Yazarlar

Ölemeyen rejim, doğamayan devrim

Devrimin 40. yılında her şey alabildiğine alışıldık ve bir o kadar da nevzuhur. Kasım ayında benzin fiyatlarına yapılan zamla sokakları tutuşturan protestoların üstüne sürpriz Kasım Süleymanî suikastı, üstüne cenaze merasimindeki izdihamda onlarca insanın canından olması, üstüne Ukrayna uçağının kör gözüm parmağına bir füzeyle düşürülmesi, hepsi birbirini unutturan baş döndürücü gelişmelerdi. Her biri başlı başına büyük altüst oluşlara gebe hadiselerin peş peşe vukuu, İran’ı hangi yöne evrileceği/devrileceği belli olmayan sallantılı bir ülke olarak resmetmeye fazlasıyla yetti.

Süleymanî tabutta bile can aldı

Yüzlerce göstericiyi ölüme havale ederek dahi isyan ateşini söndürmekte zorlanan zorba rejimin imdadına Beyaz Saray’daki aklı karışık kovboy yetişmişti. Süleymanî vakasını varlık-yokluk davası olarak pazarlayan psikolojik harp kompetanı İran yönetimi, rüzgârı ters yönden estirmeye muvaffak olabilmişti. Toplumun bütün hassasiyetlerini sağıp rejimin ömrüne ömür katmak için tasarlanmış bir gezi programı dahilinde oradan oraya dilenci tası gibi dolaştırılan maktulün cenazesi katliama dönüşmüştü. Yığınları meydanlara toplamasını bilen toplum mühendisleri, kitlenin daha kalabalık gözükmesi için ara sokakları kapatmayı akıl etmiş ama izdiham ihtimalini akıl edememişti.

Stalin’in cenazesinde yaşanan izdihamda da 700 kişi ölmüş; bunun üzerine “Stalin, tabutta bile can aldı!” denmişti. Süleymanî, Allah var, Stalin kadar öldürememişti ama cenazesinde berhava olan 50 kişi kendi öldürme oranıyla gayet mütenasipti.

Örs ve balyoz

Hamaney’in adamları, milyonların katılımını temin ederek rejimin toplumda hâlâ ciddi bir karşılığı olduğu mesajını güçlü biçimde vermişti. Irak’taki ABD üslerine güdümlü füzelerini yollayarak özenle planladığı, kıldan ince ama kılıçtan keskin olmayan intikamını almış, hınçlı kitleleri bir kez daha gütmesini bilmişti. Bilmişti bilmesine de aynı saatlerde Tahran’da ateş topuna dönüşerek düşen bir yolcu uçağının gizemi çok geçmeden aydınlandığında bu alâyişli kadim/büyük devlet şovu tam bir rezaletle nihayete ermişti. Kendi başkentinde yolcu uçağını yanlışlıkla vuran bir nükleer güç adayı, ancak kara mizahın ve distopyanın konusu olabilirdi.

Ne var ki ölen 180 kişinin 82’si İranlı ve yakınlarının hiç de gülesi yok. Elinde balyoz, Süleymanî vakasını muhalefeti bastırmak için bir örse dönüştüren rejim karşısında geri çekilmiş eylemciler çarçabuk toparlandı ve yeniden sokaklarda. Ölen İranlıların çoğu umutsuzlukla ülke dışına kaçmaya çalışan öğrencilerdi ama kaçtıkları rejim tarafından havada vurulmuşlardı. Bu ağır ironinin de etkisiyle belki, eylemcilerin çoğu üniversite öğrencisi. Gidemeyip kalan, yarı yarıya işsiz diplomalılar ordusuna katılacak olan.

Muhaliflerin sosyolojisi, arka-planı, bileşenleri hakkında söylenecek çok şey var elbet. Mamafih, ta Şah zamanından günümüze ciddi bir evrim geçirerek gelen muhalefeti anlamak için rejimin geçirdiği –tersine- evrimi, çürümeyi iyi teşhis etmek gerekiyor. Malumun ilamından sakınmaksızın bunu yapmak hayli zor olsa da.

Mehdi’nin emanetçileri

İstisnai karizmasıyla Humeynî, yamalı bohça devrimin liderliğini üstlenmeden evvel kuracağı nizamın şemasını çizmişti. Tek meşru iktidar, Zaman’ın Sahibi Mehdi’ye aitti; saklandığı yerden çıkıncaya dek ona ancak fakihler vekâlet edebilirdi. Velayet-i Fakih olarak adlandırdığı sistem, tüm devlet erkinin molla sınıfına ve onun da başı olarak Rehber’e emanet edilmesi esasına dayanıyordu. Bu yekpare sistem, Humeynî’nin kitleleri efsunlayan efsanevi gücüyle iyi kötü aksamadan işledi. 1989’da, Süleymanî’ninkinden daha kalabalık bir törenle toprağa verildiğinde ise bastırılan çelişkilerini daha fazla gizleyemedi.

Muhafazakârlar-Reformcular diye tesmiye edilecek olan sistem içi çatlak işte o günlerden kalmadır. Ne hikmetse, Irak’la savaş boyunca devrim bürokrasisinin karaborsadan elde edilen pastayı bölüşmekte yaşadığı ihtilaf da bu bölünme ile çakışır. Devrimin sütunlarından olan meşhur Pazar’ın ikiye bölünmüşlüğü de: Uluslar arası sermaye ile bütünleşme yanlısı reformcu kesime karşı, yerli burjuvaziyi temsil eden geleneksel imalatçı sınıfın muhafazakârlığı. Rafsancanî ilkinin, Hamaney ikincisinin safındadır ve aslında rant davası olan kavga o günden bugüne kıyasıya sürmektedir.

Rehber’in mutlu azınlığı

80’lerin sonuna gelindiğinde devlet kapitalizmi, fazlalıklarını atarak özelleştirme ve yabancı yatırımlarla dünya sistemine eklemlenme yönünde ilerliyordu. Rafsancanî bir yandan IMF ve Dünya Bankası ile kur yapıyor, bir yandan da ailesinin servetine servet katıyordu. Dünya’nın en zengin üçüncü petrol rezervine ve ikinci doğal gaz rezervine sahip ülke Şah’ın mutlu azınlığını beslemeye yetmişti, Rehber’inkini de beslemeye yetse gerekti.

2000’li yıllarda 100 milyar dolara varan para millî gelirin % 70’ine karşılık geliyordu ve aslan payını Rehber’in has adamları –hassa ordusu!- olan Devrim Muhafızları alıyordu. Sınırları korumakla görevlendirilmiş ordu bu işlere pek karıştırılmıyordu ve ne olur ne olmaz darbeye yeltenebilirler diye rejimi muhafaza için kurulmuş Devrim Muhafızları, otomobilden iletişime her sektörde, ekonomik sistemin de belkemiğini teşkil ediyordu. 100’den fazla kurum ve kuruluş üzerinden petrol gelirine konan, her türlü sübvansiyon ile beslenen Devrim Muhafızları bürokrasinin de tepe noktalarına konduruluyordu.

Liberal Hatemî

Bu rantçı ekonomi yerli sanayinin gelişimini köstekleyecekti bittabi. İslam, Mazlum, Mustazaf lafızlarının eksik olmadığı vakıf ve teşkilatların başındaki rantiyeci yeni elit, elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan dev bütçeleri kontrol eder oldu. Yolsuzluk, başından beri, sistemin kalbinde vardı ve tüm organlara düzenli olarak pompalanıyordu. Sözgelimi 1995 yılında bu vakıflardan birinin başkanının 450 milyon doları zimmetine geçirmek suçlamasıyla mahkemelik olması sadece kural dışı bir gelişmeydi.

Zenginle fakir arasındaki uçurumu derinleştiren Rafsancanî’nin skandallarla dolu dönemini müteakiben 1997’de Hatemî dönemi başladı. Özelleştirmeye ve dünya sistemiyle bütünleşmeye arzulu Hatemî sosyal planda da liberalizmden yanaydı ama rejimin sahipleri buna izin vermekte isteksizdi. Düşünce özgürlüğü, örgütlenme, toplantı ve yürüyüş hakları üstündeki baskıları azaltma çabası fincancı katırlarını ürküttü. 2000’de yeniden seçildiğinde baskılar geri gelmiş, liberaller Hatemî’yi tanıyamaz olmuşlardı.

Halkçı Ahmedinejad

2005’te nöbeti Ahmedinejad aldı. Sosyal adalet söylemiyle, petrol gelirini halka dağıtma vaadiyle işbaşına geldiğinde adı halkçı Çavez’le yan yana anılıyordu. Gelgelelim özelleştirme hızı Rafsancanî’yi de geride bıraktı. Kamu kuruluşlarının çoğunu ihalesiz biçimde Devrim Muhafızları’nın baronlarına tahsis etti. Daha sonra yoksullara yapılan sübvansiyonları keserek halkçılık sıfatına açıklık kazandırdı.

İmaj kaybını, tıpkı rejimin de kolayına geldiği gibi, bol bol bağımsızlık nutukları çekerek ve Amerikan karşıtı çenebazlık yaparak doldurmaya kalksa da 2,6 milyar dolarlık yolsuzluk ithamından kurtulamadı. “İran tarihinin en büyük soygunu” muhtemelen gerçekte mütevazı bir hırsızlıktı ama sistemin asıl sahipleri böyle görülmesini uygun bulmuşlardı. Hamaney’in ekibinden istihbarat bakanını görevden almakta ısrar etmesi cezasız kalamazdı nitekim.

Besic’e Ölüm!

2009’da reformculara karşı ikinci kez -%63 ile- seçildiğinde sandığa hile karıştırıldığını düşünen 1 milyon kişi “Oyum Nerede!” sloganıyla sokakları zapt etti. Yeşil rengiyle özdeşleşen hareket, aylarca dirense de 72 kurban, binlerce tutsak vererek yenilgiye uğradı.

Yeşil Hareket’in başında, Hatemî’nin yakın dostu, Azerbaycan Türklerinden Mir Hüseyin Musavî bulunmaktaydı. Humeynî döneminde başbakanlık yapmış biri olarak aslında o da sistemin adamı sayılabilirdi. Velakin “Devrimin hedeflerine ulaşmadığını” düşünüyordu. Kitlesi, gönüllü rejim muhafızlarına karşı “Merg Ber Besic! (Besic’e Ölüm!)” diye bağırdığında “Onları kardeşlerimiz olarak görmeliyiz” diyen arabulucu biriydi.

Ahmedinejad’dan veya bir başka muhafazakârdan farkı basitti: Petrol gelirini burjuvaziye açmak, dünyaya açılmak, ABD ile dalaşa son vermek, halkın üzerindeki baskıyı azaltmak. Musavî gibi biri tıkanmış sistem için belki de son şanstı ama müesses nizamdan nemalananlar ona şans tanımadı.

Canavarlar zamanı

2013’te oyların yarısını alan Ruhanî’ye koltuğu devrettiler. Hiçbir şeyin değişmemesi için. ABD ile ilişkiler dahil her şey değişmekte iken. Obama, İran’a hayal dahi edemeyeceği imkânlar bahşetmiş, uzlaşmanın önünü olabildiğince açmış iken. Nükleer anlaşmaya bağlı olarak ambargoları da ciddi biçimde gevşetmişti ama bunların halka yansıması yok denecek kadar azdı. Kurulu düzen muhafızları, oyunu eski kurallara göre oynamakta ısrar ediyordu. Gel gör ki artık sokaklarda “Muhafazakârlar-Reformcular; Oyun Bitti!” diye bağıran öfkeli bir kalabalık vardı.

Her geçen gün sloganlar keskinleşiyor. “Öleceğiz ve İran’ı Geri Alacağız!” 79 devriminde sokaklar “Bağımsızlık, Özgürlük, İslam Cumhuriyeti!” diye inliyordu. Şimdi ise “Bağımsızlık, Özgürlük, İran Cumhuriyeti!”… Bütün duvarları aşmış, gözü kara bir kitle; dillerinin kemiği yok: “Hamaney Bir Katil, Velayeti Batıl!” “Düşmanımız Amerika Diyorlar, Yalan! Düşmanımız Burada!”

Gelgelelim Azerbaycan suskun, Kürdistan mesafeli, Belucistan pasif. Farsların devrimi bu. Karşı devrimi veya. Farslar birbirleriyle savaşıyor. İran’ı zapt etmek için.

Gramsci “Eski dünya ölüyor ve yeni dünya doğmak için mücadele ediyor: Şimdi canavarlar zamanı!” demişti. Hiç biri vazgeçmeyecek. Hiçbir şiddetten de geri durmayacaklar. Gene de ne ölen ölebilecek ne doğan doğabilecek. Canavarlık zamanı İran’da uzun sürecek.