Yazarlar

Hepimiz kendi hikayemizin kahramanı değil miyiz?

Halep Bostan Paşa mahallesi... Halep'in vahşi bir kuşatmaya girmesinden birkaç gün önce. Tüm dünyaya cümle kurmaya çalışıyoruz ama ne söylesek yarım kalıyor. Türkmen Tugayı'nın Kürt savaşçısı Faruk bizi arabasına atıp Kastillo'da bombardımanından çekip çıkarıyor. Biraz geç kalsak biz de aylarca kuşatmada kalacağız. Son bir anı olsun istedik. Rama... Savaşın ne olduğunu henüz okumayı öğrenmeden adı gibi bilen küçük kız. Hemen arkada konuşunca gözlerinin içi gülen Ahmet Paşa. Rama tüm ailesini evlerini vuran bombanın yıkıntıları arasında kaybetti. Hayatta artık yalnız başına. Ahmet ise korumaya çalıştığı Halep toprağına girdi.
Bu hikayelerin arasında, hayatımın film şeridi gibi (ama gerçekten öyle) gözümün önünden geçtiği anlar da var. Normali bu mu bilmiyorum ama hiçbiri uykumu bölmüyor.

Zihnimdeki filmin makarasını geriye doğru sarınca hatırlamak için not defterlerine bakmak zorunda olmadığım sahneler hızla akıyor…

Sarı tozun içindeki Kabil’e biraz tepeden bakıyoruz. Yanımda Halil. Zihninizde canlanan tüm Afgan imgelerini alın ve Halil’in üzerine giydirin. Tastamam bir Afgan. Karışık uzunca sakallarıyla, yöresel Afgan kıyafetleri içinde, ateşin üstünde simsiyah olmuş çaydanlıktan artık kirden neredeyse görünmez olmuş bardaklarımıza çay dolduruyor. NATO Barış Gücü’ne bağlı askerler oturduğumuz dev gibi kayalığın altından konvoy halinde kışlasına dönerken Halil de artık olmayan sol ayağına bakıyordu. ABD’nin “terörle savaşı” koca ülkeyi baştan sona bir enkaza çevirirken Afgan Halil’in de ayağını bileğinin biraz üzerinden koparıp götürmüştü.

Myanmar’daki zulümden kaçarak azgın nehir sularını aşıp Bangladeş’e sığınan on binlerce Arakanlı Müslüman, Dakka Hükümeti tarafından berbat mülteci kamplarına kapatılmıştı. Çocuklar çamurun içinde neredeyse görünmüyor, insanlar dağıtılan birkaç kilo pirinç için birbirini eziyordu. Artık çaresizlikten deliren insanlar vardı kamplarda. Bir insanın çaresizlikten çıldırabildiğini orada öğrenmiştim.

Darfur’da kırmızı kafalı dev gibi bir kertenkelenin uyumaya çalıştığım derme çatma barakanın duvarında gezindiğini görmem uykumu kaçırmıştı evet ama ben daha çok sabah bulunduğumuz arabanın camını kırarak Sudan iç savaşıyla ilgili haberler yazmamı engellemeye çalışan Cancevit milislerinin neden o kadar kaba davrandığının sorusunu kendi kendime soruyordum. Evet onlar kaba insanlardı ama simsiyah bir Darfurlu yaşanan bu savaşın sebebini gayet iyi biliyordu: “Eskiden tarlalarımız çitlerle çevrili değildi. İngilizler gelip tarlaları çitlerle böldüler. Sonra kavga etmeye başladık, en sonunda kavga savaşa döndü.”

Bingazi’den Kaddafi güçlerini kovmayı başaran muhaliflerle birlikte Trablus’a doğru ilerlerken beni şarapnel parçalarından hiç tanımadığım biri kurtardı. Savaşa verilen molada şu meşhur Libya limonatalarından içerken kendisine minnet duymamın ne kadar da gereksiz olduğunu anlatmaya çalışıyordu. İki gün sonra öldü. Adı sanırım Muhammed’di.

Tahran güdümündeki Bağdat yönetiminin politikaları ve ABD işgalinin oluşturduğu ortamda ince ince kurgulanan DEAŞ, coğrafyanın bağrına kirli bir hançer gibi bırakıldıktan sonra Irak’ın en büyük kentlerinden Musul’u almış, binlerce Musullu da evini-barkını terk etmişti. Ezidi komşularının kızlarını DEAŞ’tan kurtararak (daha doğrusu köle pazarına çıkarılan kızları satın alıp “yasa dışı yollarla” ailesine teslim ederek) büyük bir cesaret örneği sergileyen Tel Aferli devlet memuru Kasım Hüseyin’in başına gelenleri Dohuk kentinde kardeşinden dinlerken yüreğim sızlamıştı. Hissetmiştim.

Suriye’de tüm ailesi gözünün önünde kimyasal saldırıda katledilen 12 yaşındaki Mustafa Halid, üzüldüğümü anlayınca baş parmağını kaldırıp “Sorun yok” demek istemiş ve gülmüştü. Kimyasal bombanın hedefi olan Han Şeyhun’u bana adım adım gezdiren sivil savunma görevlisi direniş ruhundan ödün vermemek için hararetli konuşmalar yapmış, durmuş, bir taşın üstüne oturmuş ve şöyle demişti: “Bebekleri öldürdüler.”

Halep Bostan Paşa mahallesi… Halep’in vahşi bir kuşatmaya girmesinden birkaç gün önce. Tüm dünyaya cümle kurmaya çalışıyoruz ama ne söylesek yarım kalıyor. Türkmen Tugayı’nın Kürt savaşçısı Faruk bizi arabasına atıp Kastillo’da bombardımanından çekip çıkarıyor. Biraz geç kalsak biz de aylarca kuşatmada kalacağız. Son bir anı olsun istedik. Rama… Savaşın ne olduğunu henüz okumayı öğrenmeden adı gibi bilen küçük kız. Hemen arkada konuşunca gözlerinin içi gülen Ahmet Paşa. Rama tüm ailesini evlerini vuran bombanın yıkıntıları arasında kaybetti. Hayatta artık yalnız başına. Ahmet ise korumaya çalıştığı Halep toprağına girdi.

Bunca kan gölünün ortasında insan kalmaya çalışması umutlandırmıştı.

İstanbul’da bir bir öldürülen Çeçenlerle ilgili cinayet soruşturmasının nasıl TİB tarafından karartılmak istendiğine ilişkin belgeyi saklanmaya çalıştığı dosyanın derinliklerinden çıkarıp yazdıktan sonra “Bu işi çok kurcalama” yollu üzeri kapalı tehditleri “havlayan köpek” diyerek geçiştirdim.

O günlerde bir darbenin ısıtıldığını, gerçekte FETÖ militanı olan gazetecilerin “Bakın gün gelecek hesap vereceksiniz” sözlerinden anlamamıştım. Ama 15 Temmuz gecesi savaş jetlerinin ses duvarını aşması nedeniyle bu kadar şiddetli ses çıkardığını anlayabiliyordum. Bunu, o gece çalıştığımız gazete binasını savunmaya gelen arkadaşlarıma da anlatmaya çalıştım. Daha önce sıcak savaş hatlarında defalarca şahit olmuştum çünkü. O gece hiçbirimiz korkmamalıydık.

Sabahın çok erken bir saatinde Beyrut’ta bir kafede, sınırda dikenli telin yanında, mültecilerle bir dağ başını yürürken, Diyarbakır’da, Güneydoğu’nun faili meçhul yıllarında 6 kişinin kemiklerinin aynı mezara gömülüp, 6 ailenin bir mezara gelip Kur’an okuduğuna şahit olduğumda, adliye muhabirliği yaptığım sırada ağır ceza mahkemelerinin kapısına asılı duruşma listeleriyle cebelleşirken toplumun temelinin acıyla kavrulduğunu düşündüğümde, Afrikalı işportacılarla ilgii yazı dizisi yazmak için Kurtuluş ve Kumkapı’da arka sokakları gezerken ya da Kentsel Dönüşüm öncesi İstanbul varoşları hikayeleri yazarken çok hikaye biriktirdim.

Bu hikayelerin arasında, hayatımın film şeridi gibi (ama gerçekten öyle) gözümün önünden geçtiği anlar da var. Normali bu mu bilmiyorum ama hiçbiri uykumu bölmüyor.

Sonra anladım ki bizim sosyal medyalarda ya da kafe sohbetlerinde içine düştüğümüz tartışmaların, birbirimizle girdiğimiz laf sokmalı kavgaların, klavye tuşlarını doçka mermisi yapıp birbirimize sıkmamızın gerçekle hiç mi hiç karşılığı yok. O saçma sapan tartışmalardan birinin içindeyken, henüz geçen hafta yüreğinin bir yarısını toprağa gömen Ersin Çelik Whatsapp mesajıyla teskin ediyordu beni, “Halep’te işini bitirip gel. Seni okuyayım. Sonra cağ kebap yemeye gideriz.”

Akif Abi’nin (Emre) ve İhsan Sönmez’in vefatları zaten örselemişti de Ecrin’imizin bir anda meleklerin elleriyle cennete gitmesi asıl gerçeği güm diye önümüze getiriyordu işte!

Ben hep gerçek hikayeler yazmak istedim. Sıradan insanların mucizevi hikayelerini bulmak istedim. Çoğu kez buldum da, ama içine zorla sokulduğumuz simülasyonda hiç kıymet görmediler. Neden görmediler?

Bu hikayeler kıymet görmeyince ben de o hikayelerin yanına gitmek istedim ama beni çoğu kez İsmail Halis tuttu. Sonra Mücerret’i müjdeledi bir anda.

Belki o hikayeleri gerçek sahipleriyle burada buluştururuz.