Cuma Mektupları Röportaj

Cuma Mektupları / Erem Şentürk

Erem Bey selamlar, Türkiye’miz son 5 yılda adeta 50 yıl, 100 yıllık yaşanabilecek tarihsel enerji ve gerilim biriktirdi, bir çok kuşatma ve saldırıyla karşı karşıya kaldı.Yıllardan bu yana, özellikle referandum sürecinde, Anadolu’nun bütün şehirlerinde özellikle gençlerle bir çok ortamda bir ortamda biraraya geldiniz, 90 kuşağı ya da 2000 kuşağı gençleri, Türkiye’nin yaşadığı bu tarihi dönemdi […]
Erem Bey selamlar, Türkiye’miz son 5 yılda adeta 50 yıl, 100 yıllık yaşanabilecek tarihsel enerji ve gerilim biriktirdi, bir çok kuşatma ve saldırıyla karşı karşıya kaldı.Yıllardan bu yana, özellikle referandum sürecinde, Anadolu’nun bütün şehirlerinde özellikle gençlerle bir çok ortamda bir ortamda biraraya geldiniz, 90 kuşağı ya da 2000 kuşağı gençleri, Türkiye’nin yaşadığı bu tarihi dönemdi gerçekten nasıl okuyor, nasıl yorumluyorlar, izlenimleriniz neler?

Her çağ aslında kendi neslini yetiştiriyor. Ben aramda 20-25 yaş olan bir gençle aramda çok büyük farklar olduğunu biliyorum. Şunun da farkındayım; ben her zaman daha isabetliyim, doğruyum ve o genç olduğu için hep hatalı değil. Bazı konularda, hatta bir çok konuda gençler, genç olmasına rağmen benim gibi ihtiyarlardan daha isabetli olabilirler. Bu zaten doğal sosyolojidir. Jenerasyonların meseleye bakmasındaki problem şudur; gençlerin doğruyu isabet edip etmemeleri, görüp görememeleri, anlayıp anlamamaları değildir. Mesele şudur, bir yabancı şarkıda da denildiği gibi, “Ben genç olmak nedir biliyorum ama sen yaşlı olmak ne demek bilmiyorsun”.

Fark kapatılamayacak kadar büyük bir farktır, bireyler veya kitleler, yanlış tespit ettikleri
için hata yapmazlar, doğru tespite yanlış usullerle yürüdükleri için hatalı olurlar. Hayatın bir çok kötülüğünde en başında çoğunlukla bir tespit hatası yoktur.
Çoğunlukla isabetli bir tespit bile olabilir. Mesele insana hata yaptıran şey tespitin hatalı olması değil, tespitten sonra yapılan şeylerin üslupları, biçimleri ve o tespitin nasıl kullanıldığıdır. Bir çocuğun hasta olduğunu tespit edebilirsiniz. Bu çocuğun hastalığına teşhis de koyabilirsiniz fakat daha sonra yapacağınız şey önemlidir. O çocuğun tedavisi için mi uğraşıyorsunuz yoksa o hastalığı istismar etmek için mi uğraşıyorsunuz yoksa o hastalıktan para kazanmak için mi uğraşıyorsunuz? İnsanlık buralarda batar. Çocuğun hasta olup olmadığını tespit etmekte batmaz insan. İnsan o hastalığı tespit ettikten sonra ne yaptığı kısmında batar. Bence zamanın ruhuyla bugünkü gençler bazı şeyleri tespit edebiliyorlar, sıkıntı yok. O tespitlerle yaptıkları şeyler sıkıntılı.

Genç olmayı bir insiyatif, kazanılmış bir şey zannediyorsan hatalısındır. Genç olmayı sen kazanmadın kardeşim. Emek vererek elde ettiğin bir şey değildir. Dünyanın bütün insanları hatta bütün hayvanları hatta bütün bitkileri yani dünyanın bütün canlılarının olduğu süreci yaşıyorsun. Doğarsın, genç olursun, ihtiyarlarsın ve ölürsün.

Bu genç olmak senin başardığın bir şey değildir. Dolayısıyla sırf gençsin diye bir takım hakların ve insiyatiflerin yok. Sırf gençsin diye sana toleranslı olmalıyız. Evet, kabul. Çünkü gençlik peygamberimizin de söylediği gibi “Deliliğin bir şubesi”dir. Normal şartlarda 45-50 yaşında bir adam eğer 15-20 yaşlarında genci n yaptığı şeyleri yapsa deli diye hastaneye kaldırırsın. Fakat, gençler yapınca biraz toleranslı olursun çünkü adı üzerinde “Deli kanlı”dır. Evet, gençlik deliliğin şubesidir ama bugünkü gençlik her şeyi biliyor, her şeyin farkında, her şeye ulaşabiliyor ama aidiyet problemi yaşıyor. Sen nereye aitsin? Bugünkü gençlik aidiyetsizliğini telefi etmek için kimliksizliği matah bir şey gibi anlatıyor bana. Dünya yurttaşıyım diyor. Dünyanın en anlamsız şeyidir dünya yurttaşlığı. Dünya yurttaşlığı diye bir şey yok. Zamana ve mekâna aitsindir. Zamana ve mekana aidiyetsizlik, zamandan ve mekandan kopup savrulmak demektir. İnsan yaşadığı mekana ve yaşadığı zamana aittir. Yaşadığı zamanın ve mekanın bu sayede yöneticisi olur. Çünkü zaman ve mekan hakkında tespit hatası ve habersizlik her şeyini alt üst eder. Mekânından ve zamanından haberi olmayan adam namaz bile kılamaz. Kıbleyi tayin etmek için mekanı bilmek, hangi vakit namazı kılacağını karar vermek için zamanı bilmek zorundasın.

Bir diğer mesele, Türkiye saldırı altında. Kabul,doğru. 15 Temmuz’da darbeye bile teşebbüs ettiler. Kabul, doğru. DEAŞ bir yandan saldırıyor, PKK bir yandan saldırıyor. Kabul,doğru. Bütün her şeyimizi mahvettiler. Kabul, doğru. Siz ne zannediyorsunuz, bunları yenmemiz gerektiğini ve bitirmemiz gerektiğini mi zannediyorsunuz? Size kim böyle bir dünya hayal ettiyse yalan söylemiş. Size kim böyle bir dünya tarif ettiyse o da yalan söylemiş. İlk defa mı oluyor bunlar… 15 Temmuz’dan sonra ikinci darbe gelir mi? Niye ikinci diyorsun,15 Temmuz’un, ilk olduğunu kim sana söyledi, nereye göre sayıyorsun, 80’de darbe yok muydu, 61’de darbe yok muydu, Osmanlı’nın yıkılışında bir askeri darbe yok muydu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu bir askeri darbe değil miydi, Osmanlı’ya
saldırmadılar mı, Osmanlı’dan önce Anadolu Selçuklu’ya saldırmadılar mı, Melikşah’a saldırmadılar mı, Melikşah’tan önce Sultan Alparslan’a saldırmadılar mı, Endülüs’e gelmediler mi, Tarık bin Ziyad’a gelmediler mi, Selahaddin Eyyubi’ye gelmediler mi? Geldiler, geldiler, geldiler…

En başa git, peygamberimiz gelmediler mi?

Ambargo uygulamadılar mı, çadırlara gelip bu buranın yalancısıdır, mecnunudur, delisidir demediler mi? O yüzden bugün Fas’lılar Peygamber, haber getirici ile diğer anlamda mecnun ve deli diyorlar ‘Rasulullah’ kelimesine. Demek ki, bunlar başından beri geliyorlar. Demek ki, bunlar kıyamete kadar gelecekler.

Demek ki, mesele bunları yenmek değilmiş.

Mesele; bunlara direnip, yaşayıp gitmekmiş. Gençliğin acilen anlaması gereken bütün problemler için çözüm, kullar neticeden mesul değil, gayretten mesulmüş. Bütün kötülüklere rağmen gayret et. İyi olmaya gayret et, ibadet etmeye gayret et, hakkaniyetli davranmaya gayret et ve fırsatını bulursan, haksızlığa karşı hakkı haykıran onurlu bir isyankâr ol. O isyan onuru, ahlakı seni sen yapacak olan şeydir. Bugünkü gençlerin gayret ve netice paradoksunu anlayamamalarından sonra ikinci en büyük eksiklikleri bir isyan ahlakı olmamasıdır. Bizim onurlu öfkelerimiz vardı, Şerefli, asil, öfkelerimiz vardı. Biz asil öfkelerimize sahip çıka çıka yurt edindik her yeri. Sen asil öfkelerini yitirdiğin anda o batının son yüzyılda uydurduğu bütün palavraları hayat zanneder ve savrulur gidersin.

Bütün gençlere hep aynı soruyu sordum, bayrağın ne renk?

Cevap, kırmızı.

Cevap, doğru.

İçindeki beyazlar ne?

Cevap, ayyıldız.

Cevap, yanlış.

Sana ay diye öğrettiler bayrağını çocuğum. Ay dediğin nedir? Dünya’nın etrafında savrulup duran kuru bir taştır. Ay neyi temsil eder?
Dünyanın cazibesine kapılıp savrulup dönmeyi temsil eder. Ay nedir? Kupkuru olmaktır. Ne ayı, senin bayrağında ay may yok.

Senin bayrağında hilal var.

Senin bayrağındaki hilal, Hz. İbrahim’den beri mirastır.

Putlarınla problemim var, kırarım demektir.

Senin bayrağındaki hilal, Hz. İbrahim’den mirastır.

Adil düzeni kurmak için mücadele ederim, haberin olsun demektir.

Senin bayrağındaki sembol hilaldir ve sömürgeye karşı, haksızlığa karşı isyan ahlakıdır.

Senin bayrağında hilal vardır.
Selahaddin Eyyubi Kudüs’e girerken o hilalle girmiştir.

Tarık bin Ziyad Endülüs’ü feth ederken, gemileri yakarken o sancak vardı. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiğinde elinde o sancak vardı. Sen neyi reddediyorsun buna ay diyerek farkında mısın? Bütün aidiyetlerinden, bağlarından kopartılmışsın ve bugünkü gençlerin, hepimizin, hep birlikte psikolojik sağlığı bozuk. Çünkü tarih, bir toplumun psikolojik sağlığıdır. Tarih bilmeyenin psikolojik sağlığı bozuktur.

Kudüs, Halep, Bağdat, Musul, Kerkük…

5 şehire baktığınızda ilk anda zihninize hücum eden cümleler neler, paylaşmanız mümkün müdür?

Bir, haritasızlık. Haritalarını yitirmiş, başkaları tarafından çizilmiş haritaları dünya zanneden şuursuz insanlarız. İlki, haritasızlık, çünkü, bunların nereler olduğunu, asıl haritanın merkezlerinin buralar olduğunu, Bağdat, Kudüs, İstanbul, Medine, Mekke, Beyrut, Buhara bunlar dünyanın kalbinin haritasıydı. Sen dünyanın kalbini yitirmişsin ve sen İngiliz’in çizdiği çizgiyi dünyanın merkezi zannediyorsun. Bu şehirler dünyanın aklının, kalbinin haritasıdır.

Bu şehirler dünyanın ruhunun resmiydi. Sen bunu yitirdin. Greenwich’in ortasından geçen soğuk, keskin, merhametsiz bir çizgiyi dünyanın merkezi zannediyorsun.
O yüzden de bize doğu diyorsun onlara batı diyorsun. Çünkü dünyaya, Greenwich’ten bakıyorsun. Lonra’yı başkentin zannediyorsun. Hintliye soruyorsun; Japonya nerede? Uzak Doğu’da diyor. Kapı komşun senin ne uzağı ne doğusu. O Londra’ya uzak sana değil. Dünya’ya Londra’dan bakan haritasız, şuursuzluk.

Halbuki, bir müslüman genç doğu da Allah’ın batı da Allah’ın diye yola çıkmalıydı, aynı Alparslan gibi. Alparslan’ın çift başlı Kartal’ı vardı. Her feth ettiği yerin kapısına, onu koyardı. Kartalların kafasının biri doğuya biri batıya bakardı.

Dünyaya iki şey söylerdi.

Bir, doğu da Allah’ındır, Batı da. İki, ben doğu ya da hakimim batıya da.
Sen böyle bir nesilden geldin şimdi buraları yabancı memleket zannettiğin, biri Sykes, biri Picot, biri İngiliz biri Fransız, iki tane zırtapoz subayın çizdiği, şeytanın ayak izlerini, kutsal Misak-ı Milli zannediyorsun. Senin Misak-ı Milli diye çok saygı duyduğun şey, şeytanın ayak izleridir. Bu haritanın sınırlarından senin çocuklarının kanları sızıyor. Sen şuurunu arıyorsun, sen haritasızsın. Çünkü sen ilkokuldan berri sana dayatılan atlasta solunda Amerika sağında Rusya’nın olduğu iki kutuplu bir dünyaya inandın. Çünkü sen birinden birini tutmak zorunda hissettin kendini.

Çünkü sana dengeler öğrettiler. Çünkü sen zannediyorsun ki, uluslararası dengeler önemli bir şey. Çünkü sen bir öncü nesli yitirdin.

“Bütün dengeleriniz yerin dibine batsın” motivasyonunu yitirdin.

“Ben Allahtan başka hiç bir tanımıyorum” diyen gaza şuurundaki neslini yitirdin.

Siz uzun yıllar, filme, yapımcılığa, sanat ve sinemaya emek vermiş bir insansınız. Efsanevi dizi Diriliş Ertuğrul’a verilen ödül töreni sonrasında, Semih Kaplanoğlu’na yapılan ve tanımlanamayan bu cisim ve olguyu nasıl okumak gerekir? Hem “kültürel iktidar” tartışmaları bakımından, hem de Türkiye’nin sanat ve ideoloji serüveni açısından, neler söylemek istersiniz?

Bir, Meltem Cumbul’un benim hayatımda hiç yeri yok. Bana verdiği bir emek yok. Onun ürettiği sanat, her neyse, her ne zıkkımsa ondan şu ana kadar hiç faydalanmadım. Bana hiç ilham olmadı. Beni hiç eğlendirmedi. Bana herhangi bir şey söylemedi. Onun çektiği, yaptığı, ettiği hiçbir şeyi ne izledim ne de okudum. Dolayısıyla, üzerimde hiçbir hakkı yok. Benim gelişmemde, ilerlememde hiçbir faydası da yok. Benim gelişmemde hiçbir faydası olmayan, benim üzerimde hiç hakkı olmayan birinden bahsediyoruz .Adaletli olmak lazım, zannediyorum ki benim de onun üzerinde hiçbir hakkım yok. Ne onun bana hakkı geçti ne de benim ona bir hakkım geçti. Kendimi Meltem Cumbul’a karşı borçlu hissetmiyorum. O meseleyi gördüğüm anda aklımda şu oluştu, zaten ben olayın oluşumunu da bilmiyorum, benim Adana’da bir film festivali olduğundan haberim bile yoktu. Bu film festivalini kim düzenledi bilmiyorum, niye düzenledi bilmiyorum, Semih hoca ödül almış, hangi filmde almış onu da bilmiyorum, ödülü kim vermiş bilmiyorum, jüri kim onu da bilmiyorum. Benim hiç haberim olmayan, ilgilenmediğim bir mevzudan bahsediyoruz. Daha da ötesi, umurumda da değiller. Yani ne Semih Kaplanoğlu umurumda ne de Meltem umurumda. Meltem de Semih’te ve onun yaptıkları da benim umurumda değil. Benim hayatımda yerleri yok onların, karşılıkları da yok. Yani,benim hayatımda, evimde, düşünce dünyamda hiçbir karşılıkları yok. Semih öldüğünde bir gün, ben hayattaysam, bende hiçbir boşluk oluşmaz. Meltem öldüğünde bende yine bir boşluk oluşmaz. Hiçbir şekilde aramam, eksikliklerini hissetmem. Ne kendilerinin ne yaptıkları bir şeyin. Hayatımda hiçbir Semih Kaplanoğlu filmi izlemedim. Çocukluğumda belki Meltem Cumbul dizisine denk gelmişimdir. O bana emek vermek değil, bana borçlu olmaktır. Çünkü, dizi dediğin ailede zamanı çalmaktır. Buna rağmen Meltem Cumbul’un yaptığı kabalığı şöyle görüyorum: Sanat dünyasının solcu, muhalif bilmem ne denen boğucu bir azınlığı var, onlar insanları boğmaya yönelik azgın bir azınlıktır. Kendilerinden olmayan herkesi boğarlar.

Kendilerinden olmayan hiçbir kimseye hayat hakkı tanımazlar, kendilerinden olmayan herkese iftira ederler, kendilerinden olmayan herkesi aşağılarlar, kendinden olmayan herkesi öldürmeye niyetlidirler ve inanıyorum ki, Meltem Cumbul denilen tayfanın elindeki imkan dahilindeki fırsat onunla tokalaşmama kabalığıydı. Eğer öldürme fırsatı olsaydı ellerinde öldürürlerdi. Suçlu ilan edilmeyeceklerini bilseler, yargılanmayacaklarını bilseler, dünyanın yönetimi onların elinde olsaydı, Semih Kaplanoğlu’nun elini sıkmamak yerine, onu orda boğmayı tercih ederlerdi. Böyle insanlardan bahsediyoruz. Son cümle, Meltem Cumbul zaten şu anda bir ölüydü ve bu hareketle aynı o dahil olduğu sanat dünyasının zombi fikri gibi yarı ölü şekilde dirilme mücadelesi veriyor. Bunların hepsi doktor Frankenstein, müdahaleleri ölü birine böyle acı verici, dehşet uyandırıcı, rezil müdahalelerle hayata döndürme çabasıdır. Meltem Cumbul, belki geri dirilirim diye kendine elektrik şoku vermiştir sahnede, ama diriltmemek lazım.

Diriliş Postası, her Pazar, gazete formatının çok dışında bir format, manşet ve ilk sayfayla çıkıyor okurunun karşısına. Sizin de, haftanın 6 gününü, sırf Pazar manşetlerinizi, kapaklarınızı çıkarmak için beklediğinizi duyuyoruz. Öyle mi gerçekten?

Sahiden, tam sayfa manifesto çağrı, davet ve fotoğraflarla çıkan Pazar sayılarınız, okurunuz tarafından nasıl karşılanıyor?

Diriliş Postası alışılmış gazete formatının dışında bir format, gazete formatı diye bir format yok, doğrusu alışılmış gazete formatı demek lazım. Çünkü, bugünkü gazete formatı dediğin şeyin ortaya çıkışı Fransa’da vergiler gazetelerde sayfa başına arttırıldığı diye ortaya çıkmış bir formattan bahsediyoruz.

Şöyle anlatırım, hiç gazete bilmesen, hayatın boyunca gazeteden haberin olmasa. Gel kardeşim senle gazete diye bir şey çıkaracağız desem, dünyada hiç gazete yok ilk gazeteyi biz yapacağız desem, öyle düşün, gel bakalım gazete çıkaracağı. Gazete nedir diye sorsalar, haberler, günlük olaylar, gelişmeler, fikirler filan yayınlayacağız ve bunları her sabah insanlara dağıtacağız, bir kaç sayfa olacak, sen şimdi bir ölçü belirle desem bugünkü ölçüyü belirler misin?

Manyak mısın, bu kadar büyük bir şeyi, adamın iki kolunu açsa bile tam açamıyor yani, bu delilik değil mi, bu rezalet değil mi? Bu ölçü ve o şekil, şema ve içindeki biçim neden ortaya çıktı biliyor musun? Fransa kralı; “Gazetelerden bundan sonra sayfa başına vergi alıyorum “dedi. Gazeteler aslında A4 kağıdı boyutundaydı, gazete patronları az vergi ödeyebilmek için dört sayfayı birleştirelim, bir sayfa bastılar ki vergiyi dörtte bir ödesinler ve böylece bugünkü gazete formatı ortaya çıktı.

Bugünkü gazetenin şekli de haberleri yazma biçimi de, haberleri yazma dili de hepsi uyduruk. Muhabir dili diye bir şey var. Kim uydurdu bunu, sen niye yerine kural koyamıyorsun? Haber dili diye bir şey var kim uydurdu bunu? Ben baktım bu haber dili denilen şeye çoğu eskimiş saçma sapan kurallar ama alışıldığı için devam ediyor. Ben de her pazar o alışılmış gazete dili,o alışılmış gazete şemali, o alışılmış gazete şeklinin dışına çıkıp, bir fikri olduğu gibi birazcık dergiye benzeyen birazcık sinemaya benzeyen, kendi içinde dengesi olan bir şekilde vermeye çalışıyorum ve her şeyden öte bunu çok eğlenceli buluyorum. Bu kadar basit. Böyle gazete mi olur kardeşim tek bir konu, tek bir fotoğraf ile çıkıyorsun demedi hiçbir kimse bana. Her şeyi değiştirebilirsin, korkma, sana hiçbir kimse bir şey demeyecek.

Sosyal medya adeta kendi evrenini oluşturdu, kurallarını koydu, adeta yeni bir insan tipi üretti. Böyle bir ahval ve şeraitte, bir anda, “tarihi” ve radikal bir karar vererek twitter’dan ve ekranlardan çekildiniz. Özel değilse, “yeni hayat”ınız nasıl, herkese önerir misiniz, bu nasıl bir dünyadır?

 

Birinci problem şuydu; ben kendi kendimden bıkmıştım. Ekrandaki kendi kendimden bıktım, başkası nasıl bıkmadı hayret ediyorum yani. İkincisi, medyada herkes her şeyi biliyor. Ben çoğu kez hayranlıkla bu kadar şeyi nasıl biliyorlar ve niye hiçbir şey bilmiyorum diyemiyorlar çok şaşırıyorum. Ben son zamanlarda çok defa bilmiyorum demeye başlamıştım. Ekrandaki yorumcuların hemen hemen hepsinin hiç dokunmadıkları coğrafyalar, hiç yanlarına gitmedikleri, tanışmadıkları Müslümanlar hakkında konuşmaları benim zoruma gidiyordu. Çoğu kez sorardım televizyonların reklam aralarında; özür dilerim, Mısır ile ilgili konuşuyorsunuz, hayatınızda hiç Mısır’a gittiniz mi? Cevap, hayır. Bir kelime Arapça biliyor musunuz? Cevap, hayır. Ama siz Mısır devrimini anlatıyorsunuz, bu nasıl olabilir.
Çünkü anlattığınız her şeyi İngilizlerden ezberlediniz. İngilizler oraya gidiyor dokunuyor sonra orayı kendi kafalarına göre hayal ediyorlar. Sonra hayal ettiklerini düşünce kuruluşları, kitaplar vb. yazıp çiziyorlar ve benim ülkemde yaşayan vatandaşım onu okuyor ezberliyor, İngilizin ağzından Mısır tarif ediyor bana. Bu coğrafya hakkında bilgiyi nerden öğrendin, medyadan yani İngilizlerden öğrendin. Şimdi bana niye İngilizlerin sözcülüğünü yapıyorsun. Bu benim kaldırabileceğim bir şey değil ve ben bu çarkın içinde olmak istemiyorum artık. Ayrıca, ben niye kitleye ulaşmak zorundayım, niye öyle bir derdim olsun yani, kimim yani ben, ne söyleyebilirim bu kadar önemli. Açık konuşayım, benim söyleyebileceklerim hiç öyle mübarek sözler değil. Bu yüzden, çok kitlenin karşısında olmak istemiyorum, bilakis o kitle iletişimi denen şeyden azıcık uzakta durmam gerekiyor. Twitter, sosyal medya saçma sapan tahakküm dönüyor orada. Yazdığım her şeyin hesabını vermek zorundayım.

Normal şartlar altında gözümün içine bakamayacak, benimle on dakika uzun uzun konuşamayacak bir adam sürekli benim yaptığım şeyi, “onu diyorsun ama bunu da sıkıyorsa de” diyor…

O şey hakkında ben yirmi tane yazı yazmışım. Bütün geçmiş tarihim okuma, inceleme, araştırma, eleştiri tarihimin tek tek raporunu mu sunacağım sana?

Ayrıca üç kişi de değilsiniz hepinizle ayrı ayrı uğraşamam. Dolayısıyla, sosyal medya filan saçmalık. Her çağın kendi sakat nesli de vardır öncül nesli de. Kendi kahraman nesli de vardır hasta nesli de vardır. Bu Roma’da da böyleydi, Osmanlı’da da böyleydi. Şimdi böyle bir nesil olma ihtimali hep dünyada var ama banane, ben kimim ki halife miyim, bütün bu insanlar onları kurtarayım diye beni mi seçtiler, o anlamda, bana ne yani. Kendi hastalıklarınız ile uğraşalım, kitle mitle umurumda değil hoşuma giderse ben bile katılabilirim o furyaya. Söylemeye çalıştığım şey şu. Bi ara MSN vardı, “MSN’siz adam mı olunur” denirdi, şimdi kimsenin msn’si yok. Twitter filan bitecek, yerine başka şeyler gelecek ve bu iş böyle sürüp gidecek. Osmanlı’da da başka bir şey varmış ama fikir hiç değişmiyor. Temelde gıybet vardır ve gıybet haramdır. İnsanın etini yemek gibidir. Gıybeti istersen Osmanlı’da bir kahvede yap, istersen Roma’nın meclisinde yap, istersen Twitter’a yazarak yap. Hepsi gıybet, hepsi haram. Mesele budur.