Yazarlar

Sümmani’nin araladığı kapıdan geçerek

Öyle kuru dava ile irfanlık olmaz Huzur-i arife irfana karşı Candan geçmeyince canan bulunmaz Bezirgan et beni erkana karşı Aşık Sümmani   Aşık Sümmani’yi bilirsiniz veya en azından ismini duymuşsunuzdur. Pek çok eseri bestelenen bir Hak aşığıdır ve Anadolu erenlerindendir. Ervah- Ezel’den şiirinin bestelenmiş hali türkü olarak yıllardır dilden dile dolaşır ve okunur. Aşık Sümmani […]

Öyle kuru dava ile irfanlık olmaz
Huzur-i arife irfana karşı
Candan geçmeyince canan bulunmaz
Bezirgan et beni erkana karşı

Aşık Sümmani

 

Aşık Sümmani’yi bilirsiniz veya en azından ismini duymuşsunuzdur. Pek çok eseri bestelenen bir Hak aşığıdır ve Anadolu erenlerindendir.

Ervah- Ezel’den şiirinin bestelenmiş hali türkü olarak yıllardır dilden dile dolaşır ve okunur.

Aşık Sümmani üzerine konuşmayı ve yazmayı ehline bırakıp bizim esas konumuz olan Aşık Sümmani’nin de dizelerinde dile getirdiği irfan meselesiyle biz devam edelim.

Bir Pazar sabahı gelişen tevafuklar bizi yeniden irfan meselesini yazmaya sürükledi.

Pazar günleri genelde yaptığım üzere erken sayılabilecek saatlerde köşe yazılarına göz gezdirmeye başladım. Twitter’da ne var ne yok diye göz gezdirirken ilk önüme düşen yazı Erol Göka Hocanın “Dostum, dostum, dostum” başlıklı yazısı oldu. Okuduğumda İbrahim Tenekeci ağabeyin, dostluğa ilişkin “Dostluk nedir?” yazısı da zihnimde yeniden tekrarlandı. Neredeyse birbirini bütünleyen iki yazı diye düşünürken, Leyla İpekçi Hanım’ın “Sırlı buluşmaların gizli ‘Sevgili’si” yazısına tevafuk ettim. O yazıda durup dinlenirken, Ayşe Olgun’un Ezel Erverdi ile yaptığı geniş bir röportaj – sohbeti ile de iyice sarsıldım.

Bütün bunlar birkaç saat içinde olup bitiyordu ki, son günlerde gündemde olan ve benim de izlesem iyi olur diye düşündüğüm “ Van Gogh Sonsuzluğun Kapısında” filminin gösterime girdiğini gördüm.

Kahvaltı ve evdeki işleri tamamlayıp siyasi gündeme de göz attıktan sonra soluğu “Van Gogh Sonsuzluğun Kapısında” filmini izlemek üzere sinemada aldım. Uzun filmleri izlemek konusunda pek başarılı değilimdir özellikle sinema ortamında. Kendi kendime söz verdim ve sabırla bu filmi sonuna kadar izlemeliyim diyerek filmi sonuna kadar izledim.

İki yazı, bir röportaj ve bir film.

İrfan meselesiyle ne ilgisi var bütün bunların diye ya da neden bize kendi hikayeni anlatıyorsun diye düşünüyorsunuzdur elbette bu satırları okurken.

Mesele şu ki; insanın hakikat arayışı bazen Erol Göka ve İbrahim Tenekeci’nin dostluk üzerine yazılarında, bazen Leyla İpekçi’nin Sırlı buluşmaları yazısında anlattığı tevafuklarda bazen de Van Gogh’un hikayesinin anlatıldığı bir sinema filmini izlerken de sürüyor.

Ezel Erverdi ağabeyle yapılan röportajda idealizm karşısında dönemin şartlarının zorlukları ve Nurettin Topçu’nun çevresinde yaşanan imkansızlıklarda aslında İrfan ve Hakikat arayışının öyle kolay olmadığını bize anlatıyor.

Aşık Sümmani’nin Seyyid Hacı Ahmed Baba Hazretlerinin seyri sülükundan geçmiş Halifesi olması bilgisi de insanı bir limandan alıp fırtınalar içinde okyanusa yeniden döndürüyor ve seyre devam ettiriyordu.

İnsan ancak gönlü ile insan olabilir diye tekrarlayıp kendi kendime duruyorken, İsmail Halis dostumuzun paylaştığı Merhum Turgut Cansever Hoca’nın Vefa Sempozyumundaki konuşmasını da izleyince durup teslim oldum Hakikate ve İrfana. Turgut Cansever Hoca Fatih Külliyesi, Bayezit Külliyesi, Sultan Fatih, 2.Bayezid, Şeyh Vefa ve İbn Arabi Hazretlerinden de bahisle taçlandırdığı konuşmasındaki aşkı, vecdi ve heyecanı ile kaçmanın zor olduğu bir yüzleşme ile baş başa bırakıyordu bizi.

Ve adeta bütün bu olan biten önce bana sonra hepimize şunu öğütlüyordu; İnsanoğlu geldiği ruh aleminden, ruh ve beden olarak varolduğu dünya hayatında saadeti (ruhi ve bedeni) ancak ve ancak hakikate ve irfana teslim olarak elde edebilir ve yeniden asıl ve ebedi yurdu olan ahiret yurduna göçebilir.

İrfan mektebinin talebeleri olmak, bilginin ötesine geçmeye çabalamak için bizi sürekli teşvik ediyor. Bu çaba içinde olmanın bizatihi kendisi bir seyr halidir. Hepisinden iyice bir gönüle girmek” derken kastedilen mana ile bir ressam olan Van Gogh’un ya da Nietzsche’nin anlam ve hakikat arayışı arasında bir bağ kurmadan bir tefekkür üretmemiz mümkün olabilir mi acaba?

Peki biz bunları konuşurken dünyanın hali nice olacaktır be adam diye düşünmüyor değilim elbette. Nasıl bir düzen kuracağız ve sağlayacağız insanın saadeti için?

İnsanoğlunun saadetini sağlayacak olan şey kuracağımız maddi varlık alemindeki düzen midir ki acaba diye de düşünmüyor değilim elbette.

Değer ve anlam kaybının zirvelerinde dolaşan insanoğluna hangi imkanı sonuna kadar verirsek verelim, onu ruh ve beden olarak saadete ulaştıramıyoruz. Mutmain olmayan bir “azgınlık” hali var insanoğlunun bir kısmının. Bunun bedelini de kendisiyle birlikte başkalarına ödetiyor. Gelişmiş toplumlar diye bahsedilen toplumlar Doğu toplumlarından yani hayatında dinin yer aldığı toplumlardan daha mutlu olduğu varsayımıyla düşünüyoruz her şeyi. Çünkü temel paradigma bu. Buradan hareketle kendimizi yerden yere vuruyoruz. Kurduğumuz koca şehirler insanın zindanı olmaya devam ediyor. İnsani olandan, ruhumuza iyi gelenden, fıtrata uygun olandan ve insanı vahşilikten uzak tutandan çok uzaklara düşüyoruz temel paradigmamız ilerleme ve gelişmişlik olunca.

Çok katlı devasa yapılar, minareleri aşan rezidanslar, gökyüzünü kapatan darlıkta sokaklar, denizden esen rüzgarı kesen toplu konutlar, genetiği bozulmuş gıdalar ve daha bir çok sebeplerle oluşan buhran ve bunalımların nelere sebep olduğunu neredeyse takip etmeye bile korkar olduk. Duymamaya ve görmemeye çalışıyoruz. Sürekli haber izleyen ve haberciliğin içinde olan insanların ruh hallerinin normal olduğunu iddia edebilir miyiz?

Her konuda fikir serdetmek nasıl bir uzmanlık ya da bilgi gerektirir acaba?

Allah’ın halifesi olan insanın hakikat arayışı kıyamete kadar bir imtihan olarak sürüp gidecektir şüphesiz. Biz bu topraklarda büyük bir mirası devralmış bir millet olarak hiç değilse insanlığın muhtaç olduğu hakikat ve irfan bilgisine sahip olan insanlar olarak değer ve anlam kaybından kurtulmalı, elimizdeki kıymetin farkında olmalıyız.

Şeyh Vefa’dan Aşık Sümmani’ye, İbni Arabi’den Yunus’a ve Mevlana’ya, Halid Bin Zeyd’ten Sultan Fatih’e, Nurettin Topçu’dan Turgut Cansever’e çok geniş bir anlam ve değerler dünyasını inşa edecek bilgi, birikim ve tecrübeye sahibiz.

Yeniden değerlerimizi kuşanmak, zamanı ve vakti anlamak, İrfan ve Hakikat Mektebinin tecrübesini hayata aktarmak, belki başka topluluklar için zor olabilir ama bizim için bu kadarda zor olmamalı artık.

Değer, anlam ve ruh dünyamızı, şehirlerimizi ve memleketimizi imar ederken hatırdan uzak tutmadan ilerlemek için hala çok geç değil. Elimizdekileri kaybetmeden neyi kaybettiğimizi hatırlamanın vaktidir.

Etiket /