türlü anlatamıyor entelektüellerine. Türk halkı devletinin tarihi kaderiyle kendi kaderini hiçbir zaman ayrı tutmadı oysa.

“Kaderimizi çizen Avrupa’nın siyasî ihtirasları.” diyordu Cemil Meriç, Kırk Ambar’ının bir yerinde ve şöylece de devam ediyordu: “Kullandığımız kelimeler onun emellerini dile getiriyor. Kulağımıza fısıldanan lafızları, hudut ve şumüllerinden habersiz, fısıldayıp duruyoruz… Tefekkür vuzuhla başlar, kurtuluş şuurla.” Avrupa’nın ihtirasları, son dört yüz yıldır sadece bizim değil tüm dünyanın kaderini çiziyor. Kolonyalizmin tarihi, Afrika için olduğu kadar iki Amerika kıtası için de kendi kaderinden uzak kalmayı getirdi. Birinci Paylaşım Savaşı sonrası Türkler ile kader bağından kurtulmaya hazır hale getirilen Arapların durumunu, bugün onlara kim anlatabilir bilemiyorum. Uruguaylı Marksist yazar Eduardo Galeano, İngiltere’nin Arap aşiret reislerini Osmanlı’dan koparmak için iki yüz yıl boyunca maaşa bağladığını yazmıştı. Bırakalım Arapların ekseriyetini, bu gerçeği, ülkemizdeki kimi çevrelere de anlatmamız hayli zordur.

Türkiye’de hedonistliğiyle tebarüz eden sol, liberal çevreler ve laik bağnaz kesimler, değişen her durumda bu toprakların tarihi kaderine yabancı olmanın bir yolunu aramakta ısrarlıdır. Türkiye’nin Uzak Asya’dan dörtnala gelen bir kısrak başı gibi uzanmasını pek şiirsel bulunur ama bu kısrağın bir gövdesinin, tarihinin, gideceği yerlerin, muhayyilesinin olacağını bir türlü düşünmek istemezler. Avrupa’nın siyasî ihtirasları içinde savrulduğunun farkında değildir. Kuşkusuz bu duruma Türkiye’de sadece sol da düşmez. Samuel Huntington’un ‘medeniyetler çatışması’ tezini pratiğe geçiren İslamî oldukları iddiasındaki terör örgütleri de bir karikatür siparişi verilerek Müslümanları sıkıştırmak için kullanılan Batılı enstrümanlar da mevzubahis ettiğimiz savrulmanın içindedirler. Yelpaze her zaman çok geniştir.

Avrupa’nın siyasî ihtirasları, bize kelimeler ile ulaşıyor. Küreselleşme deniyor sözgelimi. Fundamantalizm, postmodernizm, postkolonyalizm… Kelimelerin büyüsüne kapılıyor zihnimiz. Eleştirel düşünce gücümüz yerinde sayıyor. Yahya Kemal’in Cevdet Paşa için sarf ettiği şu sözleri bugün sarf edecek bir şairimiz ve onun bu sözlerine muhatap olacak bir devlet adamımız ve dahi bu ikisini sinesinden çıkaracak bir düşünce ortamımız var mı bir düşünelim: “Cevdet Paşa’nın tarihini iyi okuyanlar, Ondokuzuncu asırdaki siyasî hayatımızı da biliyorlar ise, o asırda en ziyade Avrupa ilmine uygun ve fikirlerini vesikalardan devşirmiş müverrihin Medrese’den yetişmiş olduğunu istiğrab ederek teslim etmek zaruretinde kalırlar. (…) Açılmış harplerin zahirî tarafına bakmaz ve ledünniyatını kurcalar; akdedilmiş musalahalarımızı da müzakere edenlerin dirayetini ölçer ve kararlarını zaman ve zemin şeraitiyle tartar ve hükmünü öyle verir; azil veya katledilmiş insanların uğramış oldukları hükümleri bir daha gözden geçirir. Hiç coşkun değildir, lakin körü körüne muti olmaktan uzaktır. Milleti ve milletin ferdlerini devlete feda etmez ve müdafaa etmeye koyulur lakin devleti sokak ihtilalinin karşısında üstün tutar.”

 

Gönülden doğmanın kaderine yazılmak

Avrupa’nın siyasî ihtiraslarına kapılıp adına “devlet” dediğimiz mefhumu derece derece lağvettiğimiz gibi bütün bunları bize kavratacak ‘kürsü’müzden ve dolayısıyla da ‘tarihî kader’imizden uzak düştük. Şükür fiiliyatta bir devletimiz var ama zihnimizde Yahya Kemal’in, milletin ve ferdin onun için feda edilmediği ama milletin ve ferdin onu sokak ihtilaline de feda etmediği devlet algımız, geçen zaman içinde, ‘tarihî kader’imizi benimsemekte zorlandığımız için hayli zedelendi. Millet, 1960, 1970, 1980 darbelerini sineye çekmek zorunda kaldı. 28 Şubat postmodern darbesini de buna ekleyecek olursak, devlet milletine darbe yaptıkça millet darbenin devletten değil tam aksine onu lağvetmeye çalışan, Avrupa’nın siyasî ihtiraslarına kapılmış çevrelerden geldiği bilinciyle hareket etti ve daima sorumluluk aldı.

Türkiye, nicedir bedenini doğurduğu ama gönlünü doğuramadığı evlatlarının ilgisizliğinden mustarip bir anne gibidir. Evlatlarının kimisi, onun kaderinin gerektirdiği sorumluluğu sırtlanmaktan kaçmaktadır. Kimisiyse söz konusu sorumluluk için gerekli müktesebata sahip olamamakta, olanlarda ise irade zaafiyeti ortaya çıkmaktadır. Fakat bu durumların hepsi de geçicidir. Kaderin işlerinin failleri çoğu kere tek kişidir. Menteşeler sağlamsa kapının tahtadan olması sorun değildir…