Portre

Ne korunaklı ne konforlu ne de müzakereci: Wallerstein

İnsan yaşadığı, tecrübe ettiği çağı bir yanıyla mutlaklaştırma eğilimindeyken diğer bir yanıyla da onu nostaljikleştirme eğilimindedir. Ancak bu iki veçheli eğilime bir üçüncüsünü daha eklememiz gerek: hayatın sürekli daha iyiye, daha gelişmişe ve daha ‘mükemmel’e doğru gittiği zehabı. İlk ikisinden farklı olarak, bu üçüncüsünün vatandaş yaratma süreçlerinin neticesinde ortaya çıktığı, daha doğru ifadeyle, öğretildiği aşikardır. Modern olanın ilkelden başlayan bir sürecin nihai noktası olduğu kabulünden başkasını kastetmiyorum. Bu anlatının daha kompleks, akademik ve sosyo-politik ifadesi bir dönem şuydu: Modernleşme Paradigması.

Modernleşme Paradigması’na Çelme: Dünya Sistemi

Modernleşme Paradigması daha çok siyaset biliminin özellikle 60’lardaki ana akım Amerikan akademik çevrelerince üretilen ve revaç bulan bir yaklaşım. Temel kabulü, mevcut modern toplumların –siz bunu Batı Uygarlığı olarak okuyun- politik, ekonomik ve kültürel seviyelerine varmak isteyen her toplumun, ancak Batı’nın geçtiği süreçlerden geçerek modernleşebileceğiydi. Her ne kadar 60’larda revaç bulduğunu söylesek de bu sizi aldatmasın. Ekonomik ve politik güç ilişkilerini göz ardı ederek naif bir yol haritası sunan Modernleşme Paradigması, biz farkında olmasak da akademik üretimlerden gündelik söylemlerimize kadar birçok şekilde hayatımıza nüfuz etmiş durumda. Söz gelimi ‘gelişmekte olan ülkeler’ tabiri bir anlamıyla gündelik diyaloğu kolaylaştırırken diğer yanıyla gelişmiş olanı –ki bu gelişmenin mahiyetinin ne olduğunu tartışma dışı bırakarak- mutlaklaştırıp rehber kılmaktadır. Liberal kalkınmacılık ve ilerlemecilik anlayışının merkezî olduğu bu paradigma, Batı-dışı tüm toplumlara Batı’nın dünükendilerinin yarını olarak kabul ettirmenin bilimsel-estetik tarzını temsil etmektedir. Walter Rostow, W.A. Lewis, Talcott Parsons ve Daniel Lerner’ın sosyo-politik çalışmaları bu paradigma çerçevesinde üretilen metinlerdir. Hatta 11 Eylül sonrası Müslümanların daha fazla gündemine gelen, ancak 60-70’lerde karşılaştırmalı siyaset vb. sahalarda akademik çalışmaları olan meşhur S. Hungtinton da bu isimlere eklenebilir. Peki gerçekten modernleşme olgusu bu kadar naif mi? Rehberlerin iddiası doğru mu? Herkes Batı’nın dün yaşadığını yarını için elzem gördüğünde bitecek mi bu kültürler/gelenekler/medeniyetler/dinler arası stres?

Tarihsel döngünün merkez ve çevresi

Immanuel Wallerstein, yukarıdaki soruların bizi davet ettiği güzergahta epey yol almış biri olarak çok net cevap vermektedir: Hayır! Biraz açalım… Kapitalizmin başlangıcını XIV. yüzyıla kadar geri götüren Wallerstein, onu bir dünya sistemi olarak okuma eğilimindedir. Klasik, feodalizmden burjuva devrimine ve oradan da kapitalist sisteme giden anlatıyı biraz esneterek, tarihselliğini ve kritik noktalarını farklı okuyarak yapıyor bunu. Söz gelimi Wallerstein için aynı tarihsel momentte farklı sistemler ve üretim tarzları yoktur; aynı küresel sistemin –kısmen iş bölümünü andıran- farklı veçheleri ve üretim uzmanlaşmaları vardır. Bu bağlamda onun dillere pelesenk olan Merkez-Çevre analizine değinmek gerek.

Andre Gunder Frank

Önce şunun tefrik edilmesi lazım: Wallerstein’da bir merkez-çevre dikotomisi söz konusu değildir. Andre Gunder Frank’ın Metropol-Uydu dikotomisi çerçevesinde, gelişmiş ülkeler (metropol) ile gelişmekte olan ülkeler (uydu) arasındaki kapitalist ilişkiyi analiz etme biçimi Wallerstein ile karıştırılır çoğunlukla. Bağımlılık teorisi kontekstinde, temelde küresel kapitalist sistemin kurduğu hegemonik yapıya getirilen eleştiri birçok ortak noktayı paylaşsa da, ciddi nüanslar yok değil. Hem Wallerstein hem de Frank, aslında modernleşme paradigmasıyla batı-dışı dünyanın Batı’nın hegemonyasına gönüllü bir şekilde dahil olduğunu dile getirmektedir. Bununla da kalmayıp, sürekli Batı’yı takip etme kaderi, onları hiçbir zaman bitiremeyecekleri bir koşuya şartlamaktadır. Zira Batı’ın dünü, Batı-dışı dünyanın yarını olarak sabitlenmektedir.

Batı ile Batı-dışı dünya arasındaki kapatılmaya çalışılan –ekonomik, politik, askeri sermaye- mesafe hiçbir zaman kapatılamayacaktır. Olduğu varsayılan gelişme/ilerleme sadece Batı-dışı dünya için değil, Batı için de söz konusu olduğundan, uydu ülkelerin ilerleme/gelişme adımları/politikaları metropol ülkelerininki yanında hep zayıf kalacaktır. Gelişme rüyası gören uydu ülkeleri bu kısır döngüye kapılıp kalmış durumdadır. Bu noktada Wallerstein’ın Frank’tan farkı temayüz ediyor.

Geçişi mümkün kılan rüya

Wallerstein kendi dünya sistemi teorisini Çevre (periphery), Yarı-çevre (semi-periphery) ve Merkez (core) olarak üç kategorik yapı olarak kurmaktadır. Bu üçlü yapının metropol-uydu dikotomisinden farkı, merkez ile çevre arasındaki ekonomik-politik-askeri hegemonik durumun yarattığı stresi almaya yarayacak bir ‘geçişi mümkün kılan rüya’ sunmasıdır. Daha basitçe ifade edecek olursak, kapitalist merkez ülkelerin (Kuzey ülkelerinin) ekonomik-politik ve askeri hegemonyası altında kalan çevre ülkelerine, eğer yeteri kadar çaba sarf ederlerse –ilerleyebilirlerse/gelişebilirlerse- onların da ileride merkez ülkelere dahil olabileceğini ima etmektedir. Bu bağlamda çevre olan ülkeler, Japonya gibi, çevre olmaktan kurtulup merkeze yakınlaşacak, yarı-çevre olabilecektir. Yani iki kutuplu olan metropol-uydu yapısında uydu ülkeler aradaki stresin yoğunluğu nedeniyle küresel sisteme isyan edip devrime kalkışabilecekken, yarı-çevre kategorisiyle bu ihtimal mas edilmektedir.

Merkez ülkeler çevreden aldıkları/sömürdükleri hammaddeleri işleyip onları tekrar çevreye, yarı-çevreye satarken aynı zamanda uzmanlaşmayı da teşvik etmektedir. Yani çevre ülkelerinin her biri bir hammadde üretiminde uzmanlaşacak (monocrop), ancak bu uzmanlık tek başına yani merkezin sihirli eli değmedikçe “beş para etmeyecek”tir. Modernleşme paradigması işte bu küresel ilişki biçimini de temsil etmektedir. Wallerstein’ın küresel kapitalist dünya sistemine getirdiği eleştiriler, bu anlamıyla ona çelme takmayı amaçlamaktadır denebilir.

Büyük Yapıların Analizi

Immanuel Wallerstein’a göre sosyal bilimlerin muhteşem üçlüsü Tarih, Sosyoloji ve Siyaset’tir. Dahası o bunların herbirini ayrı/bağımsız birer disiplin olarak görmemekte, temelde bir uğraşın farklı boyutları/veçheleri olarak değerlendirmektedir. Ondan dolayı iktisadı sosyoloji ve tarihle birlikte okumakta, siyaseti ıskalamamaktadır. Akademik literatürde Tarihsel Sosyoloji’nin son dönem temsilcilerinden kabul edilen Wallerstein, bireyi veya belirli bir toplumu değil, küresel olarak tüm dünyayı analiz nesnesine dönüştürür. Bundan dolayı büyük yapıların tarihsel dönüşümlerini inceleyen İbn Haldun’la metodolojik bir akrabalığı savunulabilir. Annales ekolünün izleri Marksistliğine eşlik ederken, Ortodoks politik yapılara da aşırı bireyci neoliberal dönemin karnavalesk aktivistlerine de mesafelidir.

Entelektüel Nostalji: Esaslı Düşünürler

Nostaljileştirme eğilimiyle başladık, onunla bitirelim. Batı dünyası özelinde konuşacak olursak, bilimsel faaliyetin son 20 yılda yapıp ettiklerini göz önüne getirdiğimizde, çoğumuz bu dönemin 45 öncesi dönemle kıyaslanamayacak bir farklılığa ve gelişmeye şahit olduğunu teslim etme noktasındayız. Oysa gerçekte 45 sonrasında, özellikle 80 sonrasında, bilimsel faaliyetlerde neşvünema bulan ‘yeni’ veya paradigmatik kırılma yaratacak şeyler söz konusu değil. Nicelik olarak gerçekten çok büyük şeyler yapılmışsa da bunların hemen hemen hiçbiri 45 öncesinin niteliğini değiştirecek şeyler değil. Yani bilimsel faaliyetler onca çabaya ve masrafa rağmen yeniyi değil, nostaljinin niceliğini artırıyor.

Mesele sosyal bilimlere -hatta Felsefe’ye- geldiğinde de benzer bir durumla karşı karşıya Batı. 20. yüzyılın başındaki filozoflar (Wittgenstein, Husserl, Russel vb.) veya Heidegger gibi düşünürler çıraklarını yetiştirmeden gittiler. Gadamer’in, Derrida’nın veya Levinas’ın –hadi Marcuse, Arendt vb. de katalım- Heidegger’den el aldığını iddia ettiğinizi duyar gibiyim, ama hakikat öyle değil; Metafizikten kurtulamamış, Varlığın hakikatine ve düşüncenin şükrüne erememiş talebelerdir onlar.

Wallerstein’ı bu bağlamda 20. yüzyılda yaşayan ve küresel sistemi muhalefet ettiği yerden esaslıca sorgulayan ender sosyal bilimcilerden biri olarak okumak mümkündür. Peki onun yanıldığı veya sürçtüğü yerler yok mu hiç? Tabi ki var; söz gelimi 68’i bir devrim olarak okuma eğiliminde idi. Ama 68’in ortodoksi eleştirisinin kökten sarstığı örgütlü olma durumunu çok fazla dile getirmedi. Tüm örgütlü yapılan totaliterlik eleştirisine dahil edildiği o tarihsel vasatın inşa ettiği bireysel anlayış, 80’lerdeki neoliberal mikro bireyselliğe rahim olmuştu. Çünkü 68’in muhalif ve bir o kadar da bireyci bireyleri, 80’lerdeki politikaların uygulayıcıları oldu. Wallerstein bunun üzerine çok yazmadı. Diğer taraftan talebeleri üzerinden ikincil kaynaklar vesilesiyle kısmen öğrendiği Osmanlı tarihi hakkındaki bazı naif düşüncelerini –Osmanlının çevre olarak okunması gibi- de bunlara eklemek gerek.

Ancak onun ne Chomsky’nin korunaklı ve konforlu muhalifliğiyle ne de Habermas’ın ortayolcu, yer yer küresel sistemin müzakereciliğine varan yumuşaklığıyla ilgisi çok yoktu. Zizek’i soracak olursanız, o küresel kapitalist sistemin marketing şirketlerinin sponsorluğunda/rehberliğinde ülkeden ülkeye dolaşmakla meşgul. Belki de mezkûr rehberlerinden dolayı sürekli eli burnuna gitmektedir, bilinmez. Ancak el-burun ve rehber üçgeninden çok rahatsız olmadığı aşikar.

Wallerstein’ın Türkiye’de akademi çevresindeki öğrencilerinin yanı sıra, gerçekten düşünce üreten isimler üzerinde de etkisi gözlenmekteydi. Herhalde İsmet Özel’i burada hatıra getirmek lazım gelir. Wallerstein’in tek bir dünya sistemi cari olur diyerek, yaşadığımız çağda hegemonyasını dayatanın Amerikan sistemi olduğunu dile getirdiği hatırlanacak olursa, Özel’in Amerikanlaşmamakta neden direndiği daha iyi anlaşılır sanırım.

Etiket /