Röportaj

“Biz tüm seçimlerimizde cüzi irade ile birlikte külli iradeyi de hesaba katarız”

X,Y ve Z kuşakları ile ilgili olarak daha önce birçok şey duymuş olabilirsiniz.  Bilinen bir gerçek var ki her kuşaktan insanlar daima kendi nesillerini savunurlar. Bu üç kuşak arasında görüş ayrılığından ve kendi neslinin özelliklerinden dolayı kuşaklar arası çatışmalar da yaşanmaktadır. Tüm bu çatışmalara rağmen asıl önemli olan müşterek hayat deneyimleri ve birbirlerine olan saygı, sevgileridir.

X, Y ve Z kuşakları doğum yıllarına göre sınıflandırılıyor. Teknoloji, sosyal çevre ve iş yaşamındaki değişikliklerden dolayı farklı yıllarda doğan bireylerin, fikirlerinde ve dünya görüşünde de büyük farklılıklar ortaya çıkıyor. Biz de 5’te 5 röportaj serimizde kuşaklar arasındaki tecrübeleri, deneyimleri, bakış açılarını, dünya görüşlerini ortaya çıkarmak ve okuyucuya hislerini yansıtmak için iki farklı kuşağa aynı 5 soruyu sorup gelen cevaplara odaklanıyoruz.

Abdulkadir Macit: 1982 Ankara doğumluyum. 2004’te Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldum. Ardından master ve doktora eğitimimi aynı üniversitede tamamladım. MEB’de öğretmenlik yaptım. Muhtelif STK’larda görevler üstlendim. Halihazırda ana mecramız olan İlmi Etüdler Derneği’nde (İLEM) yönetici olarak ve üniversitede akademisyen olarak ilmi çalışmalara devam ediyorum.

Ali Altunkaya: 1993’de İstanbul’da doğdum. 2011 Yılında Halil Akkanat Fen Lisesi’nden 2015 yılında ise Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldum. Gençlik çalışmalarında, çeşitli STK ve vakıflarda görevlerde bulundum. Madde bağımlılığı konusunda bağımlı danışmanlığı ve mentörlük yaptım. Eğitim danışmanlığı, hayat koçluğu, gençlik liderliği vb. toplum mühendisliği çalışmalarıma devam ediyorum.

Türkiye’deki yaygın ismiyle “sosyal medya” ancak en doğru kullanımıyla “yeni medya” , tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de büyük ilgi gördü. Web 2.0 teknolojisinin gelişmesiyle beraber internette yayın yapan haber siteleri, insanların sosyalleşmesine yeni bir anlam katan sosyal medya araçları, günü beraber geçirdiğimiz mesajlaşma programları ve hayatımızın olmazsa olmazı yeni medya platformları insanların hayatında önemli değişikliklere neden oldu. Bu değişiklikler geçmişimizden neleri götürdü, bize neler kattı… Gençlik ve çocukluk döneminizi odak noktası olarak alırsanız size göre – öznel olarak- ruhsal, bedensel; sosyal, siyasal; çevresel, küresel anlamda teknoloji neleri değiştirdi?

Abdulkadir Macit: Hayat serüvenimiz devam ettikçe öğrendiğim en önemli hususlardan birisi itidali elden bırakmamak oldu. Bir diğeri ise yeni olan şeylere karşı onu hesaba katarak yaşamak. Yani değişim ve dönüşümleri dikkate almak. İtidalli olmak muhatap olduğunuz şeylere karşı aşırıya kaçmamayı; yeni olan şeyler de kendinizi muhasebe ederek bulunduğunuz hali aşmayı insana katıyor. Şüphesiz yeni medya araçları hayatımızda çok esaslı değişimleri beraberinde getirdi. Bunu öncesinde öngörebilmek ve sağlıklı bir şekilde hayatımıza yansıtmak gerekliydi. Dahası bu yeni medya araçlarını kendimizin geliştirdiği bir sürece eriştirmemiz gerekiyordu. Bunu ne kadar başardık sorusunun cevabı arzu edilir düzeyde olmasa da buna dair bir dikkatimizin olduğunu düşünüyorum. Ve bu beni heyecanlandırıyor ve dinamik tutuyor. Bu yüzden genç nesillerimizi bu perspektif ve vizyon ile yetiştirmemizin çok zaruri olduğuna inanıyorum. Zira bunu başaramadığımız sürece bu araçlar üzerinden bize takdim edilen anlam dünyası içerisinde yaşamak zorunda kalacağız. Bugün iletişimin bu kadar yaygın ve kolay olduğu bir çağda bu araçlar ile dinimizi ve derdimizi insanlığa ulaştıracağımız bir imkan ile de yüz yüzeyiz demektir. Ancak niyeti bu şekilde tutmayıp, araçları bu uğurda kullanmadığımızda bizi savuracak çok ciddi bir sektör ile tehdit altında olduğumuzu dikkatten kaçırmamamız gerekmektedir. Netice itibariyle bu araçları itidal içerisinde, hayrın yaygınlaşması şerrin izale edilmesi maksadıyla kullanmak hatta yönetmek hususunda çok stratejik adımlar atmalıyız.

Ali Altunkaya: Y neslinden biri olarak mahalle ve sokak oyunlarına aşina olan bir çocukluk geçirdim elhamdülillah. Önce saklambaç, sonra atari ve son olarak playstation ile oyun oynamayı tanıyan bir nesildik.  Daha sonra lise dönemlerimizde cep telefonları ve ardından gelen facebook, instgram gibi sosyal medya araçları ile hızlıca bir tanışma yaptık. Bu durum bizi oldukça etkilese de özellikle bizden sonraki Z kuşağını o kadar etkilemiş olacak ki; çocuklarını sokaklardan evlere sokamayan annelerimiz, şimdilerde çocukların hep evde olmasından, sosyalleşmemesinden, oyunlardan ve spordan uzak kalmasından şikâyetçi. Haliyle vakitlerinin neredeyse %80 ini Youtube, Instagram ve Tik Tok gibi platformlarda geçiren genç nesil; kişisel gelişimini, bilişsel öğretilerini, akli melekelerini, sosyal ve kültürel bilinçlenmesini gece gündüz takip ettiği, her anından haberdar olduğu ve çoğu zaman ahlakın, ailenin ve olguların ayaklar altına alındığı bir fenomenin yayınlarına bırakabiliyor. Bu durum kendi değer yargılarını oluştururken takip ettiği fenomeni esas alarak oluşturmasına ve rol modelinin takip ettiği kişi olmasına neden oluyor. Genç nesil böylece aile ve toplum gerçeklerinden, kültür ve değerlerinden hızlıca uzaklaşıyor. Bu oldukça uzun bir bahis ama özetle medya okuryazarlığının genç nesil ile daha fazla tanıştırılmasını ve sosyal medya platformlarının denetlenebilirliğinin oldukça önemli olduğunu düşünenlerden birisiyim diyelim. İnternet ve akıllı telefonlar ile birlikte iyice hayatımıza yerleşen ve hatta hayatımızın bir parçası haline gelen yeni medya ise bir araç gibi kullanıldığında bizler için faydalı iken amaç haline geldiğinde işler çığırından çıkmaya başlıyor. İnsanların haber alması için var olan bu nimet, dikkatli kullanılmadığında zamanla insanları kullanan bir felakete dönüşebiliyor ne yazık ki. Globalleşmenin, sekülerizmin ve pragmatizmin; insani değer ve yargıların önüne geçtiği bu zamanda yeni medya teyitsiz, kaynaksız ve ispatsız paylaşımlara ve yalan haberlere oldukça maruz kaldığımız bir alan haline dönüşebiliyor ne yazık ki.

Türk futbolunda bir kargaşa var. Her takım birbirini UEFA’ya, dünyaya şikayet eder oldu. Bir futbolcu rakip takıma transfer olunca taraftarlar tarafından hain ilan ediliyor, futbolcuya düşman oluyorlar. Takımlar, rakip takımın her galibiyetine bir şüpheyle bakıyor ve rakip takımın hakemler tarafından kollandığını savunuyorlar. Bir futbol kulübü iyi birkaç transfer yaptığında rakip takımlar, bu paranın suyu nereden geliyor, diyerek kulübü dünyaya şikayet ediyorlar. Geçmişte, hatırlatığınız kadarıyla, takımları arasında nasıl bir rekabet vardı, takımlar ve futbolcular arası ilişkiler nasıldı, Türk futbolunun geçmişi ve bugünü hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Abdulkadir Macit: Futbolu aktif olarak takip eden birisi değilim. Yani hangi takım kiminle karşılaşıyor, kim galip geliyor, kim mağlup oluyor, kim kimi tranfer ediyor, bonservisi ne kadar ödüyor vs. hususlarında aktif bir takipçi değilim. Ancak futbolun bir takım oyunu olduğunu hesaba katarak futbolun felsefesine dair ciddi bir kanaat sahibi olmaya çalışıyorum. Futbol nasılki bir takım oyunu ise hayatın kendisinin de bir takım oyunu olduğunu düşünüyorum. Esasen işyerlerimizden sivil toplum kuruluşlarına kadar her yer bir takım oyunu içerisindedir. Takım oyuncuları bir kurallar sistematiğinde paslaşmak, yerlerini bilmek ve yerlerinin hakkını vermek, gerektiğinde diğer oyuncuların yerine destek vermek, ortak bir hedef (gol) uğruna bir arada oynamak  zorundadır. Böyle olduğunda takım ruhu ortaya çıkar ve hedeflenen başarılar belirli zaman dilimi içerisinde gerçekleştirilir. Bu süreç elbette mahalle maçlarından ulusal düzeye ve ulaslararası düzeye doğru taşındıkça daha bir ciddiyet, sıkı idman ve organizasyon gerektirir. Türk futbolu da geçmişten bugüne uluslararası arenada daha bir görünür olma adımları attığı için bu ciddiyeti, idmanı ve organizasyonu çok daha iyi bir noktaya taşımak durumundadır. Bu hususta da bir önceki soru ile bağlantılı söyleyecek olursak Türk futbolu uluslararası düzeydeki teknikleri ve gelişmeleri takip ederek, onlardan istifade ederek ancak kendi özgünlüğü ile yeni olan şeyleri harmanlayarak bunu başarabilirse itidal burada da yakalanmış olur sanırım. Ayrıca Türkiye’deki futbol sektörü futbolu daha ulvi gayeler yolunda insanlığın, kardeşliğin, erdemin ve dostluğun bir takım oyununa dönüştürebilirse ne ala…

Ali Altunkaya: Tarih boyunca çocuk yaşlarda başlayan futbol sevgisi bir şekilde, ister kabullenelim ister kabullenmeyelim babadan oğullara aktarım şeklinde olmuştur. Yalnız biri hariç; çünkü herkes bilir ki “Beşiktaşlı olunmaz Beşiktaşlı doğulur…” Bizimki de öyle oldu diyelim. Babam koyu bir Beşiktaş taraftarı olmasına rağmen beraber büyüdüğümüz ikiz kardeşim ve beni bir an olsun zorlamamış bu konuda. Kardeşim Galatasaray’ı seçerken bende Beşiktaşlı olarak doğmuşum böylece. Oysa ben babam kadar sabırlı olamadım bu konuda. Geçtiğimiz aylarda dünyaya gelen oğluma Beşiktaş formasını giydirirken ki heyecanımı asla unutamam. Eşim ile evlenirken de öyle oldu. Ben sadece milli takımı seçerim diyen hayat arkadaşımı zorla Beşiktaş maçına götürdüğüm anı hala hatırlarım mesela… Bir yandan amigolar bağırıyor, bir yandan tüm stat şiirler okuyup tezahüratlar yapıyordu. O an ona baktım, o ise şaşkın şaşkın etrafına bakıp gülümsüyordu. Tam o sırada güzel bir tezahürat gelmişti: “Sevemez kimse seniiiii, benim sevdiğim kadaaaar”

Renkli hayatımızın siyah beyaz filmini, Beşiktaş tribününde izlemiştik beraber. Geçmişte takımlar arasındaki rekabete ve futbolcular arası ilişkilere bakınca ise aklıma hep Baba Hakkı gelir. Baba Hakkı, maç sırasında bir haksızlık olduğunda hakemin onun yanına gidip “ne dersin Hakkı” diye soracağı kadar dürüst, tribünden yapılan küfürlü tezahüratı tek eliyle susturacak kadar lider, rakip takıma atılan golü öncesinde faul yaptım diyerek iptal ettirecek kadar cömert bir futbolcuydu. Aynı zamanda Siyah Beyazlı kulübe uzun yıllar hizmet edecek kadar Beşiktaşlıydı. Ancak bir maçta taraftar kendisini ıslıklayınca “Bu formayı bana taraftar giydirdi. Şimdi onlar isteyince de çıkarırım” deyip, o an futbolu bırakacak kadar da onurluydu. 2012 yılında Beşiktaş’ın olağanüstü kongresinde oy zarflarının birinin içerisinde Baba Hakkı’nın Süleyman Seba’nın alnını öperken çekilmiş fotoğrafının altında “bana çocukluğumun Beşiktaş’ını geri verin” diye yazılı bir kâğıt çıktıysa bu Hakkı Yeten’in babalığındandır. Bence günümüz futbolunun unuttuğu bir şey bu. Baba gibi olan futbolcu, cefa çeken kulüp başkanları, yenilgiye sabreden taraftar, var gücü ile koşturan istekli bir takım artık çok uzaklarda…

Bir şeyin orijinaline sahip olabilseniz, o ne olurdu, neden? Örneğin, Ömer Muhtar’ın gözlüğü, Sultan Abdülhamit’in bastonu…

Abdulkadir Macit: Enteresan bir soru. Aslında bu soruya muhatap olunca bir şeyin orjinaline sahip olmanın gerekli ve faydalı olup olmadığını sordum kendime? Bir antikacı değilim ama tarihi önem arzeden eserlere sahip olmanın anlam dünyamızı besleyebileceğini düşündüm. Ülemanın elinden çıkmış olan yazma eserlere sahip olmak değerli olurdu sanırım. Çünkü bunlar, üzerinde uğraş verdiğimiz ilmi çalışmalarda bizden öncekiler ile bağı daha güçlü kurmamızı sağlardı. Diğer taraftan yine önemli şahısların sanat eserlerine sahip olmak medeniyet perspektifimizi daha bir güçlendirirdi. Bu aynı zamanda tarihi arka planda idraki, aidiyeti sağlar ve insanlık tarihindeki yerinizi ve sorumluluğunuzu daha ciddi hatırlatırdı. Hususen bir tarihçi olarak Hz. Adem’in ilk insan olarak yeryüzündeki tecrübesinden günümüze kadar gelen bir insanlık tarihine daha derin ve yakından vakıf olacak bilgiye ve materyale sahip olmak isterdim. Böyle bir bilgi ve materyalin insanlık tarih yazımına ve bakışına katkı sağlayacağını düşündüm.

Ali Altunkaya: Mücadele içerinde geçen bir ömrün son sahnelerinde, bir sabah namazına giderken işgalci İsrail askerlerinin füzesi ile şehit olan Şeyh Ahmet Yasin’in tekerlekli sandalyesine sahip olmayı ne çok isterdim.  Onun onurlu duruşuna, bir an olsun yılmayışına, azmine ve şehadetine şahit olmuş bir tekerlekli sandalye kim bilir benim bu küçücük hayatımda sahip olduğum en büyük şey olurdu doğrusu.  Bugün tekerlekli sandalyelerimiz benzemez belki ama ömrümüz onunkine benzesin inşallah diye dua ederim. Ruhu şad olsun.

Birisi size bayram hediyesi alacak olsa veya önemli bir gün hediyesi alacak olsa, hediye olarak ne isterdiniz ve bu hediyenin sizdeki anlamı nedir?

Abdulkadir Macit: Hediyenin “ne”liğinden ziyade “kendisi”nin çok daha makbul olduğunu düşünüyorum. Elbette hediyenin de muhatabın ihtiyaçlarını dikkate alan bir hassasiyetle alınması önemlidir. Bir çocuk ile yetişkin, erkek ile kadın, öğrenci ile hocanın arasındaki farkı hesaba katmak gerekir. Ayrıca hediyenin maddi ve manevi olarak hepsini kuşatan bir genişlikte olması kıymetlidir. Bayramlarda veya önemli günlerde bir hatırlanma, aranma ve ziyaret manevi hediye olarak çok büyük anlam taşımaktadır. Bir evladın anne babasını, öğrencinin hocasını, küçüğün büyüğünü vs. bu şekilde manevi hediyeler ile muhatap kılması ne kadar güzeldir. Bunu yaparken maddi hediyeleri de yanına yoldaş kılmak ise güzelliğin katmerlenmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla hediyeyi çok geniş bir alanda değerlendirmek ve sürekli hediyeleşmek, hediyeleşmeyi hayatın bir rutini haline getirmek gerektiğini düşünüyorum.

Ali Altunkaya: Hayatım boyunca en anlamlı ve en güzel hediyenin hep kitaplar olacağını düşünmüşümdür. Ta ki biraz büyüyüp İslam coğrafyalarımızı adımlayana ve dünyayı tanımaya başlayıncaya kadar. Sanırım Ortadoğu’da herhangi bir ülkeye gitmek üzere olan bir uçak bileti benim için hiç de fena bir hediye olmazdı. Tabi dönüş bileti olmaması şartıyla.

Size bir seçim hakkı verilse ve ömür boyu sadece o şehirde yaşayacaksınız dense hangi şehirde kimlerle beraber yaşamak isterdiniz?

Abdulkadir Macit: Biz tüm seçimlerimizde cüzi irade ile birlikte külli iradeyi de hesaba katarız. Bu doğduğumuz, doyduğumuz ve yaşadığımız şehir için de geçerlidir. Doğduğumuz şehri mamur etmek her doğan insanın sorumluluğundadır. Kanaatimce doğduğu şehri imar etmek başlıca sorumluluktur. Bu sorumluluk doğduğun yerden genişleyerek tüm dünya şehirlerine yayılan bir genişlik vizyonuna da sahip olmalıdır. Bu vizyon ile yaşadığınız şehirdeki faaliyetlerinizin diğer tüm şehirlere yayılan bir cihetinin olduğu unutulmamalıdır. Nasıl ki kendi şehrini mamur etmeden başka şehirleri mamur etmeye kalkışmak eksiklik ise kendi şehrini mamur etme çabasında iken diğer şehirleri hesaba katmamak da bir o kadar eksikliktir. Sorunuza cevap olarak söyleyecek olursam ömür boyu yaşamak istediğim şehir İstanbul, İstanbul’da beraber yaşamak istediklerim ise bu idrak ve gayeye sahip insanlardır. İnanıyorum ki İstanbul’u imar ettikçe Kudüs’ü, Bosna’yı, Mekke’yi, Keşmir’i dahası New York’u, Washington’u, Prag’ı inşa etmeye devam ediyor olacağız. Unutmayalım ki bulunduğumuz şehri ne kadar mamur kılarsak tüm şehirlerin mamurluğuna katkı vermiş oluruz. Vesselam.

Ali Altunkaya: Kudüs’te yaşamayı çok ama çok isterdim. Kudüs’te; mücadelenin tam da ortasında, gökyüzü ve yeryüzünün tam da merkezinde bulunmayı tercih ederdim. Oldukça kadim bir şehirde, güzel dostlar ile beraber olmayı dilerdim. İlk olarak Neşet Babayı mutlaka götürürdüm. Sonrasında kesinlikle Taha Kılınç ağabeyi ve bir de İbrahim Kalın hocamızı yanımıza alırdık. İbrahim hoca bol bol anlatırdı; kendi gök kubbemizi ve medeniyet serencamımızı. Devamlı ondan bir şeyler öğrenmeye kendimi geliştirmeye devam ederdim. Neşet baba ise türküleri ile kalplere dokunur, belki insan olmayı hatırlatıp zulmü bile durdurabilirdi. Taha ağabey ile de bol bol gezerdim. Zira yoldaş o olduğu için, yolda yormazdı, hoş sohbetinin yanından bir an olsun ayrılmazdım. Kim bilir belki bu vesileyle İbraniceyi de öğrenebilirdim.