Yazarlar

Dünya, güç savaşını ne kadar taşıyabilir?

İkinci Dünya savaşından sonra kurulmaya çalışılan “barışçı düzen” iki önemli teoriye dayanıyordu. İlk başlarda önde gelen teori idealizm olarak ileri çıktı. Dünya savaşının nedeni büyüyen ve nüfusları genişleyen devletlere yeteri kadar ekonomik alan bırakılmaması savaşların ana nedeni sayıldı. Öncelikle, devletlere para sağlayacak, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve Gümrük ve Tarifeler Birliği gibi –bu günkü […]

İkinci Dünya savaşından sonra kurulmaya çalışılan “barışçı düzen” iki önemli teoriye dayanıyordu. İlk başlarda önde gelen teori idealizm olarak ileri çıktı. Dünya savaşının nedeni büyüyen ve nüfusları genişleyen devletlere yeteri kadar ekonomik alan bırakılmaması savaşların ana nedeni sayıldı. Öncelikle, devletlere para sağlayacak, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve Gümrük ve Tarifeler Birliği gibi –bu günkü adı Dünya Ticaret Örgütü –kuruldu. Parasız kalanlara para tüketim gereksinimleri olanlara gümrükler indirilerek ucuz mal verilecekti. Bu durumda dünya kaynakları için savaşmaya gerek kalmayacaktı.

Zbigniew Brzezinski
Kissinger

Sovyetler Birliği’nin yeni ekonomik düzeni kabul etmeyip doğu Avrupa ile birlikte sosyalist bir rejim kurması ve 1949’da atom bombasını kullanabilir hale gelmesi ikinci teori destekçilerinin görüşlerinin tutunmasına yol açtı. Ekonomik bolluk yeterli değildi, ekonominin arkasında askeri güç bulunmalıydı. Böylece ,Hans Morgenthau, Kissinger, Straus Hupe, Brzezinsky , Edward Luttwak gibi realist teoriyi (güç teorisini) savunanlara göre Amerika stratejisini oluşturdu. Realist teoriye göre NATO kuruldu ve Rusya’yı çevreleyen askeri paktlar yapıldı. Amerikalı teorisyenlere göre, Amerika hem uluslararası ekonomiyi hem de uluslararası jeopolitiği denetimi altında tutmalıydı. Askeri harcamaların yanında, hem üretim hem de tüketim ekonomisini geliştirebilen Batı stratejisi, Doğu Blokunun imajını uzun müddet yerle bir etti.

Batılı devletlerin, özellikle Anglo-Saksonların yarattığı düzen 1945’lerden 90’lara kadar üstün bir durumda devam etti. 1980’lerde başlayan dışa açılım, ihracat yönlü kalkınma modelleri ile Doğu bloku 1990’ların başında çöktü. Artık liberal kapitalist model dünyadaki tek ideolojik model olarak kalmıştı ve bütün devletler bu modele uymak durumundaydılar. İşin ilginç tarafı Komünist Çin ve Rusya demokratik olamadılar ama kapitalizme ve ihracat yönlü modele döndüler. Aleyhlerine iki dünya savaşı yapılmış olan Almanlar eski rakipleri Fransızları, İngilizleri ezerek geçip Avrupa’nın en refah içindeki ülkesi oldular. Yeni ekonomik güç odakları ortaya çıktı. Herkes, Amerikalıların üniversitelerde öğrettiği işletme modellerini öğrenip uyguladılar. Batılı devletler karşılarında kendileri gibi üreten, satan, uluslararası pazarlara yerleşen, enerji kaynaklarını işleten rakiplerle karşılaştılar.

Batının “lideri” Amerika güç teorisini uygularken birçok müttefikini yanında Batı dışı alanlara sürükledi. Tarihi geçmişi incelendiğinde Amerika’nın 200 yıldır sürekli savaş yapan bir devlet olduğu dikkati çekmekte. Özellikle ikinci dünya savaşından sonra dünya jandarmalığına soyunması nedeniyle deniz aşırı giriştiği savaşlar Amerikan ekonomisini yıprattı. Ortadoğu’da İsrail’i rahatlatmak için giriştiği Müslümanları birbirine kırdırma stratejisi hem kendisine hem de Batılı ülkelere “terörizm” olarak yansıdı ve ürettiği bu durumu her fırsatta siyasal olarak kullandı. Amerika’nın demokrasi getirme söylentisinin ülkelerin iç işlerine müdahale için ortaya attığı bir slogandan ileri gitmediği görüldü. Yeni kapitalist ve otoriter kapitalist ülkelerin rekabette zorlanmaya başlayan Amerika, bu sefer Doğu blokunun eski lider ülkeleri Çin ve Rusya karşısında ahlaki üstünlüğünü de kaybetti. 2008 yılında Ortadoğu savaş harcamaları nedeniyle iflas eden Amerikan maliyesi Başkan olarak Obama’yı üretti. Ortadoğu’da barış yapmak için büyük umutlarla iş başına gelen Obama Amerikan lobilerine mağlup oldu ve savaşlar devam etti. Artan maliyetler, yurt dışına kaçan ve özellikle ucuz işçiliğin bulunduğu Çin ülkelerde üretim yapan Amerikan yatırımcıları Amerika’da işsizliğe neden oldu. Sert uluslararası rekabet ve bitmeyen savaşlar sonucu yıpranan Amerikan ekonomisi Trump’ı başkanlığa getirdi. Zengin Amerikalı beyazların ve Amerikan orta sınıfının kafasında olanı Trump sloganıyla ortaya attı: ’Önce Amerika’. Trump içerdeki İsrail lobisi nedeniyle seçim vadinde söylediği gibi savaşları bitiremediği gibi Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan ederek Amerikan elçiliğini Kudüs’e taşıdı. Dolaylı olarak Çin’i sıkıştırdığı Kuzey Kore ile nükleer silahları ortadan kaldırmak için giriştiği, bir adım ileri iki adım geri stratejisinden Nobel barış ödülü alacağını zannedecek kadar kendi stratejilerine güvendi.

Öte yandan, Amerikan ekonomisinin canlanma için bu II.Dünya Savaşı’ndan sonra yarattıkları idealist liberal teoriyi bir kenara bırakıp kendilerinin kalkındırdıkları müttefiklerini ezen bir yola sapmak zorunda kaldı.

Amerika, Çin’e karşı ekonomik dengeyi değiştirmek için yeni gümrük vergileri koyarken bir yandan Pasifik donanmasıyla Çin’i sıkıştırmaya girişti. Aynı Amerika, müttefiki olan Avrupa’yı zora düşürecek olan Çelik ve Alüminyum üzerine vergi uygulamaya başladı. İsrail lobisinin baskısıyla İran’la yapılan nükleer antlaşmadan çekilen Amerika İran’la ekonomik ilişkileri olan ülkelere karşı da yaptırımlar uygulayacağını belirterek Avrupalı müttefiklerini bir kez daha yokuşa sürdü.

Rusya, Latin Amerika’dan başlayarak, Avrupalı müttefiklerini, Tarns Pasifik Antlaşması’nı iptal ederek Asya’daki müttefiklerini zor duruma düşüren Amerika’nın politikalarını Napolyon’un söylediği bir strateji ile izliyor. Napolyon, ‘düşman hata yaparken onun hızını asla kesmeyin’ demişti. Rusya ve Çin’de İklim Antlaşması’nı reddeden Amerika’daki dostları Meksika ve Kanada’yı da gümrüklerle zor duruma düşüren Trump’ı sessizce izliyor. Amerika’nın, Rusya’nın yayılmacılığını ileri sürerek Avrupa ülkelerinden askeri harcamalarını gayri safi milli hasılalarının 2% kadar artırmalarını istemeleri karşısında Avrupalılarda bir kımıldanma yok. Avrupalılar Rusya’dan değil kendi ülkelerine yönelen Afrikalı, Ortadoğulu ve Asyalı göçmenlerden korkuyorlar. Almanya Rusya ile yakınlaşmak istiyor. İtalya’daki popülist yeni hükümet Putin tişörtleri giyiyor. İngiltere’nin Türkiye Çin dahil yeni ekonomik ortaklara ihtiyacı var. Fransa Başkanı Macron, Putin’le görüşerek İran konusunda yumuşama olup olmayacağını araştırıyor. Fransız otomotiv sanayiinin yeni yatırım alanlarına ihtiyacı var. Türkiye, İran ve Rusya Birliği Suriye sorunu çözme çabaları gösterirken Amerika’nın bütün yapılan görüşmelere rağmen ne yapacağı belirsiz.

Avrupa, Amerika’nın jeopolitik kaygılarından bıktığı için Amerikan düşünce kuruluşlarının görüşlerini artık dikkate almıyor. Amerika-Avrupa diyaloğu çökerken Rusya-Avrupa diyaloğu ağır ağır gelişiyor. Bu ağır gelişmenin nedeni Rusya’nın Avrupa’ya, Avrupa’nın da Rusya’ya tam olarak güvenememesidir. Ancak, Amerika’nın tekil politikaları devam ettikçe aslında bir Avrupa devleti olan Rusya ile Avrupa’nın ilişkilerinin artacağı tahmin ediliyor. 1968’de öğrenci hareketlerini kullanarak Amerika’nın alaşağı ettiği Fransa’nın adamı De Gaule’e göre Avrupa Birliği’nde İngiltere’ye yer olmayıp düşünülen ülke, De Gaule’ün deyişiyle Urallara kadar Rusya idi. Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı da İran sorununun çözülmesi açısından Avrupalılar, Rusya ve Çin arasında yapılması gereken işbirliğinden bahsediyor.

Herhalde kendisine tavsiye edilen politikaları uygulayan Trump’ın Amerika içinde oyu artıyor. İşsizlik de azalıyor olabilir. Ancak küreselleşen dünyada kendi göçmen nüfusuna dahi sert davranan bir ülkenin işin içinden nasıl çıkacağını görmek için epeyi beklemek gerekiyor.