Yazarlar

1988 yılıydı ve hava çok soğuktu

Yaşadığım şehir, tarihinin en büyük protesto mitingine sahne oluyordu. Ortalama Anadolu insanlarını meydanlara döken, İsrail askerlerinin bir tepenin yamacında Filistinli bir gencin kollarını taşlarla kırmalarıydı. Mazlum Filistinlinin çırpınışı o gün televizyonlarını izleyen bütün insanların yüreğine dokunmuştu. 50 binin üzerinde kişi işte bu haksızlığa isyan için meydanlara çıkmış, sloganlarla yürüyordu. O dönem bu yürüyüşten çok etkilendiğimi […]

Yaşadığım şehir, tarihinin en büyük protesto mitingine sahne oluyordu. Ortalama Anadolu insanlarını meydanlara döken, İsrail askerlerinin bir tepenin yamacında Filistinli bir gencin kollarını taşlarla kırmalarıydı. Mazlum Filistinlinin çırpınışı o gün televizyonlarını izleyen bütün insanların yüreğine dokunmuştu. 50 binin üzerinde kişi işte bu haksızlığa isyan için meydanlara çıkmış, sloganlarla yürüyordu.

O dönem bu yürüyüşten çok etkilendiğimi söylemeliyim. Türkiye’nin bazı şehirlerinde de benzer yürüyüşler yapılmıştı. Bu yürüyüşlere genel bir isim olarak ‘İsrail’i Tel’in mitingi’ deniyordu. Yani hep birlikte İsrail’i lanetliyorduk.

Üzerinden tam 30 yıl geçti. Biz bu süreçte defalarca İsrail’i lanetleyen mitingler, toplantılar, nümayişler yaptık. Hep bir hedefle, bir arzuyla; dünyaya İsrail’in ne kadar lanetli, ne kadar cani ve ne kadar zalim olduğunu anlatacaktık. Dünyadan da bu zulme bir son vermelerini isteyecektik. Öyle ya iki dünya savaşı arasında (1914-1945) kaotik ortamdan faydalanılmış ve düpedüz bir tezgahla İsrail kurdurulmuştu. Bu lanetli ülke, zaten BM’nin de hedefindeydi. Hakkında 250 civarında kınama kararı vardı. Demek ki biraz daha sesimizi çıkarsak, acılar son bulacak ve dünya daha yaşanabilir olacaktı.

Ne var ki yıllar geçtikçe Filistin meselesinin hiç de düşündüğümüz gibi olmadığını, haklı olanın değil, güçlü olanın haklı sayıldığı uluslararası bir düzen olduğunu fark ettik. İsrail ne yaparsa yapsın, hiç bir uluslararası yaptırımla karşılaşmıyordu. Ne kadar masum insanı öldürürse öldürsün küçük kınamalar dışında bir tepki almıyordu. Çocukların ve kadınların haykırışları kısa süre sonra unutuluyordu. Filistinlilere ait evlere el koyuyor, arsalarını istimlak ediyor, zeytinliklerini yakıyor ama dünya bütün bu zulümlere sessiz kalıyordu. Konu İsrail olduğunda uluslararası sözleşmeler, Cenevre mutabakatı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi vs. rafa kalkıyordu. Dünyanın bir çok ülkesinde yaşanan küçük çaplı hadiseleri yıllık insan hakları raporunda büyük laflarla dile getiren ABD Dışişleri Bakanlığı, konu İsrail olunca tek satır bahsetmiyordu.

Bir de çoğunluğu Arap ülkesi olan, İslam dünyasının sessizliği, öfkemizi ikiye katlıyordu.

Yıllar da işte bu kısır döngü içinde geçti gitti. Biz bağırıyorduk, İsrail yeni bir zulme imza atıyordu. Biz öfkeleniyorduk, İsrail yüzlerce Filistinliyi öldürüyordu. Çığlığımız İslam dünyasının ortasında bir ur gibi yer bulmuş İsrail’in kulağına ulaşmıyordu bir türlü. Biz  öfkelendikçe, meydanları doldurdukça, bağırdıkça hiç bir şey değişmiyordu. İsrail işgal ettiği alanları daha da genişletiyor, başta Kudüs olmak üzere bütün Filistin kentlerini Yahudi yerleşim birimleriyle dolduruyordu.

ABD’nin büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma seremonisini izlerken işte bu düşünceler aldı götürdü kalbimi. ABD’nin tam desteğini arkasına almış lanetli ülke, bütün Ortadoğu’yu, bütün İslam dünyasını yeniden öfke ateşine atıyordu. Bir kaç kilometre ötede onlarca Filistinli, ellerinde silah olmaksızın şehit edilirken, beride alkışlarla ABD elçiliği Kudüs’te açılıyordu.  Uluslararası hukuku hiçe sayarak, İslam dünyasından gelen tepkilere kulaklarını kapatarak, BM’de 180 ülkenin aldığı Kudüs İsrail’in başkenti değildir kararı ortada dururken. Ve daha acısı Müslümanların kutsal ayı Ramazan’a iki gün kalmışken.. Ve daha da acısı mazlum Filistin halkının gözünün içine soka soka, topraklarını işgal ettikleri felaket gününde.

Çıkış yolu neresi?

İşte ruh halimiz bu.

Bu ruh halini tam 30 yıldır biz yaşadık. Bizden önce babalarımız 60 yıldır yaşıyorlar, onların babaları 90 yıldır bu açmazı izliyor.

Bizden sonraki nesiller de aynı acıyı yaşayacak mı peki.

İşte bu soru çok önemli. Cevabı ise can yakıcı ve tedavi edici.

Bağırarak, öfke silahımızı kuşanarak çıktığımız bu yolda artık rasyonel adımlar atmanın zamanıdır.

En büyük silahımız siyasi bilincimizdir. Çocuklarımızı siyasi bilinçle yetiştirmek ve zalime karşı her zaman mazlumun yanında olma şuurunu aşılamamız gerekiyor.

Bu şuur, hangi mesleği yaparsa yapsın, hangi ekonomik durumda olursa olsun onu hakka ve doğruya yönlendirecektir.

Bir politikacıysa en güçlü alt yapıya sahip olması, yüksek bir tarih ve sosyoloji bilinciyle donanması gerektiğini bilecektir.

Bir mühendis ise mesleğini en başarılı şekilde yapmak için ve en iyi olmak için uğraşacaktır.

Bir işçi ise yaptığı işi en sağlam şekilde yapması gerektiğini bilecektir. Bir doktor ise hastalarını en sağlıklı şekilde tedavi edecektir.

Ülkesi için, milleti için ve bütün insanlık için çalışacaktır.

İsrail’in değer tanımazlığı, insanlıktan çıkmışlığı karşısında yeni nesli, çelik gibi bir irade ile yetiştirmeliyiz.

Bilimde ve sanatta dünyanın en iyileri yapmalıyız.

Onlara Batı’nın bencilliği karşısında insanlığı ve erdemi öğretmeliyiz.

Yeni nesil inancıyla, yaşam tarzıyla, bilinciyle, insanlığıyla dünyaya örnek olmalı. Sinemacılarımız medeniyetin merkezine insanı alan en güzel filmleri çekmeli. Akademisyenlerimiz dünyaya bilim ihraç etmeli.

Sanayicilerimiz dünyaya teknoloji satmalı, fabrikalarımız dünyanın en kaliteli mallarını üretmeli.

Şundan hiç şüphem yok ki, başta Filistin olmak üzere İslam dünyasının hatta geri kalmış ülkelerin yegane kurtarıcısı Türkiye olacaktır.

Dünyanın çifte standartlı hesaplarını sadece Türkiye bozacaktır.

Dünyanın 5’ten büyük olduğunu İslam dünyasına Türkiye gösterecektir.

İslam dünyasının ihtiyaç duyduğu özgürlükler kapısını Türkiye aralayacaktır. Bunun için biz geçiş nesli ve yarının kuşaklarının önünde tarihi bir sorumluluk duruyor.

Bu sorumluluğu kuşanmanın vaktidir.

Yoksa 90 yıldır hissettiğimiz gibi bundan sonra da bu soğuğu ilelebet hissederiz.