Portre

“Yakın” ve “uzak” düşmana karşı sarp yol: Zevahiri

Eymen Muhammed Rabi Ez-Zevahirî, 1951’de Giza’da, saygın ve müreffeh bir ailede dünyaya geldi. Gerek anne gerekse de baba tarafı, siyasette, bürokraside, akademide etkin çokça isim çıkarmış, elit ailelerdi.

Anne tarafından dedesi Abdulvahhab Azzam, doğu edebiyatı profesörü ve Kahire Üniversitesi’nin rektörü, Suudî Arabistan’ın ilk üniversitesi olan Kral Suud Üniversitesi’nin kurucusuydu. Mısır’ın Pakistan, Suudi Arabistan ve Yemen büyükelçiliğini yapmıştı. İslamî bilgisi ve dindarlığı münasebetiyle “dindar elçi” lâkabıyla anılıyordu. Annesi Ümeyme’nin kardeşi ise, 1945-1952 yılları arasında, Arap Birliği’nin ilk genel sekreteri olan Azzam Paşa idi. 

Giza’nın valilerinden biri Azzam’dı; milletvekili, danışman ve savcılar aile içinde eksik olmuyordu. Günümüze kadar da bu böyle devam etti. İşe bakın ki Yüksek Devlet Güvenlik Mahkemesi baş yargıcı Eymen Zevahirî’nin akrabalarından biri olacak ve “terör eylemlerinin son kurbanı olmaması için” villasında 24 saat korunuyor olacaktı.

 Azzam’lar nüfuzlarını Mısır dışına taşımaya da hevesli oldular. Dayısı Azzam Paşa’nın kızı Muna, Kral Faysal’ın oğlu Muhammed bin Faysal ile evlenmişti. Abdurrahman Azzam da Kral Abdülaziz Suud’un torunuyla evlenerek aileyi Suud hanedanlığının doğrudan hısımı hâline getiren ikinci ilmeği attı. Ailenin pek çok genci, petrol zengini krallıkta ikbal peşinde koştu ve kurdukları şirketler Suudîler tarafından finanse edildiğinden hayal kırıklığına uğramadılar da. Genç Eymen de isteseydi onlardan biri olabilirdi.

Baba tarafı da geri kalır değildi. Aslen Arabistan’daki küçük bir kasaba olan Zevahir’e dayanıyorlardı ve Kızıl Deniz’deki Harbî aşiretinin bir parçasıydılar. Dedelerinden biri meşhur El-Ezher’in 34. imamı Şeyh Muhammed Ahmedî Zevahirî idi. Akraba ve amcalarından çoğu doktor ve eczacıydı. Babası Muhammed Rabie de bir farmakoloji profesörü idi.

            Kitap kurdu

 Eymen’in Muhammed ve Heba adlarında ikiz kardeşleri vardı. Heba, Kahire Üniversitesi’nde onkoloji profesörü olacaktı. Muhammed ise dünyanın çeşitli yerlerinde insanî yardım faaliyetlerinde bulunacak fakat abisinden ötürü 1998’de Arnavutluk’ta, 1999’da BAE’de tutuklanacak, ülkesine iade edildiğinde idama mahkûm edilecekti. Serbest bırakıldıktan sonra Arap Baharı döneminde müteaddit defalar tutuklanacak ve ağabeyi hakkındaki soruşturmalarda kendisinden bilgi alınmaya çalışılacaktı.

Heba, ağabeyini “sessiz ve utangaç” olarak niteliyordu. Başkalarının tasvirlerinde de “sessiz” ibaresi öne çıkıyordu. Sonra da “çalışkan”, “okumayı ve şiiri seven” biri olması. Eymen annesine çok düşkündü ve onun için sevgi şiirleri yazıyordu. Rol modeli ise dayısı Mahfuz’du. Ondan derin biçimde etkilenmişti. Onun İngiliz sömürgeciliğine karşı tavrı yüzünden 1940’larda hapsi boylaması Eymen’in çocuk muhayyilesinde apayrı bir imgeye denk geliyordu.

Mahfuz Azzam, yuvarlak yüzlü, ihtiyatlı, ciddi Eymen’i insanlık dışı bulduğu için dövüş sporlarından nefret eden bir çocuk olarak tasvir ediyordu. Tam bir “kitap kurduydu.” Küçük yaşlardan itibaren mütedeyyin olan Eymen, meşru bulmadığı için mesleğini terk etmiş ünlü aktör Hüseyin Sıdkı adına yapılmış bir apartmanın gösterişsiz parçası olan bir mescitte namazlarını eda ediyordu.

 Harikulade bir talebeydi. İçe dönük ve hülyalı olsa da sınıf arkadaşları onun bir “dâhi” olduğunda hemfikirdiler. Öğretmenleri nezdinde de özel bir konumu vardı. Babası, bu özel konumun muhafazasına bilhassa özen gösteriyordu. Bir okul müdürü Eymen’in testi geçip okula kabul olunduğunu belirten bir not gönderdiğinde babasından gelen cevabî yazıda şunlar yazılıydı: “Yarından itibaren Eymen el-Zevahiri’nin müdürü olma onuruna sahip olacaksınız. Gelecekte, gurur duyacaksınız.” Eymen, az bir gayretle harika notlar alarak babasını hiçbir zaman mahcup etmedi. Babası onu aldığı iyi notlar için sinemaya götürerek Disney filmleri izletirken Eymen sınıf birinciliğini hiç elinden bırakmadı. 

            Dik başlı

Anne tarafında sömürgecilik karşıtı bir damar bulunsa da ailenin Batı karşıtı olduğu söylenemezdi. Keza Batıcı olduğu da söylenemezdi. Dayı Mahfuz’un bir ara Seyyid Kutup’tan Arapça eğitimi almış olması detayı, genç Eymen’in dünyasında belki de tüm bunlardan önemli bir asıl hâlini alacaktı.

Çocuk sayılacak yaşta mescitten dönerken yaşadığı hadise tam da bunu anlatmaktadır: Yolda dönemin Mısır Başkan Yardımcısı Hüseyin Şafi ile karşılaşır ve arabasına binme durumu belirir. Eymen bunu reddeder, “Müslümanları katleden bir mahkemeye katılmış birinin” arabasına binmeyi kendisine yakıştırmaz. Yorumcular, bunu onun otoriteye karşı dik duruşunun, korkusuzluğunun, kendine ve inançlarına duyduğu güvenin, dik başlılık ve çatışmaya açıklığının erken bir alameti sayarlar.

 Henüz 14’ünde iken Müslüman Kardeşler hareketine katılır. Ertesi yıl Arap âleminin en köklü ve yaygın bu İslamcı hareketi yasadışı ilan edilir ve mensupları takibata uğrar. Eymen de gençlik teşkilatı içindedir ve Seyyid Kutup’un fikirlerinden azami ölçüde etkilenmiştir. Onun İslam tarihine ve sahabe dönemine bakışı, öncü nesil ve mücadele anlayışı tüm dünya görüşünü şekillendirmiştir. Kutup eski İhvan’cı, Hür Subaylar darbesinin lideri Cemal Abdünnasır’ın komplosuyla idama mahkûm edildiğinde 15 yaşındaki Eymen de tutuklananlar arasındadır. Ne var ki rejimden gördüğü muamele onu yıldırmaz, daha bir keskinleştirir. Kutup’un idamından sonra radikalleşerek İhvan’dan kopar. O yaşta kurduğu yeraltı hücreleri daha sonra Mısır İslamî Cihadı olarak anılacak silahlı oluşumun belkemiğini teşkil edecektir.

            Altı Gün Savaşları’ndan sonra

Devrimci faaliyetlerine rağmen okulundan da geri kalmaz. 1974 yılında Kahire Tıp Fakültesi’nden pekiyi derecesiyle mezuniyetinin ardından 4 yıl da cerrahî dalında yüksek lisans yapar. 1995 yılında vefat edecek olan babası o yıllarda aynı okulda farmakoloji profesörüdür.

 Zevahirî, üniversite yıllarında çok aktifti. Dayısı Mahfuz’un arkadaşı, Yahudi kökenli ve eski bir Marksist olup daha sonra Müslüman olan Abdallah Scheifer, o yıllarda kendisiyle tanışmış ve geçirdiği merhalelere tanıklık etmişti. Scheifer, yakın zamana kadar komünistlerin kalesi olan fakültelerde Zevahirî ve arkadaşlarının kazandığı mevzileri görebiliyordu. Onun Selefîliğe kaymış devrimci söylemi hakkında şöyle diyordu: “Sen konuşurken geleneksel bir Müslüman’la değil de [komünist] partiye dönmüş de oradan biriyle konuşuyormuşum gibi hissediyorum.”

Eymen 3 yıl Mısır ordusunda cerrah olarak görev yaptıktan sonra Kahire’de Seyyide Zeynep semtinde Müslüman Kardeşler tarafından işletilen bir özel hastanede çalışmaya başlar, sonra da Maadi’de ailesine yakın bir yerde kendi kliniğini açacaktır. Bu süre zarfında İslamcı gençlikteki radikalleşme olanca hızıyla sürmektedir. Zevahirî’nin de sonraki istikametini tayin eden hadise 1967’deki Altı Gün Savaşları’nda Mısır’ın ve Arap ordularının İsrail karşısındaki hezimetidir. Çıkardıkları sonuç net ve serttir: “Yakın düşman” (Mısır ve diğer Arap rejimler) yenilmedikçe “uzak düşman” (İsrail, ABD) yenilmeyecektir.

Sözcü 

Bu zihniyetin öncülerinden biri, hezimetten önce 1964’te ilk hücreleri teşkil eden İsmail Tantavî’dir. 1975’te Askerî Teknik Koleji’ndeki silahlı kalkışmaları fiyaskoyla sonuçlandığında Tantavî Hollanda’ya kaçar, kalanların başında artık Zevahirî vardır. En büyük başarısı Tanzim El-Cihad’a o dönemde askerî istihbaratta albay olan Abbud Ez-Zümer’i ve Halid El-İslambulî’yi kazanmak olur. İkili, İsrail’le barış yolunda tam gaz ilerleyen Enver Sedat’ı durdurmak için ölümcül planlar yapmaktadır.

6 Ekim 1981’de bir askerî geçit töreni esnasında Enver Sedat’ı öldürmeyi başardıklarında zaten rejimin radarında olan Zevahirî de 300 kişiyle birlikte tutuklanır. Arkadaşlarının beyanına göre hapishanede sistematik biçimde dövülür, aşağılanır ve ağır işkencelerden geçirilir. Aynı davadan gözaltına alınan ve 3 yıl hapiste kalan Muntasır El-Zayat, çok sonra yazacağı Tanıdığım Kadarıyla Eymen Zevahirî adlı kitabında aykırı bir iddiada bulunur: Eymen işkencede çözülmüş ve arkadaşlarını ele vermiştir. Bunlardan biri daha sonra idam edilir. Sonraki dönemlerde Zevahirî’nin avukatlığını da yapacak olan El-Zayat’a göre Zevahirî’nin Mısır’ı terk etmesinin de daha sonra bu kadar radikalleşmesinin de sebebi aslında duyduğu bu gizli utançtır. (El-Zayat onu bir de en çok “Tek başına bile kalsa kendi dediğinin doğru olduğuna inanan” yapısı sebebiyle eleştirecektir.) Şu bir gerçektir ki hapishanede gördüğü şiddet Zevahirî’yi daha fazla radikalleştirecek ve şiddet yanlısı bir noktaya doğru itecektir.

4 Aralık 1982’de başlayan duruşmalarda en çok öne çıkan sima o olur. Ağır bir Arapça aksanla da olsa İngilizce yaptığı hitaplar kayda alınır ve demir kafes ardındaki sözleri 31 yaşındaki bu gözlüklü adamın 20 sene sonra yapacağı konuşmaların provası gibidir: “Bütün dünyaya seslenmek istiyoruz. Biz Kimiz? Neden bizi buraya kilitlediler? Ne söylemek istiyoruz? Bizler dinimize hem ideoloji hem de pratik olarak inanan Müslümanlarız. Bu nedenle İslamî bir devlet ve toplum kurmak için elimizden geleni yaptık.” Cümle aralarında dava arkadaşları haykırmaktadır: “Muhammed’in ordusu geri döndü!”

Yargılamalardaki bu öne çıkan tavrına rağmen Sedat suikastından beraat eder, ruhsatsız silah bulundurmaktan mahkûm olur ve 3 yıllık hapisliğinin ardından 1984’te özgürlüğüne kavuşur. 1985’te hac için gittiği Suudî Arabistan’a yerleşir ve Cidde’de Rabıta’ya bağlı bir sağlık kuruluşunda 1 yıl doktorluk yapar. Üsame Bin Ladin’le ilk tanışması da orada gerçekleşir. 

Azzam’ın teklifi- Zevahirî’nin teklifi

Zevahirî’nin demir atması bundan sonraki evrede gerçekleşecek olsa da Afganistan’la mesaisi aslında hapse girmeden evvel, kendi beyanıyla 1980 yazında başlamıştır. Sovyet işgalinden sadece birkaç ay sonra mülteci dalgaları kabarmaya başladığında Kahire’deki Müslüman Kardeşler’in klinik müdürü mültecilerin tedavisi için kendisiyle Pakistan’a gelip gelmeyeceğini sorduğunda onun cevabı elbette baştan bellidir. Peşaver’e ve Peştu kabileler yöresine Kızılay’ın himayesinde gider. 20 yıl sonra aynı yöreye dünyanın en çok aranan 2’nci adamı olarak dönecektir.

Geleneksel Afgan kıyafetiyle ülkesine geliş gidişlerinde dayısının arkadaşı Schleifer’le diyalogunu sürdürmektedir. Schleifer ondaki değişimi şöyle tanımlar: “Artık benimle değil de yüz binlerce insanla konuştuğunu hissediyordum.” Zevahirî, Peşaver’e gittiği ilk dönemde de düşmanımın düşmanı dostumdur mantığından, Komünist işgalcilere karşı ABD’yi müttefik sayan bir tutumdan uzaktır. Orada gördüğü serbest silah pazarı, yabancı gönüllülerin cesareti, sahip olunan örgütlenme imkânı bakışını daha da keskinleştirmiştir. Afgan cihadını ümmetin ABD’ye karşı vereceği savaşın bir hazırlık evresi olarak gördüğünü Schleifer’a açıkça ifade edecektir.

 80’li yılların ikinci yarısında Afganistan’la ülkesi arasında mekik dokuyanlar arasında Üsame Bin Ladin de vardır. Suudî Arabistanlı zengin, o dönemde cihadı finanse etmek için yaptığı seyahatler sonucu getirdiği paraları büyük oranda Abdullah Azzam’a ve onun kurduğu Mekteb Al-Khadamat’a aktarmaktadır. Filistin kökenli, saygın bir şahsiyet olarak Azzam, Bin Ladin’in üstadı ve danışmanı mesabesindedir. Onun Mekteb Al-Khadamat’ı, daha sonra Bin Ladin’in kuracağı cephede vurulan Arapların ailelerini bilgilendirmeyi amaçlayan El-Kaide El-Malumat yapılanmasının da ilham kaynağı olacaktır.

Sovyetler çekildikten sonra Araplar arasındaki stratejik ihtilaflar şiddetini artırır. Zevahirî, Azzam’ın cihad üzerindeki otorite ve tekelini sorgulamakta, Bin Ladin’in imkânlarını kullanmakta kendisiyle rekabet etmektedir. Aralarındaki rekabette Azzam’ın eli gün geçtikçe zayıflar. Çünkü savunduğu tez, akın akın cepheye koşan kanı kaynayan gençler için cazip bir teklif değildir: Afganistan’da kalarak burada kurulacak İslamî düzeni tahkim etmek. Zevahirî’nin teklifi ise hapishanelerden, işkencelerden çıkıp gelmiş, savaşacak yeni düşmanlar arayan genç idealistler için daha cazibedardır. Bin Ladin için de. 

            Afgan modeli

Azzam, Zevahirî’nin “yakın düşman” Mısır ve Suud rejimleriyle savaşma fikrine var gücüyle karşı çıkar. Bunu zamansız, zeminsiz ve hikmetsiz bulmaktadır. Arap mücahitler ihtilaflarını körükleyedursunlar Afganlar da birbirinin kökünü kazımak için tetiklere abanmışlarken Azzam, tarafları uzlaştırmak için mekik diplomasisi yürütmektedir. O günlerde, 1989’da arabasına yapılan bombalı bir saldırıda iki oğluyla birlikte katlolunur. Eylemin arkasında kimin bulunduğu günümüze dek muhtelif faraziyelerin konusu olmayı sürdürür. Afgan iç barışını istemeyenler kadar Zevahirî ve onun İslamî Cihad’ı zanlılar arasında sayıladurur.  

Azzam’ın yokluğunda Arap âleminin prestijli ailelerinden gelen ikili yepyeni bir oluşuma gidecektir. Biri parasını, diğeri teorisini ortaya koyarak güçlü bir ortaklık kuracaklardır. Bu ortaklık Suudî Arabistan ve Yemen’i tek başına temsil eden Bin Ladin’le Mısırlılar arasında bir ortaklıktır aslında. Mısır İslamî Cihadı’ndan Ebu Hafs askerî kanadın, Said finansın, Abdurrahman eğitimin, Mithat Mursî lojistiğin başına geçmiştir ve dolayısıyla örgütü gerçekte çekip çeviren Zevahirî’nin ta kendisidir. Bin Ladin finansör olması hatırına ve sembol olarak ön planda tutulmaktadır sadece.

Afgan Araplar denen Arap gönüllülerin çoğu gıyabî yargılamalar neticesinde ülkesine dönemeyecek durumdadır fakat savaş ağalarından Suud’un adamı Geçici Afganistan Devlet Başkanı Sıbğatullah Müceddidî “tüm Afgan olmayanların ülkeyi terk etmesini” istemektedir. Zevahirî’nin de emelleriyle bağdaşan bir şeydir bu. Mücahitleri Sudan, Yemen ve Ürdün’e taşıyarak Mısır’a sızma hareketleri tertipleme ve Afgan modeli bir gerilla savaşı yürütme fikrine Bin Ladin’i ikna etmekte çok da zorlanmaz.

Terörizm Allah’ın düşmanıdır!

1993’te İçişleri Bakanı Hasan El-Alfi’ye canlı bomba hücumunu Başbakan Atıf Sıdkı dâhil Mısır’ın idarecilerine yönelik bir dizi suikast girişimi izler. Sıtkı’nın aracına yönelik hamle de başarısız olur fakat 21 sivil yaralanırken Şeyma Abdülhalim adında bir kız öğrenci hayatını kaybeder. Rakip grup İslami Cemaat de o günlerdeki saldırılarında 200 kişiyi canından etmiştir. Ölü sayısı birkaç yıl içinde 1200’e çıkacaktır. Turistleri vurarak Mısır ekonomisini çökertme stratejisi sadece kendilerine yönelik nefreti körükler. Tepkilerin dozundan etkilenen Zevahirî, Şeyma’nın ölümünden duyduğu üzüntüyü paylaştığı bir açıklama yapma zarureti duysa da kitleleri yatıştırmaya bu yetmez. Sokaklarda kitleler “Terörizm Allah’ın düşmanıdır!” şeklinde slogan atarlar. Rejim de El-Cihad’ın 280 mensubunu tutuklar ve 6’sını idam eder. 

19 Kasım 1995’te İslamabad’da Mısır büyükelçilik binası 2 canlı bombanın hedefi olur. 3’ü Mısır’ın, 12’si Pakistan’ın güvenlik görevlileri olmak üzere 17 kişi ölür, 60 kişi yaralanır. Eylemi Zevahirî’nin adamlarından Ebu Hafs üstlenir. “Afganistan’a giden en iyi yol” olan Pakistan’ı düşmanlaştıracağı gerekçesiyle Bin Ladin bu operasyona onay vermemiş fakat sözünü dinletememiştir. 26 Temmuz 1995’te Addis Ababa’da Hüsnü Mübarek’i hedef alan suikast girişiminin başarısızlığa uğramasının ardından Mısır’ın Sudan’a uyguladığı baskı sonuç verir ve önce Bin Ladin, 1 yıl sonra da Zevahirî Sudan’dan ayrılarak Afganistan’a dönmek zorunda kalırlar. 

17 Kasım 1997’de Nil yakınlarındaki Luksor kentinde arkeolojik siteyi ziyaret eden çoğunluğu Japon, turist topluluğu hedef alan ve 78 kişinin ölümüne sebep olan saldırıdan sonra yapılan yargılamalarda Zevahirî gıyabında idama mahkûm edilir. Kamuoyu nezdindeki mahkûmiyetse bundan daha önemlidir. Kahire rejimi propaganda savaşında kitleleri kendi tarafında tutmasını bilir. ABD istihbarat birimlerinin de eğitim ve operasyonel desteğiyle Cihad hücrelerini bertaraf etmekte hızlı bir başarı elde eder.

             Seyyah 

Zevahirî’nin bu hummalı 90’lar boyunca pek çok ülkeye seyahat edebilmiş olması hayreti mucip bir detaydır. Sığınak ve finans bulmak gayesiyle sahte pasaportlarla çok sayıda ülkeyi gezip dolaşır. Bulgaristan, Bosna, Avusturya, Danimarka, İsviçre, Hong Kong, Malezya, Tayvan, Filipinler, Singapur, Yemen, Irak, İran bunlardan bazılarıdır. En ilginci ise 1993’te ABD’ye yaptığı gezidir. California’da Kuveyt Kızılay’ı adına bir camide konuşma yapmış, kara mayınlarında yaralanmış çocuklar için yardım talebinde bulunmuş fakat sadece 2000 $ toplayabilmiştir.

En ilginci 1996’da Çeçen cihadını canlandırmak üzere iki arkadaşıyla yaptığı yolculuktur. Üç kez araç değiştirdikten sonra Rus topraklarına girdikten birkaç saat geçmişken gözaltına alınırlar. Rus istihbaratı doktor kılığındaki Zevahirî’nin bilgisayarındaki Arapça metinleri tercüme ettirebilse hadiselerin akışı farklı cereyan edebilecektir. Kaçaklar 5 aylarını Mohaçkale’de bir zindanda geçirir, aldıkları 6 aylık hapis cezasını tamamladıktan sonra salıverilirler. Parasız oldukları gerekçesiyle avukatları Abdülhalık Abduselamov’a 1800$’lık yasal ücretini ödemeden giderler.

            Cihat Bildirisi

Mısır rejimini yıktıktan sonra İsrail’i yenerek Filistin’i özgürleştirme planı, bir başka deyişle “Yakın düşman”a karşı cihad stratejisi mutlak bir başarısızlığa uğradıktan sonra 23 Ağustos 1996’da El-Kaide en önemli yol haritalarından birini deklare eder: Kutsal Beldeleri İşgal Eden Amerikan Güçlerine Karşı Cihat Bildirisi. Her ne kadar “uzak düşman”ı hedef alıyor gözükse de aslında ABD’ye mukaddes toprakları açtığı için Suud rejimini hedefe oturtmakta ve bu ihanetinden ötürü onunla savaşın stratejik altyapısını oluşturmaktadır. Ne var ki Bin Ladin gibi bir isim bile kendi memleketinde beklediği teveccühü bulamaz; krallığın meşruiyetini sarsmak şurada dursun ülkede gerçekleşen eylemlerden ötürü kısa sürede kendisine yönelik yaygın sempatiyi kaybetme noktasına gelir.

 1997’de Zevahirî, Bin Ladin’in yaşadığı Celalabad şehrine taşınarak yakınlıklarını artırır. Artık liderin baş danışmanı ve hareketin beynidir. Bin Ladin’in daha radikal kararlar almasının arkasındaki fail odur. 26 Şubat 1998’de Yahudilere ve Haçlılara Karşı Cihad İçin Dünya İslam Cephesi’ni kurmak maksadıyla Mısır İslamî Cihadı El-Kaide’yle ortak çatı altında resmen birleştiğinde cephenin ilk ilanı Amerikalı sivillerin öldürülmesine izin veren fetvadır.

Artık konsept “uzak düşman”dır fakat teorinin arkasında hâlâ Zevahirî’nin düşünme biçiminin izleri vardır. Mevcut işbirlikçi rejimlerin arkasında ABD durmaktadır, şayet o bertaraf edilirse dayanaksız kalan rejimlerin mücahidlerce devrilmesi kolaylaşacaktır. Tıpkı SSCB’nin çekilmesinin ardından kukla Necibullah rejiminin tepetaklak gitmesi ve Yemen’deki Sovyet destekli rejimin aniden düşüvermesi örneklerinde olduğu gibi. Bundan ötürüdür ki hedef ABD olmalı ve ona karşı verilen savaş tüm dünya sathında küresel bir nitelikte olmalıdır.

            Sırra kadem

Deklarasyondan sonra 6 ay geçmiştir ki 7 Ağustos 1998’de Kenya ve Tanzanya’daki ABD büyükelçiliklerini hedef alan ikiz bombalı araç saldırıları gerçekleşir. 7 Ağustos rastgele seçilmiş bir tarih değildir; o günü seçen Bin Ladin’dir çünkü Suud rejiminin ABD güçlerini güvenliğini sağlamak üzere kutsal topraklara çağırdığı günün yıldönümüdür. 12’si Amerikalı olmak üzere 44 elçilik çalışanı dâhil 213 kişi ölür, 5 bin kişi de yaralanır. El-Kaide’nin eylemin arkasında olduğuna dair kanıtlar arasında sayılan uydu telefon görüşmelerinden bir kısmı Zevahirî’ye aittir. İki gün sonra ABD örgütün eğitim kamplarını füzelerle vurduğunda Zevahirî Pakistanlı bir gazeteciyi doğrudan arar ve şöyle der: “Amerika’ya bombalamalarının, tehditlerinin ve saldırganlıklarının bizi korkutmadığını söyleyin. Savaş daha yeni başladı.”

Küresel savaş ilanının erken doğum olduğu, mücahidleri güçsüz düşürdüğü, mücahidlerin intikal ve barınma imkânlarına ciddi zarar verdiği yönündeki örgüt içindeki cılız eleştiriler bir strateji değişikliğine sebebiyet verecek değildir. 12 Ekim 2000’de Aden Körfezi’nde USS Cole adlı Amerikan destroyeri hedef alınır. 17 Amerikan askeri ölür, 37 asker yaralanır. ABD Zevahirî ve arkadaşlarını En Çok Aranan Terörist listelerinin ilkine yerleştirirken Taliban da inadına onlara vatandaşlık verir. Bu süreçteki fotoğrafların hemen tamamında Bin Ladin’in sağında o vardır. Takvimler 11 Eylül’ü gösterinceye dek.

Tarihin en sofistike terör eylemi olarak tanımlanan ikiz hücumlardan sonra bombardıman uçakları Afganistan’a yüklerini boşaltırken ölenler arasında ilk eşi Azra ile 6 çocuğundan 3’ü de vardır. Enkazın altında yaralı kalan karısının başında saatlerce bekleyişini mektuplarından birinde kendisi tasvir edecektir. Tarihin en cüretkâr hücumunun arkasındaki ikili en son bir dağ yamacından aşağı yürürlerken yan yana görülecek, sonra da sırra kadem basacaklardır.

Devrim çağrıları

Zevahirî’nin Afganistan’la Pakistan arasındaki kabileler yöresinde saklandığı genel kabul gören bir tezdir fakat o dönemde kanıtlanamamıştır. 2003’te Batılı ülkeleri ve İsrail’i tüm temsilcilikleri ve ticari çıkarlarıyla hedef almayı telkin ettiği ses kaydı yayınlanır. Bunu peş peşe diğerleri takip eder. Bu ve sonraki video yayınlarıyla örgütün lideri Bin Ladin’den daha fazla beyanatta bulunmuş olur.

2006 Ocak’ında El-Cezire’de video mesajlarının ilki yayınlanır ve ABD derhal bir füze saldırısıyla buna karşılık verir. Kabileler yöresi Damadola’da El-Kaide üyelerinden 4’üyle 13 köylü tanınmayacak derecede cesetleri yanarken kendisi kurtulur. 1 Ağustos 2008’de Güney Veziristan’ın Azam Varsak köyündeki başka bir füze saldırısı sonucunda Taliban sözcüsü ile üst düzey bir patlayıcı uzmanı olan Ebu Habab Mısrî’nin vurulup onun da yaralandığı söylenirse de daha sonra bu doğrulanmaz. Muhtemelen oradadır fakat yara almamıştır. Bir ay sonra ise Pakistan ordusu onu ve karısını Mohmand Eyaletinde ellerinden kaçırdığını, arazi taramalarında daha sonra ele geçiremediklerini bildirecektir.

Bu dönemde Pakistanî Taliban’ın şekillendirilerek Pakistan’a karşı savaştırılması aşamalarında da teorinin en külliyetli kısmı hareketin teorisyenine aittir. Pakistan’da adeta bir iç savaşın patlak vermesine yol açan Lâl Mescidi Kuşatması hadiselerinde Müşerref’in provokasyonları kadar Zevahirî’nin “İslamî tabanı silahlı mücadele”ye çağırmasının da payı vardır. Çünkü Zevahirî, kaç zaman çalışıp Arap âleminde başaramadığı şeyi Pakistan’da başarma emelindedir. Hadisede yüzlerce kişi hayatını kaybeder ve binlerce kişinin ölümünü tetikleyen bir misillemeler silsilesine vesile olur. Zevahirî’nin adı Müşerref’e karşı devrim çağrılarında da Benazir Butto suikastı gibi hassas pek çok hadisede de sıklıkla geçer. 

            Subaysız, dağınık bir ordu

Mağaralarda veya kabile yöresinin ücra bir köşesinde örgütünü yönettiği sanılan Bin Ladin 2 Mayıs 2011’de cephenin hayli uzağında, Pakistan’ın garnizon kenti Abbottabad’da Amerikan özel birliklerinin bir operasyonuyla vurulup cesedi yok edildiğinde liderlik makamına ondan başkası düşünülemez bile. Taziye konuşmasında metindir ve Bin Ladin’den hasret ve muhabbetle söz etmektedir: “Şeyh ayrıldı, Rabbinin katına bir şehit olarak gitti, Allah ona rahmet etsin. Biz de işgalcileri Müslümanların topraklarından çıkarmak ve zulmü def etmek için onun cihad yolunu sürdürmeliyiz.”

Devrimci iyimserliğinde bir azalma yoktur: “Bugün Allah’a hamdolsun ki Amerika bir birey ya da grupla değil, uykusundan uyanarak kıyama kalkmış cihadî bir dirilişle nerede olursa olsun kendisine meydan okuyan bir ümmetle karşı karşıya…” 

Gelgelelim işlerin pek de yolunda gitmediğini, örgütünün küresel düşmanları için eskisi kadar bir tehdit oluşturma kudretine malik olmadığını kendisi de gerçekte biliyor olmalıdır. Ne var ki Zevahirî’nin vakarı propaganda diliyle ziyadesiyle iç içedir.

El-Kaide o kadar zayıflamıştır ki kendisinden geriye neredeyse sadece bir isim kalmıştır. Hareketin lider ve uzman kadrolarından tamamı ya vurulmuş veya İran’da süresiz esirdirler. Zevahirî subaysız, dağınık bir ordunun iddiaları gittikçe sönükleşen bir kumandanını andırmaktadır. Zafiyeti artıran iki büyük tehlike ise kadro kayıplarından daha başka yerlerden gelmektedir: Arap Baharı doludizgin yayılmakta, kitleler silahlı mücadele yerine çıplak ellerle sahaya inmektedir. Kaide çizgisinde bir kıyam değil, Kaide’ye alternatif olabilecek bir kalkışmadır bu. Zevahirî ilk anından itibaren kalkışmanın yanında durarak kendi çizgisine çekmeye çalışsa da Kaide’nin Arap âleminde gündem belirleme ve sürece önderlik etme potansiyelinin düşüklüğünün dramatik biçimde idrakindedir.

Kaide fiziken ve ismen çekilirken   

Asıl tehlike ise dağınık ordusunun içinden, neferlerinden gelir. Irak El-Kaide’si başından beri başına buyruktu, örgütün merkezî liderliğinden cismen de ruhen de uzak ve bağımsız bir duruşa sahipti. Ayrı bir örgüt gibiydi ki öyledir de. Zerkavî onu baştan ayrı bir örgüt gibi tasarlamıştı. Her ne kadar Afgan Araplardan biri olsa da hiçbir zaman Kaide’nin bir parçası olmamış, Kaide çizgini oldu olası yumuşak ve tavizkâr bulmuş, daima aşırılık yanlısı bir tutumu bayraklaştırmıştı. Onun halefleri de kendisini aratmamakta, sertlik ve aşırılıkta yer yer onu da geride bırakmaktaydılar. Şimdi Suriye sahasında da onlar vardı ve etkinliklerinin yayılması Kaide’nin cihad meydanlarındaki etki alanının daralması manasına gelmektedir. Zevahirî sadece subayı değil askeri de olmayan bir ordunun kumandanı pozisyonuna doğru süratle sürüklenmektedir. 2013 Temmuz’unda asi Irak Kaide’si lideri Ebubekir Bağdadî ile kendisine sadık Nusra lideri Ebu Muhammed Colanî arasındaki ihtilafta raconu kesmiş fakat Bağdadî’nin gemi azıya almış ordusu tarafından bu racon küçümseyici bir restle karşılanmıştır. 

Kaide’nin bağrından çıkan DAİŞ sahayı en çok Kaide için nefes alınamaz hâle getirir. Üstüne üstlük Batı ülkelerinde ve ABD’de eylem gerçekleştiren hücrelerin hemen tamamı Kaide’ye değil haşin rakibine biatlidir. Yani Kaide’nin alamet-i farikası olan “küresel cihad” stratejisi artık el değiştirmiş, rakibin uhdesine geçmiştir. Kaide fiziken ve ismen çekilirken sahnede bundan böyle onları da tekfir eden DAİŞ vardır.

Ninja füzesinin keskin kılıçları

Kaide sahneden çekilirken ABD de cephelerden çekilme hazırlığındadır. Afganistan’ı Taliban’la baş başa bırakmak, hatta belki Taliban’a bırakmak için 2011’den beri masada pazarlık yapmaktadır. Müzakerenin ilk şartlarından biri, Kaide liderliğinin yani Zevahirî’nin Afganistan’da yeniden üslenmesine ve mesaj yayınlamasına izin verilmemesidir. Zaten uzunca bir süredir Taliban içinde Kaide’yle teması sürdüren tek ekip Arapların kadim müttefiki Hakkanîlerden başkası değildir. Uzun yıllardır öldü şayiaları çıkan Zevahirî’nin hâlâ onların himayesinde ve hinterlandında olduğunu varsaymak akla en yatkın tahmindi velakin ABD çekildikten sonra başkent Kâbil’e taşınacağını düşünmek hiçbir tahmincinin aklına gelmemiş olabilirdi. 

Başına nicedir 25 milyon $ ödül konmuş birinin şunca yıl düşmanlarının eline geçmeyişi başlı başına bir illegal beceri olarak okunabilir. Böylesi bir yaşamöyküsünün, 31 Temmuz 2022’de, ABD’nin çekildiği, Afganistan’ın dost Taliban’ın hâkimiyetinde olduğu bir dönemde, başkentte, en lüks semtlerinden birinde sona ermesinin ne manaya geldiği uzunca bir süre spekülasyon konusu olmayı sürdüreceğe benzemektedir. Bir pazar sabahı, gün doğumundan 1 saat sonra, insansız hava aracı yukarıda dolanırken balkona çıkmış olması kendisinin deşifre edildiğini ve hedefe oturtulduğunu hiç hesaba katmayışı veya neler olduğunu anlama çabasıyla izah edilebilir. Hakkanîlere, Taliban içindeki güç dengelerine ve daha birçok şeye dair hatalı bir hesaplamanın bedeli bu yalnız ölüm olmuştur.

Tanıyan herkesin “sakin görünümlü”, “kibar”, “hatta komik” dedikleri Eymen Zevahirî, Ninja füzesinin keskin kılıçlarının kendisine yöneldiğini anladığı anda bile sükûnet ve özgüveninden taviz vermemiştir. Şu ana dek olduğu gibi.

71 yaşındaki adam, yolunu sonuna dek yürümüştür.