Yazarlar

Kuşlar nereye uçar?

“Gönül şehbâzın Simurg-ı Kâf’a hem cenâh eyle

Bu alçaklarda pervâz eyleyen zâg u zegândan geç”

HAYÂLÎ

Şahsi ve toplumsal gündemi içinde bulunulan günde/günlerde karşılaşılan/karşılaştığımız olaylar teşkil eder/belirler. Mesela bugünler için Covid-19, petrol fiyatlarındaki düşme, enflasyonun artış hızı, sanal iletişimin artması, geleceğe dair belirsizlik, bundan kaynaklanan korku, endişe konuştuğumuz/konuşmak zorunda kaldığımız belli başlı gündem maddeleridir. Hepimiz bu konuların hikâyeleri içinde ne olacağını tam olarak bilmediğimiz/bilemediğimiz bir geleceğe sürüklenip gidiyoruz. TV’ler, gazeteler, radyolar da gündemin nabzını tutmak adına bizi bu “derin kuyu”nun içine çekiyorlar. Bu manada hepimiz ortak bir hikâyenin pasif kişilerine dönüşüyoruz. Lakin bu hal, doğru mudur değil midir gibi bir sorgulama imkânından da ne yazık ki mahrumuz yahut mahrum bırakılıyoruz.

Ölmek için doğduk

Oysa bizim bu güncel gündemden başka ayrı bir hikâyenin kişileriyiz. Bunu bilsek de bilmesek de, fark etsek de etmesek de hakikat değişmiyor. Bu ezel ve ebed hikâyemizin adı nereden geldik ve nereye gidiyoruz hikâyesidir. Çünkü yaşadığımız dünya Dede Korkutumuzun da dediği gibi  “Gelimli gidimli dünya/Son ucu ölümlü dünya”dır. Kalıcı değildir. Bu yüzden söz ağır gelse de hoşlanmasak da, duymak istemesek de hepimiz  “bu dünyada kalmak için değil ölmek için doğduk.” Doğumla ölüm arasında ise her birimiz için farklı takdir edilmiş bir hayat var. İşte bizim üzerini örtmek istesek de asıl hikâyemiz ve gündemimiz budur. Bu yüzden Yunus Emre, bir şiirinde kendi şahsında hepimiz için “Sen bu dünyaya niye geldin?” şeklinde hayata dair çok temel bir soru sorar.

Bu soru, yeni zamanların sormaktan kaçındığı sorudur. Çünkü dünyevi anlayış, varoluşu doğum ve ölümle sınırlar, Doğum öncesi ve ölüm sonrasına dair bize bir malumat vermez. Oysa hakikat, böyle değildir. Doğum öncesi ve ölüm sonrası da bir hayatımız da olacak ama onun nasıllığı/niceliği bu dünyadaki yapıp ettiklerimize göre şekillenecek. İşte bunun farkında olan arifler, bize “ölmeden önce ölmenin”, Yaratıcı ile bu dünyada vuslat halinde olmanın derslerini verirler. Bunu bilenler için de doğum öncesi ve ölüm sonrası belirsiz olmaktan çıkan bir hakikate dönüşür ve biz hayatı aslında ölümle güzelleştirmiş oluruz.

Kuşların yolculuğu

Bize bu anlamda dersler veren bilgelerden biri de Hz. Mevlana’nın “Attar yedi aşk şehrini dolaştı bizse hâlâ bir küçük sokağın başındayız” diye övdüğü sufi-şair, büyük bilge Feridüddin Attar’dır. (1142-1145) Attar, bütün dünyaca bilinen ve dilimize “Kuşların Yolculuğu”, “Kuşların ilahisi”, “Kuşların Dili” olarak çevrilen “Mantık’ut Tayr adlı eserinde bize sözünü ettiğimiz türden bir hikâye anlatır.  Bu hikâye tam da asıl gündemimizi olması gereken bir hikâyedir. Temel özelliği ise o az önce bahsini ettiğimiz ölmeden önce ölmek, yaratıcı ile daha bu dünyada vuslat halinde olmak, dolayısıyla bu dünya hayatımızı Allah merkezli olarak yaşama dersi vermesidir.

Eserde kahramanlar balıkçıldan baykuşa, sakadan bülbüle, papağandan kekliğe bütün kuşlardır. Bir gün dünyaya sürgün olarak gönderilen bu kuşlar, (çünkü ruh bedende dolayısıyla insan da dünyada bir sürgün hayatı yaşamaktadır.) bir araya gelip “cihanda başsız ülke yok, bizim de bir padişahımız olmalı” diyerek varoluşlarını sorgulayıp bu sultanı bulmak için bir yolculuğa çıkmaya karar verirler. Bu yolculukta kendilerine rehber olarak da Hüthüt kuşunu seçerler.  Hüthüt onları kuşların padişahı olan Simurg’a (Anka, Zümrüd-ü Anka, Türk mitolojisinde Tuğrul kuşu olarak da bilinir) götürecektir.

Bu hikâyede kuşlar, aslında her biri farklı karakterdeki insanları temsil ederler. Yani onlardan her biri birimizin haline karşılık gelmektedir. Ama onlar, daha işin başında mevcut dünya hallerini/yerlerini kaybetmek korkusuyla birer birer özür beyan etmeye başlarlar. Mazeretlerine gelince mesela bülbül gülden ayrılmak istemez. Hüma kuşunu kibri, doğanı kuşlar ararsındaki makamı, baykuşu kıskançlığı, sakayı çekemezliği bu dünyaya bağlamaktadır. Çıkacakları yolculuk ise daha önce tecrübe etmedikleri bir yolculuktur. Yolun tehlikeleri vardır. Fakat yol uzun, denizler derin, karalar sarptır. Simurg’a ulaşıp ulaşamayacakları ise şimdilik meçhuldür.  Fakat Simurg, onların bu korku ve endişelerini giderir ve yola düşerler. Önlerinde “istek, aşk, marifet, istiğna, tevhit, hayret ve fakr u fena” adları verilen yedi vadi bulunmaktadır. Bunları geçince Sîmurg’a ulaşacaklardır.

Hikâye hayli uzundur ve bunun için kitabı okumak gerekir ama final için de bir şeyler daha söylemek gerekiyor: “Bu yolculukta kimi yolda kalır kimi yem bulmak için yere iner kimi de açlıktan ölür. Sonunda yüz binlerce kuştan ancak otuz kuş hasta ve bitkin bir şekilde bu vadileri aşar. O sırada bir çavuş kuşu ansızın gelip kuşlara kim olduklarını, nereden geldiklerini sorar. Kuşların amaçlarını anladıktan sonra geri dönmelerini söyler, ardından da hepsinin önüne birer kâğıt koyup onlara “Bunları okuyun!” der. Kuşlar, yaptıkları her şeyin bu kâğıtlarda yazılı olduğunu görünce şaşırırlar. Bu sırada Sîmurg da tecelli eder. Fakat gördükleri Sîmurg, kuşların kendilerinden başka bir varlık değildir. Sîmurg’da kendilerini, kendilerinde de Sîmurg’u görürler. Bir anda hem kendilerine hem de Sîmurg’a bakarlar. Bu sırada bir ses duyulur: “Siz buraya otuz kuş geldiniz, bu aynada otuz suret belirdi, otuz kuş güründünüz. Daha fazla ya da daha az gelseydiniz o kadar görünürdünüz. Burası bir aynadır.” Sonunda kuşların tümü bu makamda Sîmurg’da yok olur, artık ne yol ne yolcu ne de kılavuz kalır. Böylece gölge güneşte kaybolur. Menzil-i maksûda vâsıl olan otuz kuş aradıkları sîmurgun kendileri olduğunu anlar.” (https://islamansiklopedisi.org.tr/mantikut-tayr) Niyazi Mısri de öyle demez mi? “Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü/ Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş/Öyle sanırdım ayriyem dost gayrıdır ben gayriyem/Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş..” Yine büyük Bilgemiz Dede Korkut’a bir daha atıf yapalım. O da öyle demez mi? “Yücelerden yücesin/Kimse bilmez nicesin/Güzel Tanrı/Nice cahiller seni gökte arar yerde ister/Sen bizzat müminlerin gönlündesin. ” Görüldüğü gibi bu mısralar, cümlelerde adeta Mantık’ut-Tayr’ın özeti gibidir. Demek ehl-i irfan için hakikat de misal de mesele de aynıdır.

Kuşlar bize ne söyler?

Şimdi bu hikâye neden bizim ebedi gündemimizi yahut hikâyemizdir sorusuna tekrar dönelim.  Bu hikayede Simurg, kolaylıkla anlaşılacağı gibi Allah’ı Hüthüt de aklı sembolize etmektedir. Hüthüt’ü bizi Allah’a ulaşma yolunu gösteren Peygamberlere, ariflere misal olarak da düşünebiliriz. Hikâyede amaç ise “vahdet-i vücut” yani “varlığın birliği” anlayışına sahip olmamızdır. Bu çok özel bir tecrübe olarak görülebilir ve herkesin bu tecrübeyi yaşayamayacağı söylenebilir ama şunu unutmamak lazımdı ki her insanın böyle bir birlik arayışı vardır. Geldiği nokta şöyle veya böyle olabilir ama kulluk şuuru inde bir hayat hepimizi Simurg’a yani Allah’a ulaşmamız için bir imkândır. Mesele mekândan zandan münezzeh olan Yaratıcı’yı gönüle sultan eylemektir. O, içimizdedir. Yeter ki kuşlar misali o yola çıkıp o yolculuğa çıkabilelim.

Diğer taraftan bugüne ve biz fanilere dair önemli bir mesaj da kuşların mevcut hayatlarında kendilerini görünüşte mutlu ettiğini sandıkları ama her biri ayak bağı olan makam, mevki, şöhret, kibir, kıskançlık gibi hallerin yolculukta insana nasıl bir ayak bağı oldukları gerçeğidir. İşte tam da bu noktada kendi hayatlarımızın sorgulamasına geçebiliriz. Bugün insanlığın yaşadığı güncel hikayede de durum aynı değil midir? Simurg yani Allah unutulmuş, her birimizin bir kötü huyu ayak bağı olarak kendini hakikat olarak kabul ettirmiştir. Bu yüzden arayışlarımızı, amaçlarımızı, bizi mutlu edecek şeylere dair kanaatlerimiz tamamen dünyevi bir anlayışla beslenir olmuştur.  Bunun çaresi ise Yunus Emre’nin dediği gibi Sultan’ı doğru seçmekten geçer: Onun Risalet’ün Nushiyye’de geçen “Neyi seversen imanın odur/ Nice sevmeyesin sultanın odur” beyti tam da böyle bir duruma işaret eder. Kısacası insanlığın asıl gündemi de sorunu da sultan olarak bileceği varlıkla olan ilişkileridir.

Asıl gündemimize dair

İşte bu bağlamda bugünün insanı Covid-19’a veya her zaman için karşılaşabileceği böyle bir sınavda meseleye sade bedenin varlığı/sağlığı açısından değil asıl olarak dünyaya bulunmanın neden ve niçinine dair sorular sormalı ve doğru cevaplar bulmalıdır. Biz, tesadüfen var olmadık, evrim gibi hikâyeler bizim varoluşumuzu anlamlandırmaz. Bir yerden geldik dünya dediğimiz bu durakta bir süre kaldıktan sonra yolculuk ölümle boyut değiştirip devam edecektir. Bize bu dersi de en iyi kuşlar ve sular anlatır aslında. Her ırmak en sonunda denize kavuşarak hasretini sona erdirip vuslatına erer. Yine her kuş da sonsuzluğa kanat çırparak bize bu dünyada arayıp bulmamız gereken bir mutlak varlıktan yani Simurg’tan söz eder. Bunu anlamak için de kendi aklımızı buna bir cevap bulamadığı için bu aklı ve tabi akılla binlikte gönlü anlar hale getirecek rehberlere, önderlere muhtacız. Bundan dolayıdır ki Allah, peygamberlerini gönderdi. Sonuncusundan sonra ise bu rehberliği âlimler ve arifler üstlendiler. Hadi onların sözünü duymuyoruz, şöyle etrafımıza bakmak da mı aklımıza gelmiyor. Mevsimlerin değişimi, ayın güneşin halleri, bir çiçeğin, bir ağacın hikâyesi bize bütün bu hayati sorularla ilgili bilgelik dersleri vermez mi? Verir elbette akleden kalp için. Öyleyse tuzaklarımızdan kurtulup bu eserde anlatılan kuşlar gibi bir yolculuğa kanat çırpmak gerekiyor. Eğer anlamlı bir gündem arıyorsak değişmeyen tek gündemiz aslında budur.