Yazarlar

Gama tebdil olmuş ülfetin çağı

Kemal Sayar

 Laleyi sümbülü gülü har almış

 Zevk u şevk ehlini ah ü zar almış

 Süleyman tahtını sanki mar almış

 Gama tebdil olmuş ülfetin çağı

 Bayburtlu Zihni

 

Dünyanın işleri, dehrin halleri; bizleri söğüt gibi savuran, çözüp birbirine dolayan bir rüzgar. Bir rüzgar esiyor aramızda, bizim kımıltılarımızdan, inildeyişlerimizden yapılma bir rüzgar ve en çok da fısıltılarımızdan. Bir söğüt dalının hışırtısıyla konuşuyor insanlık. ‘Korku içinde olana her şey hışırdar’ demişti birisi, ekleyeyim ben de, sevgi içinde olana her şey fısıldar. Dağ fısıldar, ay fısıldar, gök fısıldar.  Japon Haiku şiirinin büyük ozanı Başo “kalbindeki bütün arzu/ bütün nefret/söğüde emanet” diye yazarken, aklındaki insanlık ailesi miydi, yoksa gerçekten hallerini bir bir söğüde dökmekten mi bahsediyordu bilmiyorum. Bazen insan, anlatamamaktan da önce anlatamayacağını bilmenin derdiyle bîzârdır. Konuşan kişi kendi yalnızlığında, kendi kırılgan titreşiminde, hatta kendi yokluğunda söylenir. “Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!” demişti Âkif. İnsanların birbirleriyle konuştukları pek çok kere, insan iletişimi malumatın haricinde bir şeye bürünüyor. Çünkü merâm, konuşanla dinleyen arasında gidip gelen, mübadele edilen bir katı nesne değildir, bir ilişkinin bizatihi iklimidir.  Gözden göze, kalpten kalbe bir yol var. Bazen bir düzlükten kolayca yürürsünüz o yolu, bazen bir dağlar arasından geçit verir de nefesinizi keser. İnsan hep konuşuyor insanla, ama ne diyor? Kendi içinin uğultularını mı boca ediyor, yoksa arada durup halden bilmeye mi niyetleniyor?

Söz, dilden ve dudaktan kulağa değil, kalpten kalbe çarpa çarpa genişleyerek, kubbeyi dolduruyor. “İki saat sarkacını duvara yan yana asarsanız, salınımları giderek birbirine yaklaşır. Her biri diğerinin duvar yoluyla naklettiği ufak titreşimleri alır ve böylece senkronize olurlar. Hemen hemen aynı zaman aralığında salınan iki şey, fiziksel olarak birbirine yakınsa, giderek birbirine kilitlenmeye ve tamamen aynı zaman aralığında salınmaya meyleder. Şeyler tembeldir. Ortaklaşa salınmak karşıt şekillerde salınmaktan daha az enerji gerektirir. Fizikçiler, bu güzel ekonomik tembelliği karşılıklı faz kilitlenmesi veya katılım olarak adlandırır. Her canlı bir sarkaçtır. Titreşiriz. Amip veya insan, salınırız, ritmik biçimde hareket eder, ritmik biçimde değişiriz, tempo tutarız.” diyor Zihinde Bir Dalga adlı kitabında Ursula le Guin. Kitabın alt başlığı “Anlatmak, Dinlemektir.”  Bugün beynimizde uzak hücrelerin bile bir tür wi-fi sistemiyle birbiriyle haberleşebildiğini biliyoruz. Canlılık hücrelerin birbiriyle konuşabilmesi demektir. Ne zaman ki hücreler arasında selam sabah kesilir o zaman ufukta ölümün hayaleti belirir.

Dinlemek bir tepki değil, bağlantıdır. Bir sohbete iştirak ederken, birinin hikâyesini dinlerken, tenis maçındaki gibi, atılan servise karşılık vermez, daha ziyade sözün kulağı, istikameti oluruz. Söz henüz söylenmeden, bizim için giyinip kuşanır. Dinlerken muhatabımızın eyleminin ortak faili haline geliriz. Bugün hissettiğimiz feci yokluk bu: Orada değiliz, söz için huzurda bulunmuyoruz. Huzurda bulunmuyoruz zira huzura çağrıldığımız o  sesi işitmiyoruz. Orada olan, mevcut bulunan bir çağrıyı işittiği için gelmiştir. İnsan yüreğinin haritasını okumaya niyetlenen kim varsa, huzurda olmanın kıymetini bildiği için oradadır. Sözler söylenmekten imtina ediyor. Le Guin “Araştırmacılar bazı otizm türlerinin katılım konusunda yaşanan sıkıntıyla-gecikmeli tepkiyle, ritmi yakalayamamakla bağlantılı olabileceğini düşünüyor. Konuşurken kendimizi dinleriz elbette ve ritmi tutturamazsak konuşmak bizim için çok zorlaşır: otistik sessizliği açıklamaya yardımcı olabilir bu. Konuşmalarının ritmine uyum sağlayamazsak öbür insanları anlayamayız” diye devam ediyor. Yaşayan ölülere döndüğümüz bir çağda birbirimizden gözlerimizi kaçırmak için önümüzdeki ekranlara dönüyoruz yüzümüzü. Bir insan sesi duymamak için kulaklıklarla örtüyoruz işitme organımızı. “Sevdiğim arzımı demekçün sana/ Bülbül söylediği dil gerek bana/ Şu bağrım kül oldu hep yana yana/ Onu söndürmeğe sel gerek bana… Hâlden anlar isen haldaş olalım/ Gurbet gezdin ise yoldaş olalım/ Anasız babasız gardaş olalım/ Ucu yar zülfünde yol gerek bana” demişti Karacaoğlan. Sözün ermediği menzilde, insanın gönlüne uzun bir yolculuğa çıkmak gerekir. Belki de Fuzuli dilince, ‘söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil’dir ama yine de söylemeli değil mi insan? “Derdini anlatacak kadar Türkçe bilen tek kişi, Neşet Ertaş’tı” derler; Türkçenin göğündeki tüm yıldızların mekanı nur olsun.

1974 yılında Thomas Nagel, zihin felsefesi alanında geçtiğimiz yüzyılın en etkili metinlerinden birini “Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir?” ismiyle kaleme aldı. Nagel, zihnin en temel açmazının bir bedenle tanımlı olmak olduğunu ifade ediyordu: “Anlatmak istediğim daha ziyade bir yarasa olmanın nasıl bir şey olduğu hakkında bir fikir oluşturmak için bile kişinin bir yarasanın bakış açısını kullanması gerektiğidir.” Bizi hayvanlardan ayıran duvar, sadece hayvan bedenine dair deneyimden yoksun olmamız değil, bilinç için farklı bir sembol düzlemi kullanıyor olmamız aynı zamanda. Bu açıdan bakıldığında, insan yalnızca bir yarasa olmanın değil, başka bir insan olmanın da nasıl bir şey olduğunu anlama yetisinden mahrum kalabiliyor pekâlâ. İnsanları ayıran sadece bedensel sınırları değil üstelik: Kişisel tarihimiz, bu tarihi öyküleme ve işleme tarzımız ve bilincimiz olduğu kadar bilinçdışımız da bizi farklılaştırıyor. Herkes, “ben” sözü ile bambaşka bir kişiyi kasteder.  Paul Ricoeur, Başkası Olarak Kendisi isimli kitabında “Benim kendi deneyimlerimin iyeliği başka tüm gramatik şahıslara adeta bu ‘her bir kere’ temelinde dağıtılır. Fakat bu başkası, hangi koşulda benim kendimin bir ikizlenmesi, bir başka ben, bir alter ego değil de sahiden bir başkası, benden/ benim kendimden başkasıdır?” diye soruyordu. Benden başkasını, yalnızca bir başka ben olarak ele alma düşüncesi, “Sana nasıl davranılmasını istiyorsan, başkalarına öyle davran” şeklinde özetlenebilecek ve Kant’ın ilk kategorik buyruğunda da formüle edilen ilkenin öncülüdür. Oysa Ricoeur, Başkasının, bir başka ben olmadığı gibi, benden farklılığı bir derece- bir tekrar şeklinde oluşmamış tamamen değişik nitelikte bir varlık olduğunu belirtiyor. Aşılmaz bir uçurum gibi görünmesin bu size, köprüler uçurumlara kurulur. Bir başkasına kendimizmiş gibi davranamayız, onu tahliye ederek kendiliğimizi ona aktarmak, onu yitirmek anlamına gelecektir. Bunun yerine, onu kendimize çağırırız. Ahlaki bir eylem, ancak onu anlayıp, kendi varoluş tarzı ile ona ihtimam göstermemiz halinde gerçekleşmiş sayılabilir. Onu içime buyur eder ve orada ağırlarım. Onun üzerine titrerim. Onda yaşayan ruhun mucizesine tanık olurum. Ama ben o olamam, buluşmanın vaadi de burada yatar zaten. Aramızda kurduğumuz o köprüde, kendimiz kalarak halden bilişimizde. ‘Gerçek anlamda ötekiyle ilişkilenme, benliğin sorgulanması olmaksızın gerçekleşemez’  der Gadamer. Gerçek bir buluşma; kendimi dayatmadığım, muhatabımın beni ikna etmesine izin verebildiğim, değişime rıza gösterebildiğim bir beraberliktir. Sadece kulaklarıyla ve gözleriyle değil, açık bir zihin ve şefkatli bir kalple de dinlemelidir insan. Ruhuyla dinlemelidir ki muhatabının anlaşılmak için sessiz haykırışını duysun. İnsan işte bu beş seviyede-kulak, göz, kalp, zihin ve ruh-dinlemekle, muhatabını tam manasıyla anlar ve ruhuna dokunur.

Peki “Ben olmayan” bu başkası nasıl bir varlıktır. Onu nasıl anlarız? Dil, her ne kadar kırık dökük bir enstrüman da olsa belki bir nebze sadra şifa olabilecek çok yönlü bir gösterendir. Dili, sadece söyledikleriyle değil, söylemeyip sustuğuyla, söyleme ve yanılma tarzıyla değerlendirmemiz halinde  onu yetkin bir biçimde kullanmış oluruz. İçini dökmek, arzuhal yazmakla aynı şey değildir. Bize içini döken bir insan, içimizde onu kabul edecek bir boşluk olduğunu varsayarak başlar ilk kelimeye. Hemhal olabilmek için halleri içimize alabileceğimiz bir boşluğa gereksiniriz. Bir usta, kendisine sual eden adamın fincanını durmadan çayla doldurur, bardak taşar. ‘Fincan ağzına kadar doldu, daha fazlasını alamaz!’ der kişi. ‘Bu fincan gibi sen de kendi düşüncelerle ağzına kadar dolusun’ diye cevaplar usta, ‘fincanını boşaltmadan sana ne anlatabilirim?’ Kalbini hikmete açmak istiyorsan önce ruhunu mâsivadan boşalt. Eski evin üzerine yeni ev bina edilmez. İşe, bildiğini unutmakla başla.

Türkçedeki en güzel sözlerimizden biri ‘hemhal olmak’. Başka güzel sözler de var; ‘hemdem olmak’, ‘yekdil olmak’ diye. Başkalığımıza rağmen, hatta belki bizzat bu yüzden insanoğlu bir başkasının halini anlamaya programlı bir varlık. Terentius, yirmi iki yüzyıl öncesinde “İnsanım, insana ait olan hiç bir şey bana yabancı değildir” diyordu. Bugün nörobilim araştırmaları çok enteresan bir veri veriyor; insan doğuştan ahlaka, doğru olanı yapmaya, erdeme yönelik bir varlık. Bizi programlayan, bir başkasının ıstırabını, sıkıntısını hissetmek üzere programlamış. Hâlden anlama yetisine sahip olarak doğuyoruz. Bir başkasının içinde bulunduğu sıkıntıyı, keyifsizliği, üzüntüyü, mutsuzluğu hemen seziyor ve ona bir cevap verme, onun ağrısını sızısını dindirme yönünde bir iştiyak duyuyoruz. Buna psikolojide “empati” diyoruz. İnsan, dilin içinde yaşamakla insanlaşmıştır. Empati kavramının yaslandığı asli mekanizma ise aynalama (mirroring) tepkimiz. İnsan başkalarının gözlerini ödünç alarak görmeyi öğrenir. Gözler, öğretileni görür. İşte bu yüzden, trajik bir şekilde, dünyayı gerçek manada görmeden göçüp gitme ihtimali çok yüksek canlılarız. Platon’un mağara alegorisinin de bir yönüyle işaret ettiği, meşhur bir sır. İnsanın büyümesi ve ‘süregelen doğum’u ben ve ben-olmayan arasındaki sınırları inşa edebilmekten geçiyor. Duygularım, arzularım, seçimlerim, dünya görüşüm ve değerlerim gerçekten bana mı ait? Kimileri ancak ileri yaşlarda doğar, kimileri de doğamadan ölür. Kendi sesinle haykırdıysan, kendi gözyaşlarınla ağladıysan, kendi gözlerinle gördün ve kendi düşüncelerinle düşündüysen, kendi rüyalarınla uyudu ve kendi dualarınla yakardıysan, sana ait bir ömür sürdün demektir.

Aynalama, empatik davranabilme yetisinin ilk etabıdır. John Bowlby’nin de bize gösterdiği gibi,  bağlanma kapasitemiz ve tarzımız doğumla beraber, ilk bakım verenle kurulan ilişkinin ikliminde yeşerir. Ve empati, bağlanma ihtiyacının nabzıyla güç kazanır.  Empati, işlev olarak beynin elinden sadır olmaz, beynimizde empati ile görevlendirebileceğimiz belirli bir bölge yoktur. İnsan, hem zihniyle hem de bir sınır varlığı olarak bedeniyle, bedenin gönderdiği nörolojik sinyallerle empatiyi tecrübe eder.  Hatta, empatinin başlangıç mahalli öncelikle bedendir; uyaranların, limbik sistem -amigdala, hipotalamus, hipokampus- tarafından algılanması ve sonrasında ise algı sonucunda edinilen bilginin beyindeki ilgili bilişsel bölgede anlamlandırılması ile işleyen bir süreçtir. Çıkış noktası, omuzda bir kol kesiği gibi duran bir boşluğu tamamlama iştiyakıdır. Umberto Eco’nun “Bir zamanlar insanoğlu her hareketini tanıyan, onu anlayan veya gerekiyorsa yargılayan en azından bir tane izleyicisi olduğuna inanıyordu” sözündeki her şeyi, herkesi işiten ve gören o şahitlik duygusunu yitirmek, insanoğlu için avuntusuz bir bırakılmışlıktır. Her insan, anlaşılmaya ve hatta yargılanmaya muhtaçtır.

Elizabeth A. Segal, Sosyal Empati – Başkalarını Anlama Sanatı adlı kitabında “Yıllar süren araştırmalarım sonucunda kişilerarası empatinin beş ana özellikten oluştuğunu ve sosyal empati için de aynı elementlerin etken olduğunu belirledim. Bileşen olarak tanımlanan bu davranışlar kişilerarası empatiyi gösterebilmekte bize yardımcı olur. Bunlar: duygusal tepki, duygusal mentalizasyon, başkalarının farkında olmak, bakış açısı kazanma ve duygu regülasyonu’dur..Bu beş elemente iki tane daha eklediğimizde sosyal empatiyi sağlamış oluruz: içeriksel anlayış ve genel bakış açısı kazanma.” dedikten sonra bu bileşenleri açıklıyor.

Duygusal mentalizasyon, bir hatıranın izi veya bir başkasının hikâyesiyle uyaranların tetiklenmesi halidir. Bizzat kendimiz deneyimlemediğimiz olayların da etkisiyle başlayabilir bu süreç. Başkasının halini bilmek illa ki aynı olayların taliminden geçmeyi zorunlu kılmaz; kendiliğimizi örerken her defasında başkasından bize iç içe geçen bir ilmek atarız. Başkasına aşinalığımız, bizdeki mühürlenmiş bir benliğe değil ama kendimizdeki başkaya aşinalığımızın bir neticesidir. İnsan yavrusu annenin yüzünü taklit ederek empati evrenine adım atar. O ağladığında ağlar, o güldüğünde güler. İnsan duygularını okumayı ötekinin yüzünden öğrenir, duyguların alfabesini ana yüzünü taklit ederek söker. Başkalarının eylemlerini anlamanın en iyi yolu onları tahkik etmek, araştırmak değil, becerilerini, yaşam tarzlarını tekrar etmektir aslında. Tıpkı, bir soruşturmada olay mahalline dönmek gibidir bu yöntem. Ancak şahsen tecrübe edilmesi mümkün olmayan bazı bedensel olguların da aynalanabildiği gözlemlenmiştir. Sözgelimi, elleri ve kolları olan katılımcıların acılarına, bunlara sahip olmayan denekler de ayna etkilenimi gösterir. Ancak bu reaksiyon, bizzat aynı bölgede değil, o organların eylemleri için kullandıkları ilgili kendi motor düzenlerine göre, o bölgelere haritalanır.

Christian Keysers, Empatik Beyin isimli kitabında beynin benzetim aracılığıyla kendi eylem dizisini, bir diğer organizmanın bir sonraki eylemini algılamak içi, kullanabildiğini söyler. Ancak zihin sadece benzetim yapmaz, bir sanatçı edasıyla da boşlukları doldurur; “Beynin hakikaten büyük bir şair olduğunu, tek hücre kayıtlarından, fMRI tarayıcılarından, lezyonlar üzerindeki çalışmalardan…  çağdaş nörobilimin yüksek teknolojisinden anlarız. Beyin, etrafımızdaki insanların gizli içsel yaşamlarının mükemmel bir tanımlamasını yapmamızı sağlarken, kendisi de bu tanımlamamızı, başkalarından gördüğümüzü ve duyduğumuzu, biz onların yerinde olsaydık ne yapardık, ne algılardık, ne duyumsardık bakış açısından değerlendiren çok modelli bir tanımlamayla süsler. Kendi eylemlerimizi, kendi duyularımızı ve kendi duygularımızı ön plana çıkaran bir tiyatro oyununun koreografisini yapar. Böylece beynimiz, başka insanların içeride kabul görecekleri, şekillendirilmiş benzetimi canlandıran bir tiyatro sahnesi olur.” diye bu hararetli süreci tarif eder Keysers. Başkalarının eylemlerine tanıklık ederken,  gözlemlediğimiz eylemleri kendimiz yapıyormuş gibi yankılanırız. İki insanın akılları arasında bir köprü kurulur. “Gönülden gönüle bir yol vardır, görülmez.” demişti Neşet Ertaş. Akıl çağı filozofları ve bilim adamları her ne kadar, bize başka birinin varoluşunun karanlık ve içine girilemeyecek bir alan olduğunu söylese de bu sadece meselenin girişindeki sfenks bilmecesidir. Ancak ilginç şekilde yüksek empati sahibi diye, empatinin bütün yönlerinin o kişide aynı kuvvette olduğunu söyleyemiyoruz. Çünkü, insanı kendimizden tanırız, kırık ve kör bir ayna olmadıkça birini tanımanın yolu kendini tanımaktan geçer. Psikoterapistlerin sahip olması gereken başlıca niteliklerden biri olan “başkalarının farkında olma” kavramı ise, kendi duygularımızı ve olaya atfettiğimiz anlamı başkasınınkinden ayırabilme, başkalarını kendi anlam dünyaları çerçevesinde dikkate alabilme yetisini ifade ediyor. Ne de olsa terapistlere bizim için ağlamaları maksadıyla para ödemiyoruz değil mi? O, serin kanlılığını korumalı ve benim için bir acı hissetse dahi, benim acıma ulaşmanın bir yolunu bulmalı, beni onarmalı. Oysa bir psikoterapistte takdir edilecek bu özellik,  biz ağladığımızda göz yaşlarının göz pınarlarında birikmesini beklediğimiz bir hemcinsimiz için arzulanır bir durum değil.

Zira hâlden anlamak empatinin bir yönü, hâlden anlayabilirsiniz ama eğer o hal sıkıntılı bir halse ve o sızıyı dindirmek istiyorsanız, eyleme geçmeniz gerekir. Hâlden anlamak bu manada, biraz sempati kelimesinin karşılığıdır. Bir başkasının acısını, sıkıntısını hissetmek veya bir başkasının başına gelen talihsizliğin niçin onun başına geldiğinin bağlamını idrak edebilmektir. Empati ise sempatiden farklı olarak aksiyona yönelik bir istikamete sahiptir. Başkasının sızısını dindirmek de isteriz; bir yardım kuruluşuna yazılırız, o kişinin evine aş girmiyorsa yüklenip bir çuval un getiririz. Ancak öncelikle hâlden anlayarak başlayacağız. Bu da psikolojideki empatinin bir bileşenine yani duygusal empatiye, birinin duygularıyla hemhal olabilmeye denk geliyor sadece. Karşımızda bir insan bize dertlerini anlatıp ağladığında, ona kahkahalarla cevap vermeyiz. Bir şekilde bizim de gözlerimiz dolar. Ona daha üzgün bir yüz ifadesiyle yöneliriz. Bu, empatinin içimize yerleştirilmiş olan en temel rükünlerinden bir tanesidir; insanoğlu bir başkasının acısına bigâne ve kayıtsız kalamaz.

Şehabeddin Sühreverdi, Cebrail’in Kanat Sesi isimli eserinde “Evdeki her şey ev sahibine benzer ama hiçbir zaman ev ve ev sahibi aynı şey değildir.” diyordu. Bizler de bizi yaratandan emareler taşırız. Bizdeki her güzel ahlak, O’ndan bir remizdir. Sühreverdi bir hikâye anlatıyor; “Hazreti İdris (as) tüm yıldızlarla ve gezegenlerle konuşuyordu. Aya sordu ‘Neden nurun bazen azalıp bazen çoğalıyor?’  Ay dedi ki : ‘Bil ki benim cismim siyah düz ve cilalıdır. Kendime ait bir ışığım da yoktur. Ama güneşin karşısına geçtiğimde, maddelerin aynadaki yansımaları gibi, güneşin nuru da benim cismime yansır ve karşısında kaldığım zaman boyunca kendisinden nur alırım. Güneşe en yakın olduğum an, nurum hilalden dolunaya çıkar.’ İdris tekrar sordu: ‘Güneş ile ne kadar dostluğunuz var?’ Dedi ki: ‘Güneş ile karşılaştığım zaman, kendime baktığımda güneşi görüyorum. Zira herkesin bildiği gibi, güneşin misali bende zahirdir. Ve cismimin yüzeyi cilalı olduğundan güneşin ışığıyla dolmuştur. Dolayısıyla kendime her baktığımda güneşi görüyorum.” Peygamberimiz, “Mümin, müminin aynasıdır” derken, müminlerin birbirlerini sevenler olarak birbirinin göstereni ve inşa edeni olduğunu mu anlatıyordu? Hadîse İbn-i Arâbî’nin getirdiği yorum ise olağan üstüdür. Mümin, yüksek seciyeye sahip bir tür inanan insanın vasfı olduğu gibi, inanılan ve güvenilen Allah’ın da esmasındandır. El’Mümin. İşte, Arâbî bu iki Mümin’in birbirini aynaladığını ifade ediyor. Her halükarda bizler O’nun sayesinde ve O’nunla birbirimizin halinden anlarız.

Birine karşı sempati hissettiğimizde o anki duygu paylaşımını gerçekleştiririz yalnızca, olay sona erdiğinde ise bağlantımız kopar. Buna benzer şekilde şefkatli olmak da eksik bir empati halidir. Şefkat hissi aracılığıyla yardım eli uzatırız başkalarına. Ancak,  yalnızca muhtaç, dezavantajlı olana karşı şefkat besleyebiliriz, mutlu olan biri için şefkat duymak mümkün değildir. Oysa mutlu insanlarla da empati kurabiliriz. Hülasa, empati başkalarıyla hissetmek, beraber yankılanmak iken diğer kavramlar “başkaları için hissetmek” anlamına gelir. Empati muhatap odaklıdır, diğerleri ise hâli duygu odağına alır.

 

Psikopatlar ve sosyopatlar, acımasızlar, vicdansızlar veya otistikler gibi kendi aleminde yaşayan insanlar dışında herkeste bir empati melekesi bulunur. Altı aylık bir bebek bile bir başkasının ağlayışına cevap verir. Martin L. Hoffman, empati yeteneğinin bebeklikten itibaren gözlenebildiğini, bebeklerin başkasının ağladığını gördüğünde kendisinin sıkıntı hissettiğini, iki yaşından- kendilerinin ayrı bir kişi olduğunu fark ettikten sonra ağlayan bir bebeğe kendi oyuncaklarının aynısını vererek, onu teskin etmeye çalıştıklarını belirtir. Bu yaştan itibaren çocuklar, başkalarının duygu durumlarına karşı daha da hassastır, mesela ağlayan bir çocuğu fark etmemiş gibi görünmenin, onun gururunu daha az inciteceğini düşünecek kadar ince fikirli davranabilirler. İntörnlüğüm esnasında çokça görmüşümdür; çocuk kliniklerinde bir çocuk bir taraftan ağlamaya başladığında diğer çocuklar ona koro halinde katılır. Afektif yani duygusal empati bir başka insanın ıstırabını hemen hissedip ona aynı duyguyla cevap verebilir. Simon Baron-Cohen, Kötülüğün Anatomisi isimli kitabında, kötülüğü empatinin yokluğu olarak tarif ediyor ve empati yetisinin mutlak yokluğunu empatinin sıfır derecesi olarak tanımlıyor. Baron- Cohen’e göre, empatinin sıfır derecesi negatif ve pozitif olarak gruplanıyor. Empatinin sıfır derecesinin negatif halinde B-tipi (sınırda kişilik bozukluğu), P-tipi (psikopat) ve N-tipi (Narsist) tanıları girerken, empatinin sıfır derecesinin pozitif durumuna otizm ve Asperger tanılarını dahil ediyor. Negatif durum tanılarına sahip olanlar başkalarına zarar veren eylemlerinden dolayı suçluluk duymazlar, bu insanların kötülüğünün tedavi edilmesi mümkün görülmez. Otistikler ve onun bir türü olan Asperger sendromlular empatik düşünceden yoksun olmaları nedeniyle günlük yaşamdaki mükemmeliyetçilikleri ve sistematik alışkanlıkları onları zor insanlar kılsa da, negatif durumun aksine başkalarına zarar vermezler. Ancak diğer insanların duyguları ve düşünceleri üzerine herhangi bir çıkarsama yapamazlar, uygun tepkiyi veremezler.

Psikopatinin üç temel unsuru vardır, süreğen korkusuzluk, saygısızca bir kabalık ve duygu regülasyonunun eksikliğinden kaynaklanan benlik kontrolünün yokluğu. Sosyopati kelimesi ise bu anomalinin toplumsal boyutunu vurgulamak için, psikopati kelimesi ile eş anlamlı kullanılır, asalak bir hayat tarzları vardır. Psikopatlar muhatabın neyi “ilginç” bulacağını, onu neyin “memnun” edebileceğini hemen anlarlar. Beyin görüntüleme araştırmaları; empati için çalışan beyin bölgelerinin psikopatik özellikleri olan insanlarda çalışmadığını gösteriyor. Psikopatlar başka insanların duygularını ayırt edemiyor değillerdir, ancak anlayamazlar. Bu halleri, bilmediği bir dili okuyan insanların okuryazarlığına benzer.

Keysers “Muhtemelen birçoğumuz, en azından bazı zamanlarda, korku ve suç duygularını devre dışı bırakabilme yeteneğine sahip olmayı isteriz. Böylelikle sevdiğimiz birini kurtarmak için cesur olabilir veya bir çalışanımızı rahatlıkla işten çıkarabiliriz. Ama bunu yapamayız. Bizi ahlaklı kılan sadece empatik olabilme yeteneğimiz değil, aynı zamanda empatiyi susturabilme konusundaki yeteneksizliğimizdir” diyor. Hemhal olmak insanın yazgılı olduğu bir şeydir, adeta Nurettin Topçu’nun “içimizde Allah’ın sesidir” şeklindeki vicdan tarifi gibi.  İçimize yerleştirilmiş her an hareket etmeye hazır bu düzeneği biz canlandırır ya da baskıda tutarız. Toplum teşvik eder ya da baskılar.  Suçun, acımasızlığın meşrulaştığı, herkesin kriminal olduğu bir toplumda insanların acıma hisleri de baskılanır. “Halâsa çâre yoktur âh-ı mazlûma kulak verme/ Dayan bir tekme sen de zevk için feryâd lâzımsa ” diyor Şair Eşref. Herkesin, düşenin canı çıksın mantığıyla acımasızlık gösterdiği, acımasızlığın hükümferma olduğu bir toplumda merhamet ve empati melekesi baskılanır. Ama bu türden prososyal, insan hayatına yardım eden, insan haysiyetini öne çıkaran davranışların ve merhametin baş tacı edildiği toplumlarda hemhal olma gayreti ödüllendirilir ve neşv-ü nema bulup yaygınlaşır.

Empati yeteneğini etkileyen unsurlardan biri cinsiyettir. Yapılan çalışmalarda kadınların, muhatapları ister kötü isterse mağdur iyi insanlar olsun, acı çekme onlar için otomatik bir işlemmiş gibi onların acılarını paylaştığı gözlemlenmiştir. Erkeklerin ise acı ne zaman paylaşılır ne zaman paylaşılmaz ayırımına gittikleri, kötü insanlara karşı empati duymadıkları, bir şekilde bunu bastırdıkları sonucuna varılmıştır. Ancak yaşın ilerlemesiyle birlikte erkek ve kadınların empati seviyeleri birbirine daha fazla yaklaşmaktadır. İçinde bulunduğumuz durum da empati yeteneğimizi etkiler; zorluklarla savaştığımız anlarda daha az empatik davranmak mümkündür, zorlukların üstesinden geldiğimiz ve feraha çıktığımız dönemlerde ise güçlü bir anlayış ve empati sahibi oluruz. Ancak bu, zor durumlarda insanların daha az yardımlaşacakları ve dayanışma gösterecekleri anlamına gelmez, zira ahlaki kodların empati dışında da dışsal kaynakları vardır.

Toplumsal vasatta ötekileştirme ve etiketlemenin yaygın bir davranış kalıbı olması empati yoksunluğunu da beraberinde getirir. Her iki durumda da insanları anlamaya çalışmak beyhude bir çaba gibi görünür, bunlar yargılamanın en hızlı yoludur. Böylece başkalarını anlamak konusunda daha çabuk davranılmış olur. İnsandışılaştırma (dehümanizasyon) kişileri bir nesne olarak, üzerlerinde dilediğince tasarrufta bulunabileceği madun varlıklar olarak görmekle sonuçlanır. Âşık Sümmani kavlince, “Arif bilir aşk ehlinin hâlini,/ Kaldırır gönlünden kıyl-ü kâlini,/ Herkes dosta yazmış arzuhâlini,/ Benimkini ürüzgâra yazmışlar.” Allah’ın iyi ve arif kulları, başkalarının gönlünün de insan gönlü olduğunu, onların da yaralarından dolayı acı çektiklerini görüp, rüzgardan daha fazla ağırlık vermeden merhem sunmayı bilenlerdir.

Ben bir terapist ve psikiyatrist olarak insanların dertlerini dinliyorum, bir ‘elem doktoru’yum. Kendi mesleğim için şunu hep düşünmüşümdür; aile olmadan anlaşılmayan şeyler var. Hatta annemi, babamı kendim toprağa verdikten sonra, anne-babasını kaybetmiş olarak bana gelen insanları o kadar daha iyi anlamaya başladım ki. Çünkü o acı benim yüreğimi dağladı geçti. Geçmedi belki. Şimdi başka bir yüreği dağlayan o acıyı ben daha iyi anlıyorum. İnsan, biraz feleğin çemberinden geçmeden, hayatta tecrübe edinmeden olgunlaşamıyor, irade geliştiremiyor. Bazı şüpheciler “Sen bir başkasına yardım ediyorsun, diğerkam davranıyorsun çünkü kendi nefsine hoş geliyor bu. O insanın çektiği ıstırap sana acı veriyor, kendi acını bir an önce bertaraf etmek istediğin için yardım ediyorsun. Sonuçta diğerkam davranış yoktur, her türlü davranış bencildir” diyorlar. Ama insan kendisini Allah’ın yarattığı ve O’nun rızasını kazanmaya çalışan bir kul olarak tanımlamaya başladığında, eylemlerini yalnızca kendi nefsi için yapamaz.

Montrealli İsa isminde çok çarpıcı bir film seyretmiştim. Hazreti İsa’nın hayatını oynamak üzere amatör bir tiyatro grubu yola çıkıyor. Hz. İsa rolünü oynayan kişi, bir süre sonra kendini rolüyle öylesine özdeşleştiriyor ki, metrolarda yollarda insanları durdurup hakikati tebliğ etmeye başlıyor. Buna teşebbüs ettiği her seferinde insanlar, tıpkı Hz. İsa’ya yaptıkları gibi onu istiskal ediyorlar, itip kakıp horluyorlar, dövüyorlar. 2000 sene önce Hz. İsa’nın duçar olduğu eziyetlere yine maruz kalıyor. İnsanın, hakikatin yüzüne açıkça tebliğ edilmesinden pek hoşnut olduğunu söyleyemeyiz. Hepimizin içinde kendini kandırmak isteyen, hileye kaçan, kendi nefsimizi ululaştıran bir taraf var. Biz ideal olanı tasvir ediyoruz fakat bir yandan da insanın içinde de sürekli kaynayan bir kendine tarafgirlik hadisesi, kendini kandırabilme melekesi var. Gai Eaton Tanrıyı Hatırlamak adlı kitabında anlatıyor, Kuzey Afrika’da Müslümanların kahvehanesine, yoksul, üstü başı dökülen, perişan halde bir Hıristiyan keşiş giriyor. Dileniyor, gittiği masalardan çevriliyor. Oradaki Müslüman arif adamlardan biri dilencinin eline, cebindeki bütün varlığı neyse onu boşaltıyor. Ve onu gönlünü hoş ederek gönderiyor. Masaya dönüp oturduğunda arkadaşları ona “Ne oldu, bir Hıristiyan’a cebindeki her şeyi vererek cenneti garantilediğini mi sanıyorsun?” diye soruyor. O da şu cevabı veriyor : “Dostum yoksul bir adamın görüntüsünün altında kimin gizli olduğunu bilemezsin.” Her insandaki Hz. Hızır’ı görmek, her insanı hazreti insan bilmek, her insandaki yücelik imkanlarını gözetlemek işte böylesine yüksek ahlaki sorumluluk duygusuyla mümkün. Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu, “Allah’ın ahlakıyla tahalluk ediniz” ilkesini hatırlatıyor, bu işte. Böyle olunca Allah, gördüğümüz göz, işittiğimiz kulak haline geliyor. O ontolojik düzlemi yakalamak zor belki ama bu hedefin farkındalığını biz hayatın bütününe yaymak durumundayız. Çünkü çok unutkan varlıklarız. Ben öyleyim, sık sık unutuyorum, sık sık dünyada kendimi kendimden ibaret zannediyorum veya sadece insanlardan ibaret zannediyorum.  Kalpleri kalplere ısındıran, muhabbete, yarenliğe açan gaybi kuvvetlerin tesirini görmüyoruz.

“Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” hadisi dindarlığın toplumun dokusuna iyiliği nasıl nüfuz ettirebileceğinin çok güzel bir timsali. Kimse yardım eli uzatmışken sizin inancınızı, meşrebinizi, mezhebinizi sormak durumuna düşmez. İşte hemhal olmak böyle bir şey, buna sosyal empati diyebiliriz. Sosyal empati, toplumun birbirine uzak, birbirine aşina olmayan kesimlerini birbirine aşina kılar ve onların arasında köprüler kurar. Sosyal empati toplumun sıkıntılı, huzursuz kesimlerinin, neden bu üzüntüyü, huzursuzluğu, kederi yaşadıkları konusunda bizi düşünmeye sevk eden bir şeydir. Bizi onlara yakınlaştıran, onların halini anlamaya sevk eden, onların dertleriyle dertlenmeye, hemdert olmaya götüren bir şeydir. Ve maneviyatın özü de budur.

İnsan kendine çok kolay yalan söyleyebilen bir varlık. Külli niyetini çok hayırhah bir niyet olarak izhar edebilir, duyurabilir fakat bilinç dışında, daha karanlık kuvvetler aslında bambaşka bir şey istemektedir. Benim külli niyetim “Allah’ın rızasını kazanmak” diyebilir fakat kendine bile itiraf etmekte zorlandığı külli niyeti şöhret olmaktır, para kazanmaktır, güç sahibi olmaktır, insanları yönetmektir vs. Psikoloji insanın kendini kandırabilme potansiyelini gördüğü için insana bakarken biraz daha karamsar bakıyor, buradaki ayrımı nasıl yapacağız? Kur’an-ı Kerim de bizi defalarca, insanın kendini aldatma potansiyeli konusunda uyarıyor. Bilinçaltında inler cinler ifritler top oynuyor. Bir Zen hikâyesi anlatılır: Bir okçuluk ustası yanında manevi eğitimini vererek bir çırak yetiştiriyor. Zaman sonra çırak başka ustalardan da bir şeyler öğrenmek için izin istiyor. Birkaç sene sonra dönüyor. Ustasına meziyetleriyle böbürleniyor “Ben seni fersah fersah geçtim usta, benim artık ok atmama gerek kalmadı, bir bakışımla bir kuzgunu yere indirebiliyorum. Artık oksuz avlıyorum” diye. Ustası “Evladım sen daha olmamışsın, okçuluğun en yüksek mertebesi hiç ok atmamaktır.” diyor. En ufak kibir belirtisi kalmasın diye o makamı da terk etmektir terk-i terk.

Yunus Emre’nin harikulade bir şiiri var; “Niderüz biz hayat suyun, canı yağmaya verdik-Cevherleri sarraflara, madeni yağmaya verdik/Benim ol bezirgan kim, hiçbir assı gözetmedim- Çünki assıdan da geçtik, ziyanı yağmaya verdik/Bu yolun arifleri geçirmezler her metaı- Biz şöyle uryan gideriz, cihanı yağmaya verdik (…) Senlik benlik olucağız, iş ikilikte kalır- Çıktık ikilik evinden, sen beni yağmaya verdik/ Bu bizim pazarımızda, yokluk olur müşteri- Geçtik bitmez sağınçtan, zamanı yağmaya verdik.” Hiçbir fayda gözetmeden, bir başkasını kendimiz gibi aziz bilerek gerekirse kaybetmeyi de göze alarak insanların arasında hayat sürmek gerekiyor. Arzuların sonu yoktur ve ihtiyaç muttasıldır. Atâullah İskenderî Hikem-i Atâiyye’de nasıl söylemiş “Ne ki senden alınmıştır, o senin hayrınadır. İçindeki yoksulluğu hissediyor musun? İşte senin için en hayırlı vakit. Unutma, ihtiyaç mütemadidir”.

Yokluğu ve yoksunluğu tecrübe etmeden, başımızdan geçmeyen şeyler için de empati kurmamız zor değil, bunun için o insan gibi olmanın nasıl bir şey olduğunu düşüneceğimiz bir hayal egzersizi gerekir.  Her acı bizim başımızdan geçmiş olamaz. İnsanları anlamak için mutlaka en ağır acıların da çemberinden geçmemiz de gerekmez. Sadece yürekli olmak lazım. Robert Louis Stevenson, insanın dünyasını belirleyip ona şekil verme açısından, kurmaca edebiyat ile kişinin kendi geçmişi arasında fark olmadığını söylüyordu. Empati hissimiz kurgu karakterlerle muhatap olduğumuzda da devrededir, hatta pek çok açıdan kendimizi kurmaca karakterlerle çok daha rahat özdeşleştiririz. Özellikle edebiyat alanında, kahramanın bedensiz oluşu, bu özdeşleşmeyi kolaylaştıran bir unsurdur. Belki, belli belirsiz seçilebilecek bir başka tesir ise, yaşayan insanların aksine, kurgu karakterlerin yüzyıllarca donup kalacak, değişmeyecek ve unutulmayacak hikâyeleri yüzünden tesellisiz kalacaklarını sezmemizdir. Onlara duyduğumuz empati de, bizi manevi açıdan daha donanımlı kılar. Bireysel şiddetin azalması, başkasının hukukunu tefrik edebilmek, çok yönlü düşünmek biraz da kurmaca eserlerin okur sayısındaki artışla doğru orantılı olarak artan bir gelişim gösterdi.

Bir klişe söz var; “yaptığınız iyilikler bir süre sonra vazifeniz haline gelir.” İnsanlar, kendilerini hâlden anlar biri olarak gösterdiklerinde suistimal edileceklerine dair bir kanaat taşıyorlar. Cemil Meriç’in meşhur sözünü tekrar edelim “İyilik yapan, mükafat bekliyorsa tefecidir.” Dolaylısıyla biz empati gösterdiğimizde, hâlden anladığımızda, yardım ettiğimizde onlar hâlden bilmiyorsa bu onların problemidir, biz insan olarak vazifemizi yapmış oluruz.

Empatiyi zor durumda olana, adalete ihtiyaç duyana, benim sesini duyurmama ihtiyaç duyana, yaparız. Sesi kısılmışa, güçsüzleştirilmişe empati yapılır.  Ben onun halinden anladığım zaman ona ses, bir kürsü, kendini ifade etmek için bir hikâye, bir imkan, bir zemin vermiş olurum. Empati mağdura yapılır. Bir işkenceciye, bir pedofile, sapkın bir kişiye, insanların üzerine varil bombası yağdıran bir diktatöre empati yapabilir miyiz? Hatta onların başına gelen musibet bile bizi üzmez. Yine de “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik” ayeti fehvasınca şahsa değil vasfa tavır alır ve ıslah olsun diye temenni ederiz. Empati dediğimiz şey, vicdanın da, ahlakın da temelidir, merhametin ve hatta adaletin de temelidir. Adalet duygusu da aksiyoner empatiyle ortaya çıkan bir şeydir.

Hâlden anlamak psikolojik bir tanımla durumdan anlamaktır.  Size yazısız bir resim göstersem; bir tane insanın eline iğne batırılıyor. Şöyle bir ürperirsiniz, bir insanın acı çeken durumu karşısında. Fakat aynı resmin altına “Hasta Ayşe Hanım akupunktur tedavisi görürken” yazsam o zaman önceki tepkiyi vermezsiniz. Bağlamı anladığınız için, durumu daha iyi anlarsınız. Yani hâlden anlamak, içinde bulunduğumuz şartları anlamayı, bağlamı anlamayı gerektirir. Bahaeddin Karakoç’un bir şiirindeki mısraları ile “Gönül ehli hâle bakar, dili tek reçete bilmez; İnsan, gönlüyle insandır, her gönül bir yatır derim.”

Hemhâl olmak, ufuklarımızı kaynaştıran bir anlamda kavuşmaktır. Ahlâkın o sonsuz talebi  bu sezgi ve keskin bakışa dairdir. İnsanı insana rapteden cevherin acı olduğunu söylüyordu şair.  “Evlerin pencerelerini tamamıyla açabilen tek bir rüzgâr biliyorum: Ortak keder” demiş Max Horkheimer da. Ancak en zor dile gelen şey de acı. “Gönül ahvalini söylemenin imkânı olsaydı dağ bile deniz gibi çırpınmaya başlardı” diyor Mevlana Divan-ı Kebir’de. Bize lazım olan dilsiz, dudaksız bir hasbıhal, bir gönül okurluğu. Nasıl ki, bir katrenin kalbi yarılsa, ondan tüm deniz suyunun hakikati anlaşılırsa, kişi kendi sinesini okumakla, ondaki kesreti görüp tevhide varmakla insanı tanır. Ve insana ayna olmakla da kendiyle tanışır.

Bayburtlu Zihni, yüreğimi dağlıyor: ‘Gama tebdil oldu ülfetin çağı’. İnsanın ilacı ülfettir. Biz şimdi gam çağını ülfete tebdil edelim. Sözlerimizle onaralım insanı, halimizle sağaltalım. Hal ehli olalım. Halden bilelim, hal bilelim.  Halden hale girmeyi bilelim.

Ülfeti diriltelim ki insan da dirilsin. Ülfete ve muhabbete tebdil olsun gam ve yabancılaşma çağı.

Kemal Sayar

1 yorum

Yorum göndermek için buraya tıklayın

  • Sayın hocam,
    Yaşadığım bir olaydan gece uykum kaçtı. Yazınızı fırsat bulup okuyamamıştım. Gece okudum. Yine güzeldi. Devamını bekliyoruz. Saygılar ve kolaylıklar dilerim.