Yazarlar

Mükemmeli aramak: İmkansız koşu

Kemal Sayar

‘’Her şeyde her şeyde bir çatlak var / Işık oradan içeri sızar.’’

L. Cohen

Sık ve çok gülmek; zeki insanların saygısını ve çocukların sevgisini, şefkatini kazanmak; dürüst eleştirilerin takdirine layık olmak ve yanlış arkadaşların ihanetlerine katlanabilmek; güzelliği takdir edebilmek, başkalarındaki “en iyiyi bulabilmek”; sağlıklı bir çocuk, bahçelik bir arazi ya da daha iyi duruma getirilmiş bir sosyal durum yoluyla bu dünyayı olduğundan biraz daha iyi bırakarak terk etmek; bir tek yaşamın bile sırf siz yaşadınız diye daha rahat soluk almış olduğunu bilmek. işte “başarmış olmak” budur.
Ralph Waldo Emerson

‘En iyi, iyinin düşmanıdır’ derler. Her işte en iyiyi hedefleyen bireyler bir süre sonra hiçbir şey yapmama veya kronik erteleyici olma tuzağına düşebiliyor. Düstur şu: Bugünün işini yarına bırak!

Günümüz dünyasında pek çok insan, hedefler arasında öncelik sıralaması yapmadan çok sayıda alanda birden başarı hedefliyor. Hem kariyer, hem çocuk, hem zenginlik, hem sosyal ilişkilerde en iyi olmak zorunda hissediyorlar. Bu büyük bir yorgunluk getiriyor beraberinde, zamanı bir türlü yetiremeyen, hiçbir işte arzu ettiği kadar başarılı olamadığı için havlu atan bireyler ortaya çıkıyor. Bu insanlar bir süre sonra yılgınlığa kapılıyor ve mücadeleyi bırakıyorlar. Şurası su götürmez bir gerçek ki modern hayat, başarıyı çok fazla ön plana çıkarıyor. Bu başarı yarışında geri düşenler, sorunun sistemde değil kendilerinde olduğunu düşünerek utanç duygusu geliştirebiliyor. ‘Tutunamayan’, ‘kaybeden’ bireyin depresif olduğuna hükmediyoruz. Ama belki de bu başarı kültünde ve görünme yarışının kendisinde bir arıza var. Ancak başka insanlar üzerinde olumlu bir izlenim oluşturduğumuz zaman, var olduğumuzu hissediyoruz.


Sokakta, kafede, lokantada herkes kendisini izliyormuş gibi bir edayla davranan, ‘gürültülü’ yaşayan insanlara tesadüf etmeye başladım. Hayatı bir gösteri gibi yaşayan insanlar. Yoksa sosyal medyadaki görünme telaşı, gerçek hayatlarımızı da mı işgal ediyor? Öyle görünüyor ki içsel huzurun otantik kaynakları itibar kaybediyor. Başkalarının bakışı ve yorumu öne çıkıyor. Başarıyor ve alkış alabiliyorsak varız.

‘Vandal yürek görün ki alkışlanasın / Ez bütün çiçekleri kendine barbar dedirt!’

Bu da kendi içimizde başarı için koyduğumuz kıstasları yükseltiyor. Bu durumda kendi iç eleştirel sesleri sonuna kadar açık, kendilerini bir türlü beğenmeyen bireyler ortaya çıkıyor. Bu mükemmellik arzusunun bir tür öz yıkımsal tabiatı var. Kendi kendisini beğenmeyen, hep övgü ve takdir peşinde koşan, ertelemeyi mizaç hâline getirmiş işlevsiz bireyler türüyor.

Mükemmel olma baskısına karşı koymak için önce yavaşlamayı bilmek gerek. Zaman baskısını üzerimizden atmayı bilmeliyiz. Varılacak hedef değil, onun uğruna ter akıtma bizim maksadımız olmalı. Ve en başta kusurlu varlıklar olduğumuzu, ne yapsak mutlaka bir eksiklikle malul bulunabileceğini kabullenmeliyiz. Her şeyin üzerinde tam ve mutlak bir kontrolümüzün olamayacağını peşinen kabullenirsek mükemmellik iddiasından da geri durabiliriz. Şıpın işi bir reçete vermeden önce bir bakalım, nedir bu mükemmeliyetçilik merakı?

Mükemmeliyetçilik kişinin olumsuz sonuçlarını bilmesine rağmen kendisine çok yüksek standartlar koyması ve kendi değerini bu yüksek ölçütlerin başarılmasına bağlamasıdır. Bu ölçütler tutturulmadığında kişi kendisini kıyasıya eleştirmeye başlar.

Üç tür mükemmeliyetçilikten söz edilir: Kendine dönük, sosyal ve başkasına dönük. Kendine yönelik mükemmeliyetçilik, ulaşılması çok güç hedefler tayin etmektir. Bu ölçütleri kişi kendisi belirler, ulaşamadığında yoğun bir özeleştiri bombardımanı yapar ve kendi kusurlarını kabullenmek istemez. Ötekine yönelik mükemmeliyetçilik başkalarının sizin gerçekçi olmayan yüksek ölçütlerinize uymalarını beklemektir. Onlar bu ölçüleri karşılamadıklarında değersiz bulur ve eleştirirsiniz. Sosyal mükemmeliyetçilik ise başkalarının sizden karşılayamayacağınız kadar yüksek beklentileri olduğunu düşünmenizdir. Başkalarından onay almak için bu yüksek ölçütler karşılanmalıdır. Hep aferinler peşinde koşan insanları bu gruba örnek verebiliriz.


Mükemmeliyetçilik bir kişilik özelliğidir. Bu özellikler sizi olduğunuz kişi yapan istikrarlı vasıflardır ve genetik olarak aktarılabildiği gibi ödül, ceza veya modellemeyle de öğrenilebilir. Mükemmeliyetçiler işlerinin kendilerinin bildiği gibi yapılmamasından büyük rahatsızlık duyar. Depresyon, endişe, sosyal endişe, öfke, obsesif kompülsif davranışlar, yeme bozuklukları mükemmeliyetçilikle ortaya çıkar.

Mükemmeliyetçiler ufak gelişmelere razı olmaz, büyük zaferler isterler. Halbuki eşsiz zaferler vaat eden bir mükemmeliyetçilik yerine, azar azar da olsa sürekli gelişmeye odaklanmak gerekir.

‘Seni sürekli başka bir şey yapmaya çalışan bir dünyada kendin olmak büyük bir başarıdır’ der Emerson. Eyleme geçmek için düşüncelerinin değişmesini, mükemmel olmasını bekleme. Önce eyleme geç sonra düşüncelerini değiştir.

Rekabetin pazarlanması genç insanları sadece başarıyla ayakta kalabileceklerine inandırıyor. Sosyal medya kullanımıyla kendilerini başkalarıyla kıyaslamaya başlıyor ve mükemmellik yönünde bir baskı altına giriyorlar. Rekabetçi bireycilik çağında hem toplumsal değerler eriyor hem de narsisizm puanları yükseliyor.

Sosyal medyanın hayatımıza girişinden sonra yeme bozukluğu ve vücut dismorfik bozukluğu (vücudunda hayali bir kusurun varlığına inanma ve bunun için ısrarla ameliyat olmak isteme) üniversite öğrencilerinde %30 oranında artmıştır. Gerçekçi olmayan beden ideallerini vurgulayan görsel bir kültürle baş etmeye çalışıyor gençler. Giderek daha fazla genç plastik cerrahi ve bedeni düzeltme işlemlerini yeğliyor. Neoliberalizm kültürel değerleri yerinden oynatmayı ve ana aksını kaydırmayı başardı: Dayanışma ve kanaatin yerini bireyci hırs ve rekabetçilik aldı. Bireycilik çağında benliğin de ‘performatif’ olduğu, her performansla mükemmele yakınlaşabileceği dile getiriliyor. Bir başarı alanı olarak iş hayatı bütün ömrü inhisarına alıyor ve performans benliği ‘hakikati arayan benlik’ten rol çalıyor.

Bütün hafta boyunca Cuma akşamını, yıl boyunca yaz tatilini, ömür boyunca omzumuza konacak bir mutluluk kelebeğini beklemek, bir tür gönüllü kölelik değilse nedir? İşimiz hayatın her ânını ele geçirirse, o hayat yaşamaya değer olur mu?

‘Düzelebilir benlik’ fikrinin toplumdan gençlere sirayet ettiğini görüyoruz. Anne babalar da eskisine göre daha kontrolcü ve endişeli. Çocuklarının geleceğini ‘garanti altına almak’ istiyorlar. Kendi başarı kaygılarını çocuklarına geçiriyor ve onların akademik çalışmalarıyla çok yakından ilgileniyorlar. İstanbul’da bildiğim bir dershanede ön sırada öğrenciler, arka sırada velileri ders görüyor. İlginç bir buluş değil mi? Endişeli velileri tatmin etmenin gayet zekice bir yolunu bulmuş dershane sahipleri. Mükemmeliyetçi ebeveynlerin kontrol edici davranışları, hem yüksek eleştiri içeriyor hem de çocuklara yüksek ölçütler belirlemelerini salık veriyor. Anne babanın eleştirisinden kaçmak ve onların onayını almak isteyen çocuklar da bu yüksek hedefleri benimsiyor.


Mükemmeliyetçilik mukayeselerle ilgilidir. Kendinizi bir başkasıyla mukayese ettiğinizde, kendinizi siz olmayanla mukayese etmiş olursunuz. Hep ıstıraptır bu yolun sonu. Biz öyle yapmayalım da kendi biricikliğimizi kutlayalım. Bir yarışta değiliz, bir mukayese içinde değiliz: Olduğumuz gibi güzeliz.

Mükemmeliyetçinin zihni, insanı suça boğan –meli –malıların bekçiliğini yaptığı yüksek güvenlikli bir hapishanedir. Sonuçların kendisine bir mutluluk getirmeyeceğini de bilse, mükemmeliyetçi kişi didinmek için didinir. ‘Şunu istiyorum’un yerini ‘şunu yapmalıyım’ alır. Mükemmeliyetçi bir şevk buhranı içindedir: Coşkunun yerini doğruculuk, hevesin yerini yükümlülük almıştır. Yaşamak ancak yapmaktan ibarettir ve ona sürekli bir şeyler eklemediğiniz sürece heba edilmiştir. Yolculuğu değil, hedefi/menzili ister o.

Hani güneşi arkanıza aldığınızda, gölge önünüzde yürür ya, güneşli bir günde gölgenizi yakalayamazsınız. Geçmişiniz, reflekslerimiz, programlanma biçimleriniz bugünün önü sıra yürür. Geçmiş geleceğimiz olduğunda eski bildik örüntüleri tekrarlar ve o örüntüden çıkamazsınız. -Meli, -malıların tiranlığı bizi utanç ve suçluluk duygularına sürükler. Haddi zatında yapmamız gereken, sadece kendi gölgemizden çıkmaktır. Kendimizi hatalarımızla kabullenmek. Wabi Sabi felsefesinde olduğu gibi, parçalanmış bir porseleni (yanlış bir eylemi) altın tozlarıyla (pişmanlıkla) onararak onu daha güzel kılmaya çalışabiliriz.

Başarıya aşırı odaklanma, yenilgiden kaçınma şeklinde kendini gösteriyor. Mükemmeliyet gerçekte imkânsız ve sıklıkla erteleme davranışına yol açabiliyor. Son otuz yılda mükemmeliyetçilik oranlarında Batı toplumlarında %30’luk bir artış tanımlanıyor. Bugünün kuşaklarının mesleki ve eğitimsel anlamda imkânsızı başarmaları bekleniyor. Yaptığımız işin kim olduğumuzu tanımlayabileceğini sanıyoruz. İç sesimiz kültürün rengine bürünüyor ve eleştirel ton sürekli bir mutsuzluk, kendinden razı olamama hali üretiyor. Hataları büyümek ve öğrenmek için bir fırsat olarak görmek yerine, onları yeterince iyi olmamanın kanıtı saymak ve en ufak tökezlemede bile kendine aşırı sert eleştiride bulunmak mükemmeliyetçilerin özelliği. Ne yapsalar tam anlamıyla başarmış hissetmezler, dolayısıyla bir türlü rahatlamazlar. Öz değerleri başarıya odaklanmıştır. Başkalarında da yüksek standartlar bekledikleri için ilişkileri kolayca bozulur. Başaramayacakları işleri girişmez, bundan kaçarlar. Kusurlarını gizlemek için çok zaman harcar, işleri bitiremezler. Yenilgi korkusu ve gelecek endişesi yüzünden hayatlarında huzur bulamazlar. Mükemmeliyetçilik, davranışı katılaştırır. Bizi başarı kölesi kılar.


Anne babalar çocuklarının durumundan statü devşirdikçe çocukların üzerindeki baskı artıyor. ‘Başar! Başarılı ol!’ komutları gidiyor sürekli. Başarı baskısı da hatalar için eleştiri biçiminde algılanıyor. Mükemmeliyetçilik risk almayı azalttığı için haddi zatında yaratıcılık ve yenilikçiliği de öldürüyor. Sürekli kendine bakan, kendini değerlendirip eleştiren bir insanın depresyon ve kaygıya yakalanması kaçınılmaz. Mükemmeliyetçiler bir hatanın başkalarının kendileri hakkında çok kötü kanaate varmalarına sebep olacağını sanıyor. Özellikle çocuk yetiştirirken hatalara odaklanmak, çocuğun ‘ben değersizim’ şeklinde düşünmesine yol açar.

Sosyal olarak kabul edilmem için mükemmel olmam gerekmiyor. İşler yanlış gittiğinde çıkarılacak dersler var. Mükemmel diye bir şey yok, bu bir efsane. Harika selfie için belki kırk defa poz verdi o kişi. Mükemmel sürdürülemez. Sürekli hedef koymak ve ona ulaştığında kutlamak, aslında sığ yaşamak ve sahip olduklarımıza şükretmemek demektir. Farkında olarak yaşamalıyız. Statü, para, unvanla tatmin bulamıyoruz. Şeyler ve nesneler üzerine inşa ettiğimiz bir kimlik hep aç ve boş kalacaktır. Daha iyiyi yapma becerimizden taviz vermeden, sosyal beklentilerin iç sesimize galip gelmesine engel olabiliriz.

Mükemmeliyetçilik yerine ‘iyi hayat’ın izini sürebilir; bağ kurma, değer ve hem kendimiz hem başkaları için hazır bulunma yolunda çaba harcayabiliriz. Evet, kendimiz için de hazır olmak. Ruhun ihtiyaçlarını bilmek, hissetmek.

Çocuklara sadece başardıkları sürece iyi olduklarını söyleyen bir sistem onların kişiliklerini geliştirmez. ‘Sen başarabildiğin kadar varsın’ düşüncesi yaygın bir mutsuzluk üretir. Kendilerine odaklı, performans delisi insanlar haline gelebilirler. Bir işte iyi olmaya çalışmak, sonuca değil, sürece odaklanmakla olur, yaptığınız işten hoşlanır, öğrendiğinizden zevk alır, bir güven geliştirirsiniz. Yanlışlarla çok ilgilenmek başarısızlığa zemin hazırlar oysa. Başarı bazen her şeyi doğru yapmakla değil yanlış giden şeyleri nasıl ele aldığınızla gelir. İşte burada yaratıcılık, tutku ve azim devreye girer. İlginizi çeken bir konuda ne kadar tutkulusunuz? Yenilgi bizi değişmeye, kendimizi fark etmeye zorlar. ‘Neyi daha iyi yapabilirim?’ sorusunu sormaya başladığımızda öğrenmeye de başlamışız demektir.

Sanat kalbimizi güzele, maneviyat ebediyete, sevgi neşeye, felsefe hayret duygusuna açar. Bunlar için sükûnete, sessizlik ve tefekküre, ihtiyaç duyarız.

Anlam bizden daha büyük olanla doğrudan irtibat kurabileceğimiz bir yaşantıyla zuhur eder. Günübirlik uğraşları aşan, fanilik ve ebediyetin karşılaştığı o doğurgan anlar, anlama da gebedir.

Bir şeyleri iyi yapmak korkusunu bir kenara bırakalım, insan kusurlu bir varlıktır. ‘Kendini kusursuz gören sonunda ruhunu şeytana kaptırır’ diyor Tolstoy. Beklentileri kısalım. Mükemmeliyetçilerin çok kuvvetli bir ‘bu yetmez’ düşünceleri vardır, biz bunun yerine ‘yeter’ diyelim. Razı olmak pasif olmak demek değildir, kişiliğimiz için bir gelişme noktası, zihni arı duru kılan bir başlangıçtır.

İnsansın, elbette hata yapacaksın. “50 yaşına geldiğinde hayatı 20 yaşında gördüğü gibi gören biri, 30 yılını heba etmiş demektir.” demişti Muhammed Ali. Büyümek ve olgunlaşmak, hayatın getirdiği armağanları kabullenmekle olur: Esnekliği, tahammülü, sabrı, hatadan dönebilmeyi, ufkumuzu genişletmeyi öğrendikçe büyürüz.

Anlamak, anlaşılmaktan önce gelir. Anla ki daha kolay anlasınlar seni. Anlarsan anlaşabilirsin.


Harekete geçmek için düşüncelerinin değişmesini bekleme. Bazen düşünceler, eylemlerimizi izler. İyiyi eylemek, iyi düşünmeyi de getirir. İrade ve teslimiyet. İnsan iradesinin yetersiz kaldığı yerler, durumlar var. Orada kapıları zorlamak daha çok endişe demek. Teslimiyet, hangi kapıların zorlanmayacağını bilmektir. İrade ile büyür, teslimiyetle olgunlaşırız.

‘Çiçeklenen şimdiki anı, elle veya kafayla yapılacak bir işe feda edemeyeceğim zamanlar oldu’ der Thoreau.

Her yerde sıkı çalışmanın faziletleri. İnsan evladı bir işçiye çevriliyor. Çalışmak için doğmuş adeta insan. Zaman çok nadir bir meta ve bulunduğu anda nakde dönüştürülmeli. İş kölesi mutlak bir hareketlilik ve huzursuzluk hali içerisinde, oradan oraya koşturur. Kaçırılmış fırsatların ve tembelliğin suçunu üstlenir. Gerçekliğin daha yüksek seviyelerine erişimi engellenmiştir. Tahayyül ve ilhama kendini açamayan bir ruh, bir gönüllü köleden başka nedir ki?

Narsisizm, toplumumuzdaki yoksul ilişkilerimize bir tepki olarak da okunabilir. Bireyler, başka insanların kendilerine kayıtsız ve tehdit edici olduğunu düşündüklerinde kendi içlerine gömülür ve başkalarından dikkat ve duyguyu geri çekebilirler. Bu duruma ‘hiper bireycilik’ adını verebiliriz. Hiper bireycilik çağında, ötekiler sadece bizi beğenen insanlar olarak var olabilir. Kişi diğerine karşı kayıtsızdır ve kendine duyduğu büyük bir aşkla adeta kendinden geçmiş haldedir. Kitleler şöhret statüsüne ulaşmak için büyük bir açlık çeker. Narsisizm, boş ve yabancılaşmış topluma hem bir tepki hem de onu üreten bir şey haline gelir.

Bireysel ve kolektif seviyede, kişiliğimizin içinde daha sadistik bir parça, benliğin zayıf olan kısımlarına hücum eder ve onun başkalarına bağımlı olabileceği gerçeğini kibirli bir biçimde reddeder. İnsanlar bazen kolektif narsisizme de savrulabilir. Bu durumda sizin ait olduğunuz grup tümüyle iyi, sizin dışınızdaki gruplar ise kendi içinizdeki kötülüğü yansıttığınız oluşumlar haline gelir.

Genç erişkinlerdeki yaygın ruhsal rahatsızlıklar kültürel vurgunun sosyal ilişkiler, toplum veya yeterlilik gibi içsel hedeflerden dışsal hedeflere (para, statü, görüntü) yönelmesiyle ilişkili. Çocuklarda endişe bozukluğunun yaygınlaşması da düşük toplumsal bağlılık ve yüksek tehdit algısına bağlı görünüyor.

Mükemmeliyet tutkusu hem ebeveynleri hem de çocukları kötürüm bırakıyor.

Mükemmeliyetçi zihin ya/ya da diye düşünür, buna dualistik düşünce diyebiliriz. Birbirini dışlayan iki seçenek olduğunda, ikilikten söz ederiz. Aynı ve bir hakikati yarıya bölen bir kavramsal makas; hayat ya kusurlu ya da kusursuzdur, ya doğru ya da yanlıştır, ya iyi ya da kötüdür. Bu ve o arasında zorunlu seçim. Hâlbuki bir şeyler bazen iyi bazen kötüdür, gerçekliği bu şekilde reddetmemek bizi olan şeyi reddetmeye ve daha iyi bir gerçeklik aramaya zorlar. İdrakimizin çözünürlüğü azalır ve birkaç kaba ayrım arasında tercih yapmaya, gerçekliği aşırı basitleştirmeye icbar ediliriz.

Orwell’in 1984’ünde yeni bir dil icat edilir, yenikonuş dilinde, dildeki eş ve müteradif anlamlar yok edilerek dil renksizleştirilir, ya hep ya hiç tarzına mahkûm edilir. Siyah ve beyaz ikilikler dile hâkim olur: İyi/kötü, suçdüşünce / iyidüşünce. Gerçekliği uçlara iterek, ikilikçi düşünce anlam ve anlayıştaki nüansları ortadan kaldırır. Anlam gölgeleri bir kez yok olduğunda ikilikler yoruma açık hale gelir. Başarıya hangi anlamı atfettiğinize göre, kendinizi başarılı ya da başarısız sayarsınız.

Hayır, mahkum değiliz dünyayı ikiye ayırarak düşünmeye. İkilikçi olmayan düşünce gerçekliği olduğu gibi kabullenmemizi, onu olmadığı bir şeyle mukayese etmememizi diler. Mukayese yok! Bir çakıl taşı kendi asıl isimsizliğinde, öylesiliğinde dururken bakışımız ona ilişir ve onu güzel buluruz sözgelimi. O öylesine güzeldir, ama bakışımız onu kuşattığında ona dönük estetik yargımız devreye girer, rengine, şekline, büyüklüğüne bakarız. Oysa çakıl taşının bundan haberi olamaz, o kusurlu ya da kusursuz değildir ve ona iliştirilecek bir sıfata da ihtiyacı yoktur. Çakıl taşı zihinlerimizin öznel, keyfi ve suni ikilikleri tarafından bölümlenmemiş bir evrende var olmaya devam etmektedir. Kendi öylesi var oluşunda kendi halinde var olmaya devam eder. Ona ilişen hiçbir bakış ve yargıdan haberi olmaz. Kendisi olarak kâinattaki varlığını devam ettirir. Yargılamamayı öğrendiğimizde, suni ikiliklere itibar etmemeyi öğrendiğimizde mükemmellik arzumuzu gemleyebileceğiz.

Veya kelimesi aynı gerçekliği keyfi olarak kutuplaşmış kategorilere ayırırken, ve kelimesi bizi gerçekliği kendi bütünlüğü içinde kabullenmeye davet eder. Kabullenmek, yargılamamak ve mukayese etmemektir. Her şey kendi doğal halinde, öylesi var olmaya devam eder. Kusur da kusursuzluk da şeylerin doğal çevriminde karşımıza çıkabilir. Veya kelimesinin kılıcı nasıl bölüyorsa, ve kelimesi de o kadar birleştiricidir. Hem o hem öteki. Mükemmel değilsin ama pür kusur da değilsin. Hem iyisin hem de kusurlu. Kendi halinde, öylesine bir insansın sen. Şu an hatalı bir iş yapmış olabilirsin ve yarın değişme yeteneğin var.

‘Aynı nehre iki defa girilemez’ diyor Herakleitos. Evet, girdiğin nehir ilk seferindekiyle aynı değil, çok sular aktı. Ama sen de nehre ilk defa girdiğin halde değilsin, ilk denemendeki senle ikinci denemendeki sen farklısın, arada çok zaman geçti. Her ân biricik, kıymetini bil.

İkilikten birliğe, menzilden yola, yargılamadan kabullenişe, büyük zaferler istemekten küçük adımlar gerçekleştirmeye yönel. Yenilgi yenilgi büyüyen o zaferi mayala içinde. Mükemmel değilsin ama daha güzel yenilmeyi daima öğrenebilirsin.

Etiket /

Kemal Sayar

1 yorum

Yorum göndermek için buraya tıklayın

Abdullah Ceyhan için bir cevap yazın Cevabı iptal et

  • Bir şeyler yanlış diyen ve yol gösteren insanlara çok ihtiyacımız var. Teşekkürler.