Portre

Şu toprak yurtta bir altın gömüsü: Hüsamettin Arslan

Biri geldi, Hoca Senâi öldü dedi.
Yabana atılır bir er değildi ki, omuz silkelim.
Saman çöpü değildi ki, uçtu diyelim.
Su değildi ki, soğuktan dondu diyelim.
Tarak değildi ki, bir saç teli kırdı onu diyelim.
Buğday tanesi değildi ki, toprakta kayboldu diyelim.

O şu toprak yurtta bir altın gömüsüydü.”

Hz. Mevlânâ, şiirlerinin birinde, Senai’nin ölümünü haber alışını A. Kadir’in Türkçesiyle böyle anlatıyor. Hüsamettin Arslan’nın ölümünün üzerinden iki yıl geçiyor. Gün geçtikçe onun şu toprak yurtta bir altın gömüsü olduğu daha iyi anlaşılıyor. Zira Hüsamettin Arslan sayılarını tespit etmek için nüfus sayımı yapmamızı gerektirecek kadar çok olan o mızmız, mıymıntı akademisyen güruhu ile Cahit Zarifoğlu’nun tabiriyle “içeriksiz coşan” yazar çizer takımından biri değildi. Pek az yazdı ama yazdığı kadarıyla, çevirileriyle, adıyla özdeşleşen Paradigma Yayınları’yla ve elbette hocalığıyla bir büyük gayretin adı oldu. Yine sultanımız Hz. Mevlana’nın “onların bir aşkı, bir cehdi, bir bilgisi ve bir ameli vardı.” diyerek andıklarının arasında yerini aldı.

Hüsamettin Arslan merhum ile sadece iki kez karşılaştım. İkisi de Bursa’daydı. İlki, pek kıymetli  Prof. Dr. Feridun Yılmaz hocanın davetlisi olarak katıldığım, daha çok iktisat ve sosyoloji alanlarında yüksek lisans ve doktora yapan öğrenciler ile bir kısım hocanın olduğu bir toplantıdaydı. Biraz tutuktum. Merhum, dikkatle dinlemek lütfunda bulundu. Sonrasında biraz hasbihal ettik. İkincisinde bu defa onun ve hayrülhalefi Bengül Güngörmez hocanın davetlisi olarak sosyoloji bölümü öğrencilerinin tertip ettikleri bir sempozyumda konuştum. Bu defa şükür gayet sarihti konuşmam. Hüsamettin hocayı da keyiflendirmişti söylediklerim. Mutlu olduğu belliydi. En çok da Türkiye’de sosyoloji bölümlerinin işlevine dair meşhur arkeoloğumuz Nur Yalman üzerinden söylediklerimle ilgilenmişti. Şöyle diyordu Nur Yalman: “Kolejde öğrenci iken cemiyetimizin hali çok gücüme gidiyordu. Kendimizi an’anelerinden kopup hedefleri biraz meçhul bir cemiyet gibi hissediyordum. Bu cemiyeti tahlil etmek, neden keşmekeş içinde olduğumuzu anlamak istedim. Bunun ilmini sosyoloji olarak biliyordum. Sosyoloji okumak istedim, memlekete bu şekilde hizmette bulunayım diyordum. Cambridge üniversitesinde sosyoloji diye bir dal yok. An’anelerine düşkün oldukları için çok yeni bulmuşlar, katmamışlardı, (…)” Hoca, Türkiye’nin “ananelerinden kopuk”, “hedefleri meçhul bir cemiyet” olduğu konusunda Yalman ile aynı görüşteydi. Zaten bütün emeği cemiyetimizin koparıldığı hedeflerine yeniden dönebilmesi üzerineydi. “Türkiye’nin tarihî kaderi” olarak naçizane ifade etmeye çalıştığım bu durum, hoca ile beni, pek az görüşmemize rağmen birbirimize dost kılmıştı.

Merhumun ani vefatı tüm sevenleri gibi beni de derinden etkiledi. Türkiye’nin fikir hayatında tabir caizse bir “üst lig” oluşması için çaba sarf edip durmuştu. Tarihî kaderinden, devlet idesinden kopuk toplumlarda böyle vazifeleri yerine getirecek devlet kurumları olmadığı için bu iş şairlere, entelektüellere hasılı kelle koltukta mücadele eden kahramanlara düşer. Vaktiyle Cemil Meriç’in, Nurettin Topçu’nun, Sezai Karakoç’un, İsmet Özel’in farklı edalarla yapmaya çalıştıkları şeydir bu. Hüsamettin Arslan da Paradigma Yayınları’ndan yayımladığı eserlerle Türkiye’nin fikir hayatını şark kurnazı akademisyenlerin, kalem efendilerinin ulaşamayacağı kata çıkarmak istiyordu. Paradigma’nın uçtuğu irtifaya baktığımızda bu amaç açıkça görülür.

Hoca, talebelerini de söz açtığım bu irtifaya çekiyordu hiç kuşkusuz. Bu yüzden de oralarda seyrüsefer edenlerde görülen hesapsız sevgiyi bugün onlarda görmek mümkün. Hocalarının ardında bıraktığı kütüphanesinin endişesine düşüşlerindeki hal görülmeye değerdi. Acaba bu kitaplar çalıştığı Uludağ Üniversitesi’nde mi kalmalıydı? Yoksa İstanbul’da bulunması daha mı yerinde olurdu? Böylesi bir talebeye sahip olmak pek az hocaya nasip olur. Gerçek hocalar öteden beri çeşmeye benzetilir. Akıp dururken umarlar ki susamışlar gelip içe. Lakin çeşmenin suyu ne kadar güzel olsa da içenler çıkmayabilir. Çıkar belki ama sebatsız olurlar. Vefasız olurlar. İçerler ama çekip giderler. Hüsamettin hocanın talebeleri öyle çıkmadı. Çeşmeyi alıp İstanbul’a, ona en yakışan şehre taşıdılar.

Talebelerinin böyle sorularla dolu olduğu o vakitler, hocanın pek sevip değer verdiği talebesi Bengül Güngörmez’den işitmiştim, kütüphanesi için uygun bir yer arandığını. Hemen aklıma ülkemizin güzide üniversitelerinden Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi geldi. Atik Valide’deki tarihî yerleşkelerini çiçek gibi yapmışlardı. Burası Hüsamettin hocanın ruhunun dinginlik bulacağı, gayretlerinin canlı kalacağı yegâne yerdi. Fatih Andı hocaya durumu arz ettim. O benimseyince gerisinin geleceğini tecrübelerimden biliyordum. Zatı âlileri ülkemizin kaderi olan güzide şahsiyetlerinden biridir. Hüsamettin hocanın seyrüsefer ettiği irtifayı fikir hayatımızın başka alanlarında tesis etmek için nice gayreti vardır. Nitekim düşündüğüm gibi oldu ve hocanın kardeşi Muammer Arslan beyin, talebelerinin, sevenlerinin mutlu olacağı şey gerçekleşti. Ona hemdert olan kitapları, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Üsküdar Yerleşkesindeki kütüphanede 24 Aralık 2019 Perşembe günü yerini aldı.

O gün oradaki herkes büyük mutluluk içindeydi. Vesile oldukları hayrın farkında olmanın mutluluğuydu bu. Allah milletimizi böyle nice hayırlarda bir araya getirsin ki birliğimiz, dirliğimiz yeryüzünün muhtaç olduğu adalete vesile olacak çeşmeleri susuz bırakmasın. İçenler de ziyade olsun…