Yazarlar

Tüfek, Mikrop ve Çelik ve Çaresiziz !

Mikropların insana ettiği fenalıklar muharrirlerin rivayetinden fazladır. Mikroskobik varlıklardan bazıları gıdalarımızın teşekkülünde vazife alsa da bazıları canımıza kast etmek için elinden geleni ardına koymamıştır. Bir insandan diğerine süratle sirayet ederek bunu yapma azminde olmuşlardır.

Biz Türkçemizde buna Salgın deyip geçsek de “gâvurlar” daha seçici ibareler kullanmaktadır. Sözgelimi Epidemic belli bir şehir, bölge veya ülkedeki bulaşıcı hastalıkları tarife yararken, Pandemic daha geniş çaplı bir yayılımı ifade etmektedir. Pan Grekçede Tüm manasınadır; Demos da, malum, Halk’tır. Tüm halka, insanlığa bulaşma eğilimindeki hastalıklara bu münasebetle Pandemic denir. En azından bir kıtayı kapsamına alan Pandemic, daha çok insanı tehdit etmesi hasebiyle, daha ölümcül olmasa da daha ölümlüdür ve yol açtığı sosyo-ekonomik yıkım itibarıyla da Epidemic ve Endemic’ten daha tahripkârdır.

Yöreseli aşıp yerküreye yeni vakalarla yayılan pandemic hastalıklar, çağlar boyu yüz milyonlarca insanın canını aldı. Dünya Sağlık Örgütü, Covid-19’u Pandemic olarak nitelemekle Korona diye adını ezberlediğimiz marazın yaygınlığına ve tehlikesine resmiyet kazandırmış oldu.

Paleolitik ecdadımız

İnsan ırkının pandemic musibetlerle tanışması sadece birkaç bin yıllık hadisedir. Atalarımız, son buzul çağına (M.Ö. 12 bin yılına) değin doğduğu topraklardan neşrolmaya devam etmişti. Göbekli Tepe’de tarımı keşfedip yerleşik hayata geçmeye başlamadan evvel, on binlerce yıl avcı-toplayıcı bir hayat sürmüşlerdi. Vahşi ve düşman bir çevrede ömürleri belki uzun değildi fakat ölümleri sonraki nesilleri kıran salgın hastalıklar eliyle de değildi.

Salgınları var eden şartların uzağında, birbirinden bağımsız, küçük aileler veya sülâleler hâlinde yaşamanın avantajlarına sahiplerdi. Su kaynaklarının etrafında onları kirletecek kadar kalmamaları en büyük şanslarıydı. Hastalık yayacak mikrop ve haşerelere davetiye çıkarmadan kondukları diyardan bir başkasına göçüyorlardı. Yanlarında salgınların başlıca taşıyıcısı evcil hayvanlar da olmaksızın.

Paleolitik ecdadımız, av hayvanları azalınca açlık tehlikesiyle yüz yüze kaldı. Önünde iki seçenek vardı: Ya yeni bir besin kaynağı bulacak veya yok oluşa razı gelecekti. Toplam nüfusu 5 milyon civarında olduğu tahmin edilen ecdat, yabanî otları ıslah etmeyi bir şekilde öğrendiğinde kritik eşiği geçti. Toprağı sürmeyi akıl edip buğday, arpa ve pirinci tahıla dönüştürdüğünde en zor sınavını geride bıraktı. Bununla da kalmadı; köpeği, atı, kümes hayvanlarını, büyükbaş ve küçükbaşları ehlileştirmesini de birkaç bin yıl içinde becerdi. Avcı-toplayıcı değillerdi artık; çiftçi ve çobandılar.

Uygarlık elinden

M.Ö. 3000’e gelindiğinde Nil, İndüs, Sarı Nehir kıyılarında ve Orta Amerika’da büyük kent-devletleri boy vermişti. Yerleşik hayat, nüfus artışında ciddi bir çarpan etkisi gösterdi. Tarım alanları açmak, su kanalları yapmak, hasadı toplamak kol gücü gerektiren karmaşık işlerdi. Devletleşmeye giden hiyerarşi buradan yol almıştı. Reislerin yanı sıra rahipler ve şifacılar da temayüz etmeye başlamıştı.

Atalarımız ne zaman ki yerleşik hayata geçti, salgınların müsebbibi mikroorganizmalara işte o zaman gün doğdu. Serpilmek için yoğun insan nüfusuna ihtiyaç duyuyorlardı çünkü. İnsanların üst üste yığıldıkları mekânlarda, çöp birikintileri, necaset ve murdarlık, her türlü enfeksiyon için beşik işlevi görmekteydi. Tarım arazisine çevirmek maksadıyla imha edilen ormanlar, su birikintileriyle sivrisinekleri ağırlıyor, onlar da kira ücretini insanlığa Sıtma cinsinden ödüyordu. Fareler, keneler, pireler, taşıdıkları onca virüsle artık insanla iç içeydi. Medeniyet insanı zorlu ve insafsız bir doğanın elinden kurtarmıştı; gelgelelim ölümü de onun elinden olacaktı. Uygarlık tıbbın olduğu kadar salgınların da anasıydı.

Konup göçmeyince

Konup göçmeyince mikrop ve parazitlere komşu oldular. Neolitik topluma evrilmek göçebe ceddimize hiç mi hiç yaramadı. Boyları kısaldığı gibi yaşam enerjilerini de büyük ölçüde yitirdiler. Dirençlerini kıran en önemli etken, önceki çağların aksine hayvanlarla iç içe yaşamalarıydı. Sadece hayvanlarda görülen arızalar, birtakım dönüşümlere uğrayıp insana bulaşır oldu. Hayvana özgü hastalıklar insanın baş belası hâline geldi.

Verem ve Çiçek, sığırlardan geçti sözgelimi. Domuzlar, ördekler, atlar değişik griplerin müsebbibiydi. Kızamık köpeklerin hediyesiydi. Ambarlar, kilerler kemirgen ve haşeratın konağıydı. Evcil hayvanların dışkılarındaki bakteriler içme sularına karışıp Tifo, Difteri, Kolera, Hepatit, Boğmaca, Çocuk Felci gibi gaileleri insanoğlunun başına sardı. Parazitler beşer bedenini mesken tuttu. Avcı kabileler, hayvanları evcilleştirmekle vahşi doğadan daha vahşi bir çevreyle baş başa kaldı.

Sınanan sadece insan bedeni değil, toplum yapısıydı da ve ikisi de sınıfta kalmak üzereydi. Zavallı ümmi ebeveynlerimiz, toplu ölümlerin mantığını, mekanizmasını uzun müddet anlayamadılar bile. Ölümler bir kez başladıktan sonra yapabilecekleri çok fazla bir şey de yoktu. Neylesinler ki kendileri etmiş kendileri bulmuştu.

Kent çıkmazı

Kent nüfusu salgınlarla kemirildiğinden bir türlü kendini yenileyemiyordu. Ancak kırsaldan teşviklerle topladıkları veya başka kentlerden gelen göçmenler aracılıyla varlığını sürdürebiliyordu. Kırdan gelen eski göçebeler mikroplara karşı acınası derecede dirençsizdi. Her göçmen ise, ihtimal ki, insan vücudunun henüz bağışıklık kazanmadığı bir mikrobu da beraberinde getiriyordu. Kent çıkmazdaydı. Çoğunun kaderinde hayalet harabelere dönüşmek vardı.

Bulaşıcı bir hastalık kendisine yeni kurbanlar bulmakta güçlük çekmiyordu. Aynı kaptan yiyip içmeler, ölenlerin eşyalarını kullanmalar, ziyaretler, ayinler, bayramlar…  Gittikçe genişleyen kentler, yeni yeni şekillenen ticaret rotalarıyla başka kentlere bağlandığında, trafik her geçen gün arttığında salgınların çapı da artar oldu. Daha çok bağlantı ve etkileşim daha çok salgın demekti. Salgınlar Endemic’ten Pandemic’e geçmekte de güçlük çekmiyordu.

Daha milattan önceki asırlarda bile Afrika’da baş gösteren bir salgın soluğu Avrupa sokaklarında alabiliyordu. M.Ö. 430’da Yunanistan’ı kasıp kavuran bir hastalık bunlardan biriydi mesela. Veba veya Çiçek; milattan sonra da nüksedecek ve uğradığı bölgelerin nüfusunun dörtte birini, 5 milyon insanı kıracaktı.

Salgınlar böyle çalışıyordu

Tarih kayıtlarında adıyla sanıyla geçen ilk Veba vakası, Roma İmparatorluğu’nda gerçekleşti.  M.S. 540’ta Etiyopya’dan Mısır’a, İskenderiye üzerinden Gazze ve Kudüs’e, oradan gemilerle Akdeniz’den İstanbul’a vardığında geride ölüm tarlaları bırakmıştı. 542 baharında pik yaptığında, Bizans’ın başkenti günde ortalama 5-10 bin kişi kurban veriyordu. Cesetler gömülemeyecek kadar çoktu. Hıristiyanlık ölü yakmayı haram gördüğünden cesetler kiliselerin ve kulelerin diplerinden iri sütunlar hâlinde yükseliyordu.

Üç yıl içinde İtalya, Fransa, Ren vadisi ve İberya’ya sıçrayan salgın, oradan Danimarka ve İrlanda’yı dolaştıktan sonra tekrar Afrika ve Ortadoğu turuna çıkıyordu. 4 yıl içinde 100 milyon can alaraktan.

Veba için bu sadece bir denemeydi. 1300’lerde Asya’yı gözüne kestirdiğinde dönüp dolaşıp gene Avrupa’yı yurt edinecekti. Avrasya üzerinden hassaten Cengiz Han’ın mirasçısı Altınorda birliklerinden kaçan mülteciler aracılığıyla batıya doğru ilerlediğinde Kara Ölüm adını sahiden hak etmişti. 1346-50 arasında kıta Avrupa’sının dörtte birini, 20 milyon insanı telef edecekti.

Salgınlar böyle çalışıyordu. Askerî sevkiyatlar, hac ve ticaret kervanları, seyyahlar, sığınmacılar vasıtasıyla oradan oraya bulaşıyordu. 19. asır başlarında Ganj deltasını pislik yuvası hâline getiren Hinduların sebebiyet verdiği Kolera’nın tüm kıtayı esir alacak güzergâhlar bulması örneğinde olduğu gibi.

Tarih -ve virüsler- tekerrür etmese de

Artık bir devenin veya yelkenlinin süratiyle de değil, jet hızıyla yayılıyor. Örümcek ağı gibi dünyamızı saran ulaşım hatlarıyla günler içinde kıtalar dolaşıp küreselleşebiliyor, kendi hâlinde mahallî bir virüs. Kentlerimiz de, nazar değmesin, hiç olmadığı kadar izdiham içinde. Salgınların Pan-Demos olması için mükemmel şartlara sahibiz. (Duçarız.)

Tarih -ve virüsler- motamot tekerrür etmese de insanlık ailesi olarak oldukça tecrübeliyiz. Geçmişten çıkardığımız çok dersimiz var, geleceğe adamakıllı hazırlanabiliriz. Korona minvalinde konuşacak olursak, o kadar da katil bir salgın değil karşımızdaki. 1918’de İnfluenza ile sınanan ve 100 milyona yakın kayıp veren atalarımızdan daha talihli bir durumda olduğumuz muhakkak.

Salgınların kaynağını çözme ve çareler bulmakta da daha iyi bir noktadayız. Anti-viral aşılar, ilaçlar üretmekte, kapitalizmin tuzaklarına rağmen, eskisinden daha ilerideyiz. Ancak şu var: Salgınlara tepki vermekten daha öncelikli ve önemli olan husus, salgınları önlemeye dönük tedbirlerin daimiliği.

Sulh

Hasıl-ı kelam; Korona başımıza gelen ilk salgın değil, son olacağa da benzemez. Bağışıklık sistemimizi sınayacak daha nice mikroorganizma etrafımızda dolaşıyor veya dolaşıma girecek. Neticede, kabul edelim ki, biz yokken onlar vardı; yeryüzünün en eski sakini onlar. Soylarını devam ettirme hususunda bizden daha kabiliyetli ve istikrarlı oldukları da ayan beyan.

Tıp savaşıyor ama zafer ilan etmekten çok uzağız. Eninde sonunda mikroskobik komşularımızla sulh yapmak yazgımız.