Röportaj

Anadolu bir tercih ya da romantik bir fantezi değil, buz gibi bir zorunluluktur.      

Kıyametin İlk Günü Malazgirt 1071, Malazgirt Zaferi Bin Yıllık Miras, Türkiye Selçukluları, Selçukluları Yeniden Keşfetmek, Doğunun ve Batının Sultanı: Alparslan, Kayıp Ülkenin İzinde gibi birçok kitabı çıkan Doç. Dr. Mustafa Alican Malazgirt, Selçuklular ve Anadolu ile ilgili araştırmalara kaynak niteliğinde eserler vermeye devam ediyor. Malazgirt, Selçuklular ve Anadolu ile ilgili olarak toplumumuzda yaygınlık elde etmiş olan yanlış bilgilerin doğru şekliyle öğrenilmesi için çalışıyor.

Alican’ın Dr. Bahattin Çatma ile birlikte hazırladığı “Kayıp Ülkenin İzinde” kitabı Anadolucu tefekkür üzerine derin bir okuma sağlıyor.

Muş Alparslan Üniversitesi’nden Doç. Dr. Mustafa Alican ile Anadoluculuk, Anadolu’nun yeniden ihyası ve “Kayıp Ülkenin İzinde” kitabı üzerine özel bir röportaj gerçekleştirdik.

İyi (Mücerret) okumalar.

Dr. Bahattin Çatma ile birlikte Anadolucu tefekkür ve mütefekkirlere ilişkin bir kitap hazırladınız. “Kayıp Ülkenin İzinde” isimli bu kitabınızda neyi amaçladınız, yapmak istediğiniz şey neydi, okuyucuya nasıl bir perspektif kazandırmayı hedeflediniz?

Kayıp Ülkenin İzinde”yi hazırlama arzumuzu güdüleyen temel amaç, neredeyse unutulmuş diyebileceğimiz Anadolucu tefekkür biçiminin yeniden hatırlanmasına dönük bir çaba ortaya koymaktı. Uzun yıllardan beri Anadolu’da çalışan ve Türkiye’nin her şeyden önce tefekküre ihtiyacı olduğunu düşünen tarihçiler olarak, Türkiye’yi Türkiye yapan hiçbir tefekkür kırıntısının heba olmasına razı değiliz. Bu bakımdan, kitabımızın, bizi var eden ve benlik idrâkimizi takhîm edecek olan düşünme biçimlerinden birini yeniden hatırlama ve hatırlatma girişimi olarak görülmesini isteriz.

Anadolu, gerek tarihî mirası gerekse kültürel birikimi ve potansiyeli ile özellikle son yıllarda Türkiye’nin düşünce gündeminde eskisinden daha fazla belirleyici olmaya başladı. Bir başka söylemeyle, Türkiye artık Anadolu’nun rengini daha fazla yansıtan bir yere dönüştü. Bunun önemli ve üzerinde durulması gereken bir husus olduğunu düşünüyoruz. Dolayısıyla da ülke olarak Anadolu’nun bir tefekkür kaynağı olma noktasında neye tekabül ettiğini ya da edebileceğini anlamaya ve anlatmaya gereksinimimiz var. Buradan hareketle kitabı Türk okuyucusunun Anadolu imgesini daha da derinleştirmeye yönelik bir girişim olarak da değerlendirmek mümkün. Hatta bir çeşit kendilik bilincinin toprağı olarak Anadolu’ya düzülmüş bir methiye de denilebilir.

Anadoluculuk bir düşünce değil, bir çeşit metodolojidir

Giriş mahiyetinde bir soru sormak isterim. Anadoluculuk nedir, hangi kavramlar üzerine inşa edilmiştir ve Anadoluculuk düşüncesi nasıl ortaya çıkmıştır?

Anadoluculuk, kısaca Anadolu merkezli bir tefekkür biçimidir. Anadolucu tefekkürde vatan, millet, tarih, memleket, millet, İslâm vb. kavramlara belirgin bir önem atfedilmekle birlikte tefekkürün şu ya da bu kavram seti üzerine inşa edildiğini söylemek pek de mümkün değildir. Çünkü belirli sınırlara sahip olan kavramsal ve paradigmatik (hatta benim kanaatimce ideolojik) bir düşünce değil, bir çeşit metodolojidir Anadoluculuk. Anadolucuların her birinin muhtelif dünya görüşlerine sahip olması da bunu gösterir. Anadoluculuk için dünyaya “Anadolu’yla, Anadolu’dan, Anadoluca, Anadolulu bakmak” denilebilir belki. Zaten bütün tarihsel serencamını düşünce zemininde yürütmüş olan tefekkürün hiçbir zaman aksiyoner bir harekete dönüşmemiş olması da bu duruma bağlanabilir. Dolayısıyla denilebilir ki, Anadoluculuk, Anadolu hassasiyetidir. Nitekim ortaya çıkışına da yansır bu. Osmanlı’yı ayakta tutmak için geliştirilen Türkçülük, İslâmcılık ve Osmanlıcılık gibi kuşatıcı perspektiflerin pratikte işlevsiz olduğunun fark edilmesi üzerine “elde kalan son toprak parçasını muhafaza” edebilme gayretinden neşet etmiştir. Reflektif ve korumacı; hatta biraz da romantiktir. Anadolucu mütefekkirlerin büyük kısmının edebî uğraşlara sahip kimseler olmaları bu bakımdan tesadüf değil gibi görünmektedir.

 

Anadoluculuk 1071 sonrası dönemde bu coğrafyada teşekkül eden yeni bir varolma biçimini kutsallaştırıyor

Hocam, bir de Mavi Anadoluculuk fikri var. Anadoluculuk ve Mavi Anadoluculuk fikri birbirinden farklı mı, ikisi arasında nasıl bir ilişki var?

Anadolucu ve Mavi Anadolucu fikir adamlarının ortak paydası Anadolu olmakla ve aralarında metodolojik bakımdan bir yakınlık da bulunmakla birlikte, Anadolu’yu kavrama ve kurma biçimlerinde derin bir farklılık var. Bir başka ifadeyle, her iki düşünce damarının Anadoluları birbirinden farklı. Anadolucular örneğin 1071 tarihinde meydana gelen Malazgirt Savaşı’na ve bu savaşı takip eden süreçte oluşan Anadolu’ya atıfta bulunarak Anadolu’yu Anadolu yapanın bu dönem olduğuna işaret ederken Mavi Anadolucular tarihî sondaj girişimini daha derinlere, antik dönemlere kadar götürüyorlar. Seküler ve Batıcı yönü ağır basan Mavi Anadoluculuk benim gözüme her zaman modern ulus inşâsının bir varyantı gibi görünmüştür. Özellikle Antik Yunan’a ilişkin Mavi Anadolucu kavrayışı ben biraz da Batı’nın kendisini tarif ettiği değerlere ortak çıkmak olarak anlıyorum.

Aralarına kabaca bu şekilde bir sınır çizilebileceğini düşündüğüm Anadoluculuk ile Mavi Anadoluculuk aynı kıyafetleri giymiş farklı insanlar gibi bir anlamda. Mavi Anadoluculukta doğrudan doğruya binlerce yıllık geçmişiyle ve coğrafya olarak Anadolu’nun kendisi idealize edilirken, Anadoluculuk Anadolu’nun dolayımında 1071 sonrası dönemde bu coğrafyada teşekkül eden yeni bir varolma biçimini kutsallaştırıyor. Nereden bakılırsa bakılsın bunlar son derece farklı şeyler ve bu bakımdan da farklı bir biçimde değerlendirilmeyi hak ediyorlar.

Anadolu’yu bir toprak parçası olarak değil bir fikir olarak kavrıyorum

Anadoluculuk, çok büyük bir sevdadan ve coğrafyadan beslenen tutkudan vazgeçmek zorunda kalıp kendilerinin oluşturdukları coğrafyadan ve kavramlardan vazgeçmemek için sınırları çizilmiş bir fikir mi? Yoksa Anadolucu sınırları metafor gibi algılayıp yeniden Anadolu’dan doğacak bir güneş şeklinde mi algılamalıyız?

Daha önce de işaret ettiğim gibi, Anadoluculuk sınırları çizilmiş ya da çizilebilecek bir tefekkür biçimi değil. Bir başka ifadeyle, sabitesi Anadolu’dan ziyade Anadolu’yla özdeşleştirilen bir “var olma biçimi.” Bundan dolayı da benim gözümde bir vazgeçiş ya da kopuşu değil, “özü muhafaza etme gayreti” diyebileceğimiz şeyi imliyor. Öte yandan örneğin bir Yahya Kemal’i, Ahmed Hamdi’yi ya da Necip Fazıl’ı coğrafî açıdan Anadolu’ya sığdıramayacağımız da gayet açık. Bu bakımdan, ben, Anadolu’yu bir toprak parçası olarak değil bir fikir olarak kavrıyorum. Şu halde evet, Anadolucu coğrafî sınırlar bir metafor olarak okunarak Anadolu’nun yalnızca Anadolu’ya inhisar eden bir kavrayış olmadığı söylenebilir.

 

Anadolucu tefekkürün İslâm’ı bu coğrafyayı içerisine alan kuşatıcı bir kültürel çerçevedir

Kitaptaki mütefekkirlere baktığımızda Anadolucuların tamamındaki ortak noktalardan biri İslam dini ve kültürüne verdikleri önemdir. Anadolucuların tarif ettiği Anadolu kültürünün temel bileşenlerinden en önemlisi İslam’dır. Sizce İslam, Anadoluculuk kavramının oluşmasına nasıl bir katkı sağlamıştır?

Aynı zamanda Anadoluculuk ile Mavi Anadoluculuk arasındaki en önemli fay hattı olduğunun da söylenebileceğini düşündüğüm İslâm vurgusu, sizin de dediğiniz gibi Anadolucuların Anadolu kavrayışındaki temel bileşenlerden biri. Benim kanaatim de bu yönde. Anadoluculuğun baskın bir İslâmî renge sahip olduğunu düşünüyorum. Fakat burada özellikle belirtilmesi gereken bir nokta var ki, bu da Anadolucuların İslâm vurgusunun dinî bir vurgu olmanın ötesinde ya da berisinde kültürel bir vurgu olduğu. Bir başka ifadeyle, Anadoluculukta, İslâm dinî bir tanımlamaya ya da belirlemeye değil hâkim kültürel vurguya işaret ediyor. Daha anlaşılır hale gelmesi için eklemek istiyorum; Anadolucu tefekkürün İslâm’ı yalnızca Müslümanlara ait olan bir şey olmaktan ziyade bu coğrafyanın gayrimüslimlerini de içerisine alan kuşatıcı bir kültürel çerçevedir. Dolayısıyla Anadolucu tefekkürde, 1071 sonrası dönemde Anadolu’yu Anadolu yapan dinî, siyasî ve kültürel bir olgu olarak İslâm’dan bahsedilebilir. Bu İslâm teolojik bir İslâm değildir. Anadolu İslâm’ıdır. Nevi şahsına münhasır tarafları vardır ve bu taraflar Anadolu’nun oluşumunda belirleyici bir rol üstlenmiştir.

Anadolucuğun, diğer tefekkür biçimleri gibi dergiler aracılığıyla vücut bulduğu söylenebilir

Anadolu Mecmuası, Anadolu Dergisi, Dergah Dergisi ve diğer Anadoluculuk düşüncesinin hayat bulduğu mecmuaların Anadolucu hareket üzerine olan katkısı ve oluşturdukları zemin hakkında neler söyleyebiliriz?

Başta Anadolu Mecmuası olmak üzere, isimlerini verdiğiniz ve vermediğiniz birçok dergi, kuşkusuz bir dönem Cemil Meriç merhumun ifadesiyle “tefekkürün hür kalesi” olarak öne çıkan fikir neşretme araçları olmaları hasebiyle Anadoluculuğun ilmek ilmek işlendiği gergefler olma hüviyetine sahip olmuşlardır. Bu bakımdan Anadolucuğun, diğer tefekkür biçimleri gibi dergiler aracılığıyla vücut bulduğu söylenebilir. Bu dergilerde Anadolu şiir, hikâye, düşünce ve seyahat yazıları gibi edebî manivelalar da kullanılarak işlenmiş, hem bir tefekkür hem de bir duyuş tarzı olarak olgunlaştırılmaya çalışılmıştır. Bununla birlikte, tefekkürün dergiler üzerinden teşekkül etmiş olmasının, onun “çoklu bir yapıya” sahip olmasını sağlayan bir etken olduğunu da not etmeden geçmemek gerekir.

Mehmed Halid Bayri

Türklük Anadolu’yu Anadolu’yu yapan süreçteki belirleyiciliği teslim edilen bir olguydu

Anadolucu mütefekkirlerden Mehmed Halid Bayri, “Türkiye Cumhuriyeti” ismi yerine “Anadolu Cumhuriyeti” tabirinin kullanılmasının daha uygun olacağını ifade etmiştir. Çünkü etnik olarak “Türkiye Cumhuriyeti” isminin sınırlandırıcı olduğunu anlatıyor. Sizce bu fikirde Halid Bayri ne kadar haklı ve Anadolucu mütefekkirlerin “Türkiye Cumhuriyeti” hakkındaki temel görüşleri neydi?

Mehmed Halid Bayri’nin “Anadolu Cumhuriyeti” önerisi salt ona münhasır olan münferit bir örnek olmanın yanında zaten kendisinin de sonuna dek üzerinde durduğu ve temel bir kavramsallaştırma olarak ileri sürdüğü bir şey değildi. Nitekim onun Türkiye, Türkiye Cumhuriyeti ya da Türk Milleti ile ilgili medhü senalar içeren ifadeleri çok daha fazladır. Bu bakımdan onun münferit önerisini Anadolucu perspektifin bir bileşeni olarak görmek mümkün değildir. Başta Yahya Kemal ve Ahmed Hamdi olmak üzere Türk kavramını etnik bir göndermeden ziyade aşkın, etnisite-üstü bir referans olarak gören Anadolucu mütefekkirlerin Türk kavramı ile ilgili herhangi bir küllî rezervleri mevcut değildi. Hiçbir zaman da olmadı. Bilakis Türklük son derece önemsenen, tarihî ve kültürel önemine vâkıf olunan ve Anadolu’yu Anadolu’yu yapan süreçteki belirleyiciliği teslim edilen bir olguydu.

 

Anadolu, kendi çocuklarına havale edilmelidir

1071’de Anadolu’ya girerek bu vatana sahip olduk, Haçlılara Anadolu’da dur dedik, Milli Mücadele Anadolu’da başladı. Anadolu ve Anadolu halkı tarih boyunca devletine ve vatanına sadık kaldı. Fakat biz tarih boyunca Anadolu’yu ihmal mi ettik, Anadolu halkına gereken değeri vermedik mi? Eğer öyleyse Anadolu’yu nasıl ihya edeceğiz?

Anadolucu mütefekkirlerin belki de üzerinde en fazla ittifak ettiği husus, Anadolu’nun ihmal edildiği söylemidir. Nurettin Topçu’dan Necip Fazıl’a kadar Anadolucuların büyük bir bölümünde “mağdur Anadolu” meselesi önemli bir yer tutmaktadır. Buna göre, tarih boyunca devletin yükünü çeken, dünyanın kuş uçmaz kervan geçmez yerlerinde devletleri ve milletleri için şehit olan Anadolu çocuklarına gereken önem verilmemiştir. İmparatorluğun ana vatanı olan Anadolu özellikle de Osmanlılar döneminde bu bakımdan adeta bir müstemleke mumalesi görmüş, yok sayılmıştır. Halbuki Anadolu, dün olduğu gibi bugün ve yarın da milletin mukadderatında belirleyici olabilecek bir cevheri ihtiva etmektedir. Bu sebeple Anadolu, Nurettin Topçu’nun ifadesiyle “kendi çocuklarına havale edilmelidir.”

Mehmed Halid’in belirttiği biçimiyle “ecza-yi ferdiyesi yekdiğeri içerisinde kaybolmuş” bir bütün olan Anadolu’nun ihyası için Anadolucuların birçok reçete sunduklarını belirtelim. Mütefekkirlerimizin kendi meşrep ve kavrayışlarına göre farklılıklar da arz edebilen söz konusu reçeteler, eğitimden ekonomiye uzanan bir dizi öneriyi ihtiva etmektedir. Anadolu köylüsünden bir sınıf teşekkül ettirilmesi, tarım ve sanayi atılımlarının gerçekleştirilmesi, Anadolulunun kendisini tanıyıp bileceği ve sahip olduğu potansiyelin bilincine varacağı kaliteli (ve ahlaklı) bir eğitim-öğretim programının tesis edilmesi vb…

Anadolu bir tercih ya da romantik bir fantezi değil, buz gibi bir zorunluluktur

Anadolu’nun dört bir tarafına devlet tarafından ve özel sektör tarafından yapılan yatırımlar var. Burada çalışanlar ve yatırım yapanlar bir anlamda Anadoluculuk düşüncesinin ve Anadolu’nun ihyası düşüncesinin pratiğe dökülmesi noktasında bir yansıması mıdır? Anadoluculuğu siyasi bir fikir olarak düşündüğümüzde devletimizin ve milletimizin Anadolucu olduğunu söyleyebilir miyiz ya da Anadoluculuk diye bir düşüncemiz yok da sadece Anadolu’ya gereken önemi vermeye mi başladık?

Bugün Anadolu’nun dört bir tarafına yapılan yatırımları Anadoluculuk düşüncesinin (en azından Anadolucu tefekküre dayanan bir bilinç dolayımında) pratiğe dökülmesi olarak görmek belki biraz fazla kurgusal (ya da temenni mahiyetinde) olabilir, fakat benim düşünceme göre, özellikle de devlet yatırımları Anadolu’nun ihyası düşüncesi ile yakından ilgili. Bunu şunun için söylüyorum: Ülkemizde Anadolu insanı Cumhuriyet döneminde de uzun süre periferide yer alan, yeri geldiği vakit cahil yeri geldiği vakit ise saf ve terbiye edilmeye muhtaç görülen, tercihleri sağlıklı bulunmayan ve yönlendirilmesi gereken bir insan profiline karşılık geliyordu. Kuşkusuz modernleştirmeci siyaset pratiklerinin doğal bir uzantısı olan bu yaklaşım artık büyük ölçüde kırılmış durumda. Bunun tam olarak şu ya da bu siyasî perspektif ile kırıldığı kanaatinde değilim; daha ziyade aydınlanmacı yaklaşımların raf ömrünün dolması, devletin ve hükümetlerin kendilerine ilişkin kavrayışlarının daha sağlıklı bir zemine kavuşması ve buna paralel olarak da Anadolu insanının kendisine merkezde daha fazla yer bulması ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Artık devlet bizim dışımızda ve bizi terbiye eden bir Leviathan değil, öznesi olduğumuz ve iyiliğine de kötülüğüne de ortak olduğumuz bir şey. Bizim bir aksimiz, yansımamız.

Meseleye bu hattan baktığımızda, Anadolu’ya yapılan devlet yatırımlarının, bizim, kendimizi inşâ, ihyâ ve tahkîm etmeye dönük bir tasarrufumuz olduğunu, bu tasarrufun ise tıpkı Anadolucu düşüncenin ortaya çıkışına temel teşkil eden “o mecburiyet duygusunun” bir uzantısı olarak “kendimizi var kılmak” noktasında önemi idrak edilen Anadolu’nun Türkiyeleşmesi gerektiği düşüncesinin bir sonucu olduğunu düşünüyorum. En azından uzun yıllardır Anadolu’yu soluyan benim Anadolu anlayışım, Anadolu’ya bakışım ve Anadolu’yu kavrayışım bu yönde. Bu ise nereden bakılırsa bakılsın bir çeşit Anadolu bilincine karşılık geliyor. Dolayısıyla sizin belirttiğiniz şekliyle devletimizin ve milletimizin Anadolucu olduğunu söylemek sanırım siyasî bir kurgu olur; fakat bugün Anadolu’ya layık olduğu önemi ve değeri vermek isteyen, bunun varoluşumuzu ve geleceğimizi garanti altına alabilecek yegâne yol olduğunu düşünerek sözünü ettiğim mecburiyet duygusunu iliklerine kadar hisseden daha fazla insanımız, idarecimiz ve bu yönelimi önemseyen siyasî eğilimlerimiz var diyebiliriz. Dizlerimizin üzerine çöktüğümüz yer Anadolu ise ayaklanacağımız yer de Anadolu olacak. Bu bakımdan Anadolu bir tercih ya da romantik bir fantezi değil, buz gibi bir zorunluluktur.

Son bir soru sormak isterim. Size göre Anadoluculuğu şekillendiren 3 Anadolucu mütefekkir ve onların Anadolu hakkındaki birer sözünü öğrenebilir miyiz?

Anadoluculuk denilince benim aklıma Yahya Kemal Beyatlı, Mükrimin Halil Yinanç ve Nurettin Topçu geliyor. Benim Anadolu’mu ve Anadoluculuğumu bu üç büyük mütefekkirimiz şekillendiriyor.

Yahya Kemal Beyatlı: “Bir uçtan bir uca giden memalik-i mahrûsa-i şahâneye vatan, yetmiş iki dilde konuşan tebaa-i devlete ‘millet’ denir.

Mükrimin Halil Yinanç: “Bağrından birçok milleti çıkaran büyük bir ırkın torunları olarak Türk ismini yalnız kendi milletimize ait bir isim olarak almak veya onun adını bu milletlerden sade bir tanesine vermek, ilme ve idrake aykırı bir harekettir. Bu hal, bütün servetini evlatlarından yalnız bir tanesine verip öbürlerini mirasından mahrum bırakan babanın davranışını andırır.

Nurettin Topçu: “Anadolu’yu, yanan bir baba evinin enkazını devşirmek için çabalayan çocuğun, içteki düşmandan hâlâ sille yiyen acısıyla sevdim.