Yazarlar

Yurt kalkınması değil ruh kalkınması: Malazgirt

Hüseyin Nihâl Atsız, Ötüken Dergisi’nin Ağustos 1971 tarihli 92. sayısında şöyle yazmıştı: “Malazgirt’in 900’üncü yıldönümü yurt kalkınmasında bir hamle yapmak için de mühim bir fırsattı. Genelkurmayın, jeologların, Meteorolojinin, Devlet Su İşleri’nin ve ilgili bütün dairelerin reyleri alınarak Malazgirt Savaşı’nın yapıldığı ovanın kenarına “Alparslan” adıyla bir şehir kurmak, Plânlama Teşkilâtı’nın teklif edeceği fabrikaları dikmek, bir üretme çiftliği ile hara yapmak ve 24 Oğuz boyunu canlandırmak için Alparslan şehrinin çevresine 24 örnek köy kurarak Anadolu’ya köyler halinde dağılmış olan Oğuz boylarından seçme aileleri oraya yerleştirip fennî tarıma yöneltmek, pilot bölge denilen bir örnek kesim kurmak için birebir fırsattı. Düşünülmedi.”

Kaleme alınmasının üzerinden elli yıl geçmiş olan Atsız Bey’in bu satırları, Malazgirt kutlamaları ile hatırlanan şeyin ve bununla işaret edilen anlamın fiilî olarak yansıması gereken zemini göstermesi bakımından değerlidir. Her ne kadar Atsız’ın düşüncesinde Malazgirt Zaferi “eşsiz” bir başarı ve “kurucu bir anlatı” olarak değerlendirilmezse de, tarihî bir hadiseden hareketle yapılan ihtifaller ile “yurt kalkınması” arasında kurduğu bağlantı dikkat çekicidir. Tarihi bugünün ve elbette yarının inşası için bir çeşit fırsat (ve malzeme) haline getirmek gerektiği yönündeki bu örtük gönderme, kuşkusuz Malazgirt anmalarının “anma olarak kalışına” dönük bir tepkidir de aynı zamanda… Çünkü tarihî bir hadiseyi düzenli olarak anmakla iktifa ederek onu somut bir inşa ve ihyâ girişimine çevirememek, anmayı bir süre sonra sistematik bir duygusal refleks haline getirecek ve sürekli tekrar edilmekle birlikte etkisini yitiren manasız bir mantraya dönüştürecektir. Malazgirt’e bu zaviyeden bakalım.

Zincire vurulan geri dönmüştür !

Yalnızca Türk ve İslâm tarihinde değil, aynı zamanda dünya tarihinde de derin izler bırakan Malazgirt Zaferi’nin keşfi aslında yeni sayılır. Osmanlı kroniklerinin hemen hiç atıfta bulunmadıkları Malazgirt, tarihin bir kimlik argümanı olarak görülmeye başlandığı 20. yüzyıl itibarıyla önem kazanmıştır. Modern Türk tarihçiliğinin babası kabul edilen Fuat Köprülü ile Selçuklu tarihçiliğinin kurucu figürü Mükrimin Halil Yinanç tarafından “tarihimizin dönüm noktası” olarak değerlendirilen Malazgirt Zaferi, sonraki yıllarda aşağı yukarı bu hat üzerinden ele alınmıştır. 1930’lu ve 40’lı yıllarda her ikisi de asker olan Feridun Dirimtekin ile Kadri Perk tarafından savaşın gerçekleştiği yerin tespit edilmesine dönük çalışmaların yapıldığını biliyor olmamız, Malazgirt’in Cumhuriyet’in erken dönemlerinde en azından “stratejik bir olgu” olarak kanıksandığını ve önemsendiğini göstermektedir. Öte yandan bu yıllarda “askerlerin” savaşın gerçekleştiği Ağustos’un son haftasında Malazgirt’e gelerek burada askerî nitelikli bir tür anma faaliyeti yürüttükleri ve savaşın yıldönümlerinde Malazgirt’te yerel sayılabilecek bazı kutlamaların gerçekleştirildiği de elimizdeki veriler arasındadır. Bununla birlikte Malazgirt’in kamusal nitelikli kitlesel kutlamaların konusu haline gelmesi için biraz daha zaman geçmesi gerekmiştir.

1950’li yıllar itibarıyla Malazgirt anmalarının daha kapsamlı etkinliklere dönüştüğünü ve yüksek kademelerde görev yapan devlet adamlarının (örneğin üçüncü Cumhurbaşkanımız Celal Bayar) bu etkinliklere katıldıklarını biliyoruz. Bu durum sonraki yıllarda da devam etmiş, hatta 1971 yılında, Malazgirt belki de ilk kez layık olduğu öneme mütenasip bir şekilde ele alınmış ve savaşın 900. yıldönümünün anısına ülke sathına yayılan geniş eksenli anmalar gerçekleştirilmiştir. Konferanslar, sempozyumlar, paneller düzenlenmiş; Malazgirt ve Sultan Alparslan konulu şiir, roman ve piyes yarışmaları tertip edilmiş, radyoda günün anlam ve önemine binaen bir konuşma yapılmış, PTT tarafından hatıra pulları ve madalyonlar bastırılmıştır. Ayrıca her ne kadar 900. yıldönümüne yetişmediğini biliyor olsak da, bir zafer anıtı yapılması da planlanmıştır. Fakat yazımızın girişinde Atsız Bey’den yaptığımız alıntıda da işaret edildiği gibi, bütün bu anmalar kalıcı bir kültür üretimine ve kalkınma vesilesine dönüştürülememiş, psikolojik bir tatmin aracı olarak kalmıştır.

1980’lerle birlikte terör bölgesi olarak güvenlik sorununun öne çıktığı Malazgirt’teki zafer kutlamaları geri plana itilmiş, bağlamın (Malazgirt) tahrif edilmesine yönelik alçak girişimler anlamı (zafer) da belirsizleştirmiştir. Bu durumun en önemli sebeplerinden biri, uzun yıllar boyunca zafere atfedilen anlamın bağlamdan belli ölçüde kopuk bir duygusal anımsama olmaktan öteye geç/e/memiş olmasıdır. Sözü edilen trajik gerileyişte, Türkiye’nin kendisini kavrama biçiminde ürkütücü kırılmalara yol açan siyasî tahavvüller ve travmatik deneyimler de etkili olmuştur. Nitekim Türkiye’nin kendisini konumlandırma biçiminin “daha tarihî bir renge sahip” bir biçime evrildiği 2010’lu yıllardan itibaren Malazgirt göndermesinin yeniden ve eskisinden çok daha güçlü bir biçimde görünür olması tesadüf değildir. Bastırılmış olan geri dönmüş, zincirlere vurulmuş olan gönderme serbest kalmıştır.

Anmak ve anlamak

Anmak, temelde anılan şeye ilişkin bir gönderme olan anlam ile ilgilidir. Bu bakımdan anmak ile anlamak arasında, bir gösterge olarak anmanın edilgen, bir gönderme olarak anlamın ise etken olduğu güçlü bir ilişki vardır. Dolayısıyla anlamın muhkem olmadığı bir zeminde anma belirsiz ve zayıf olacak, belki zaman içerisinde anlamın buharlaşmasına tanıklık edecek ve boş bir göstergeye dönüşerek aktüel ve psikolojik olanın yüzeysel yansıması haline gelecektir. Anmanın anlamlı olabilmesi, daha doğrusu anlamlı kalabilmesi için üzerine abandığı anlamın mümkün mertebe sabit kılınması, kalıcı bir forma büründürülmesi, tahkim edilmesi ve görünür kılınarak nesnelleştirilmesi gerekir. Malazgirt anmalarımızın oluşturduğu grafiğin dalgalı olması bu durumla, Malazgirt’e ilişkin anlamlandırma pratiklerimizin Türkiye’nin konjonktürel durumuna göre dalgalı bir seyir izlemesi ile ilgilidir.

Aslına bakılırsa Malazgirt Zaferi’ne yüklenen anlamın nesnelleştirilmesine ve kalıcı kılınmasına dönük birtakım girişimlerin olduğunu belirtmek gerekir. 1958 yılında Celal Bayar tarafından sur içinin boşaltılarak Malazgirt’in bir çeşit açık hava müzesi haline getirilmesi ile ilgili (1960 askeri darbesi ile akamete uğrayan) kararı başta olmak üzere, 1971 yılında idrak edilen zaferin 900. yıldönümüne ilişkin hazırlıklar çerçevesinde yapılan çalışmalar bu zaviye içerisinde değerlendirilebilir. Malazgirt ile ilgili çeşitli kitapların yayınlanması, özel pul ve madalyonların basılması, kutlamalar için tören alanının oluşturulması, zaferi simgeleyen bir anıt inşa edilmesi yönünde girişimlerde bulunulması (1989 yılında tamamlanabilecektir bu anıt), Malazgirt’in girişine at üstünde bir Sultan Alparslan heykelinin yapılması ya da çeşitli dönemlerde gündeme geldiği anlaşılan Malazgirt’in ile dönüştürülmesi projesi ile ilgili tartışmalar, Malazgirt’in anlamının tahkimine dönük girişimlerdir. Fakat bu girişimlerin çok azı başarıya ulaşmış, özellikle de 80’ler sonrası terör ortamının etkisiyle hem anlam (gönderme) hem de anmalar (gösterge) zayıflamıştır. Nitekim Alparslan ismi Malazgirt ve çevresinde çocuklara daha önceleri çok yaygın olarak verilirken 90’lardan sonra şehrin sokaklarında artık yalnızca yaşlı Alparslan amcalara denk gelinmesi, söz konusu anlamın nasıl tahrif olduğunu gösteren bir örnek olması bakımından çok çarpıcıdır.

Türkiye’nin kendi tarihî referanslarına daha fazla işaret eden bir istikrara kavuşmaya başladığı 2000’li yıllardan itibaren Malazgirt’in doğal olarak yeniden görünür olması, zafere yüklenen anlamın tahkim edilebilmesi için yeni bir fırsatın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu çerçevede 2010’lara gelindiğinde Malazgirt kutlamaları özellikle de devletin güçlü desteğiyle daha önce olmadığı kadar görkemli bir biçim almış, Selçuklu ve Malazgirt konulu dizi, film ve kitapların sayısı dikkat çekici bir biçimde artmış, merkezde Malazgirt olmak üzere dönemin tarihi çok yoğun bir talebin nesnesi haline gelmiştir. Türkiye’nin dört bir yanından her yıl on binlerce insan Malazgirt’i ziyaret etmeye başlamış, buraya atfedilen anlamın ulusallaşma katsayısı tarihindeki en yüksek seviyelere tırmanmıştır.

Malazgirt Zaferi’nin sosyal, siyasal ve kültürel bir arayışın tarih eksenli güzergâhı haline gelmesi, bu arayışın yaslandığı anlamın sabitleştirilmesi noktasındaki girişimleri de beslemiş ve örneğin Malazgirt’te devasa bir Millî Park inşa edilmiş, kalesinin surlarından yollarına ve imar planlarına kadar Malazgirt’e gelecek vadeden yatırımlar yapılmıştır. Yine Ahlat’ta bir Cumhurbaşkanlığı köşkünün inşa edilmesi ve 2020 yılında Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Adnan Çevik’in başkanlığında onlarca akademisyenin dâhil olduğu geniş ölçekli “Malazgirt Savaş Alanının Tespiti Tarihi ve Arkeolojik Yüzey Araştırması” projesinin başlatılması da daha önce “avuçlarımızın arasından birçok kez kaçıp giden” anlamın alana raptedilmesine, bir başka ifadeyle kalıcı hale getirilmesine dönük girişimlerin bir parçası olarak görülmelidir.

Malazgirt bilincini kalıcılaştırmak  

Malazgirt Zaferi’nin 950. yıldönümünde ulaşılan nokta, Türkiye’nin varoluş kodlarından biri olarak Malazgirt bilincinin kamusal anlamda güçlü bir karşılığa kavuşması olmuştur ve nereden bakılırsa bakılsın, bu son derece önemlidir. Şimdi bu noktadan daha ileriye gitmenin yolları aranmalı, söz konusu Malazgirt bilinci nesnelleştirilmeli ve kalıcı hale getirilmelidir. Bunun başlangıç noktası ise Malazgirt’tir. Yıllardan beri Malazgirt’in anlamını tahkim etmek için düşünülen ve tartışılan projeler raftan indirilerek yeniden ele alınmalı, yenileri tasarlanmalı ve Malazgirt eksen alınarak bölgenin bir kültür ve medeniyet merkezi haline getirilmesinin imkânları araştırılmalıdır.

Öncelikli olarak Malazgirt’in tarihî bir merkez olarak ihya edilmesi bağlamında şehir surları aslına uygun biçimde yeniden restore edilmeli, şehrin altına yatan tarihî kenti ortaya çıkarıp bir sonraki aşamada yeniden ayağa kaldıracak arkeolojik kazılar yapılmalı, Malazgirt’in çevresinden başlayarak Van Gölü havzasına yayılan geniş sahadaki tarihî miras gün yüzüne çıkarılmalı, surların içi boşaltılarak ovanın uygun bir yerinde yeni bir şehir kurulmalıdır. Malazgirt çevre ilçelerin de kendisine bağlandığı simgesel nitelikli bir il haline getirilmeli, çevredeki illerle yol bağlantıları en kuvvetli bir biçimde tesis edilmeli, ulusal ve uluslararası ulaşım trafiğine dâhil edilmeli, bunun için bir havalimanı yapımı şimdiden planlanmalı, nihaî kertede Malazgirt bütün mahrumiyetlerinden kurtarılmalı ve bütün olumsuz yüklerinden arındırılmalıdır. Malazgirt’e Malazgirt mirasına yaraşır bir üniversite kurulmalı, iş alanları oluşturulmalı, son kırk yılda bozulan bölgenin demografik yapısının restorasyonu için özellikle de şu ya da bu nedenle bölgeden göç etmiş olanlar geri dönmeye teşvik edilmelidir. Bütün bunlar tastamam ve çok daha fazlasıyla, fakat Atsız’ın dediği gibi (işaret ettiği gibi değil) “yurt kalkınması” için değil, ruh kalkınması için yapılmalıdır.

Malazgirt Anadolu’nun çürütülmemesi gereken bereketli tohumu, ecdadımızın gördüğü Türkiye rüyası, “Kalın Türk”e ruh veren göksel anlamdır. Tohum korunmalı, rüya kuşaklar boyunca canlı tutulmalı ve görülmeye devam edilmeli, göksel anlamın çelikten heykeli dikilmelidir.