Portre

Mevlâna’yı roman okuyarak öğrenebilir miyiz?

Birkaç yıl önce bir Anadolu şehrinde Mehmet Akif’le ilgili bir konferans vermiştim. Yaklaşık iki saat süren konferansın soru-cevap bölümüne geçtiğimizde dinleyicilerden doğal olarak Akif’le, Safahat’la ilgili sorular bekliyordum. Ama öyle olmadı. O günlerde ünlü bir romancımızın Hz. Mevlâna’yı konu alan bir romanı çıkmış ve çok da ilgi görmüştü. Yahut ilgi görmesi için bütün pazarlama ve tanıtım yöntemleri başarı ile uygulanmıştı. Bu yüzden nerdeyse üç kişiden ikisinin elinde bu kitap vardı. Bu yüzden olacak, bana yöneltilen ilk soru da bu romanı okuyup okumadığımla ilgili oldu.

Aksi bir tepki hoş olmayacaktı. Cevabımı söylemeden o kişiye o romana neden ilgi duyduğunu sordum. Soruyu soran bir üniversite öğrencisi idi. “Mevlâna’yı anlattığı için” şeklinde cevap verdi. Ben de “Madem, Mevlâna’ya ilgi duyuyorsunuz. Öyleyse neden Mesnevî okumuyorsunuz?” Sorusunu yönelttim. Bu sorumu, cevapsız bıraktı ve tekrar o romanı okuyup okumadığımı sordu. “Hayır, okumadım.” şeklinde verdiğim cevap ise dinleyiciyi tam manasıyla hayal kırıklığına uğrattı. “Nasıl olur herkes bu romanı okuyor?” diyerek şaşkınlığını belirtti. “Ben herkes değilim” demeyi düşündüm bir ara. Ama bu da beni yanlış anlamasına yol açabilirdi. Bu yüzden vazgeçtim. Fakat, onu bu durumdan bir nebze kurtarabilmek ve kendimce ona doğru bir mesaj verebilmek için de “Doğrusu ben, Mevlâna hakkında bir roman okuyacaksam önce Mesnevî’yi okumak gerektiğini düşünürüm” dedim.

Mevlâna romanları

Sohbetimiz, bu minval üzere bir süre daha devam etti ama bu durum, üzerinde hayli durmamız, düşünmemiz gereken bir gerçeği ortaya çıkardı. Malum, eskiden bu tür şahsiyetler, ya kendi eserleri okunarak öğrenilirdi ya da bu eserlerle ilgili şerhlere başvurulurdu. Dahası Mesnevi gibi eserlerin sözlü yorumcuları vardı. Bir sohbet/ders halkasında konuya vakıf biri o eseri okur, açıklar, yorumlar hatta söylenenlerle ilgili sorulara cevap vererek meselenin doğru anlaşılmasını sağlamaya çalışırdı. Hemen ekleyelim, Mesnevî’nin bu tür yorumcularına “Mesnevihan” denilirdi.

Zaman, pek çok şeyi değiştirdiği gibi, bu konudaki geleneksel usulleri de değiştirdi. Şimdi Mevlâna gibi bir şahsiyet hakkında bilgi edinmek isteyenler için daha etkili vasıtalar var. Bunlardan en popüler olanı da romanlar. Bugünkü yayın dünyasına baktığımızda ortada Mevlâna’nın konu olarak alındığı pek çok roman görürüz. Yüz binlerce baskı yapıyorlar ve bir o kadar insana ulaşıyorlar. Bunların, Mevlâna’ya yönelik bir ilgi uyandırdığı muhakkaktır. Bu ilgiye şurada veya burada seyredilen bir sema gösterisi yahut dinlenilen bir Mevlevi musikisi de eklenmişse o kişiyi/kişileri bir süre sonra Mevlâna’yı bir mesele olarak gündeminde tuttuğunu, bu ilgisini daha da manidar kılmak için Konya’ya gidip Mevlâna türbesini ziyaret ederken görmek mümkün hale gelmiştir. Bu tür, romanların böyle bir işlev gördüğünü hiç birimiz yadsıyamayız.

Fakat, konunun bir de öteki yüzü var. Acaba, bütün bunlar, bizi bir Mevlâna bilgisine ulaştırıyor mu? Bu tür romanlardaki kırıntı kabilindeki bilgilerle öğrendiğimiz portre, sahih bir Mevlâna portresi midir? Bu, bu konu hakkında son derece hayati bir sorudur. Yine, bu tür eserlerle başlayan Mevlâna ilgisi, onun eserlerine yönelik olarak da genişlemekte midir? Ayrıca, roman bilgi veren bir tür müdür ki, böyle şahsiyetleri adeta bir biyografi//monografi/inceleme kitapları bağlamında anlatabilsin?

Hangi Mevlâna?

Meselenin bir başka yönü de şudur? Hangi Mevlâna? Tarihi şahsiyeti, eserleri ortada duran Mevlâna, roman kahramanına dönüştürülünce kurguya/gerçek dışılığa kurban edilmekte değil midir? Daha da kötüsü, bu tür eserlerde bir manada roman türünün de bir gereği olarak Mevlâna yahut benzeri şahsiyetler birer mitolojik kahramana dönüşmüyor/dönüştürülmüyor mu?

Sorular çoğaltılabilir ama ortada görünen manzara hiç de iç açıcı değildir ve bu tarz sorulara olumlu cevaplar verememekteyiz. Bu konu da pek çok konu gibi tüketim çağının, hileli yönlendirme anlayışının bir sonucu, Mevlâna üzerinden para kazanmanın bir yöntemi, bilerek yahut bilmeyerek Mevlâna gerçeğini saptırmanın bir yolu olarak görülmektedir. Bu yola başvurmak, yazarlarını meşhur, yayıncılarını zengin edebilir ama bu durumun insanımıza, kültürümüze olumlu katkı sağladığı anlamına asla gelmez. Hatta işin en kötü yanı, bu tür romanlar, okur ile Mevlâna külliyatı ile arasına çekilen bir duvar işlevi görmektedir. Duvarın öteki yanında başka bir Mevlâna, bu tarafında başka bir Mevlâna durmaktadır. Olaya, insanımız, ciddi kitapları okumuyor, bırakın bunları okusun, şeklinde masumane bir şekilde yaklaşmak da elbette mümkündür. Fakat bu da işin vehametini ortadan kaldırmaz. Zira burada söz konusu olan Mevlâna’dır. Büyük bir tefekkür ehli, bir mutasavvıftır. Çağları etkilemiş ve çağları etkileyecek bir isimdir. Onun düşünce ve anlayış dünyasını bu çağın gündemine de taşımak gibi bir derdimiz varsa; bu, öncelikle insanları/okurları onun kendi eseleriyle buluşturmanın yollarını bulmak durumundayız.

Mevlâna hakkında elbette romanlar, tiyatro eserleri yazılabilir hatta yazılmalıdır da. Fakat bunların, hiçbir zaman bilgi veren eserler olarak görülmemesi gerekir. Edebî eser, konu aldığı kişinin bir sözünden, hayatının bir olayından hareketle o kişiye atıfta bulunabilir. Ama; asla o kişi hakkında bilgilendirici bir eser olamaz. Bu, edebî eserin mahiyetine aykırı bir durumdur. Hele bu tür romanların çoğunun edebi kaygılardan da tamamen uzak olduğu düşünülecek olursa okura başka bir kötülük daha yapıldığını görürüz.

Suyu kaynağından içmek

Ben, bu yazıda Mevlâna konulu romanlara genel bir eleştiri getirmiş oldum. Burada alternatif bir şey de söylemem gerekir. Zira bir şeyi yanlış görüyorsak doğrusunu da ifade etmeliyiz. Bu bağlamda diyeceğim şudur ki, suyun hakiki tadını tatmak istiyorsak kaynağından içmeliyiz. Bu da Mevlâna’nın eserleriyle doğrudan muhatap olmayı gerektirir. Denilebilir ki, herkesin bilgi ve algı düzeyi bu eserleri okuma/anlama konusunda yeterli olamaz. Evet, bence de olamaz. O zaman bir diğer imkân olarak şerhlere başvurmak gerekir. Bu da her insan için mümkün değil itirazı yapılacaksa onun için de şunu söyleyebilirim. Mevlâna, yediden yetmişe her yaş ve seviyedeki insanla bulaşacaksa –ki buluşmalıdır- o zaman bu tür eserlerin yani romanların, tiyatroların ve benzer eserlerin Mevlâna konusunda donanımlı şahıslarca yazılması yahut eser yayımlanmadan önce böyle kişilerce gözden geçirilmesi gerekir. Buna ait hafızamda şöyle bir bilgi var. Yunus Emre hakkında bir roman yazmaya niyetlenen bir hanım yazarımız, üç dört yıl boyunca konunun bir uzmanından Yunus Emre ve tasavvuf üzerine dersler alır. Bunun sonucunda ortaya Yunus’u gerçekten kendi dünyası içinde anlatmayı başaran bir roman çıkar.

Tam da bu noktada bir şey daha ekleyelim. Bu roman, çok fazla okura ulaşmaz. Henüz iki baskı yapabilmiştir. Satış tirajı da muhtemelen 3-5 bin civarındır. Bir de Mevlâna konulu çok satan romanlarının bir benzerini Yunus Emre için yazan başka bir yazarımızın birkaç yüz bin sattığı söylenen Yunus romanını düşünelim. Tamamen, piyasa mantığıyla, manipülasyona ve roman hileleriyle okurun merak unsurunu kullanarak yazılan bu eser, bizim karşımıza nasıl bir Yunus portresi çıkarmaktadır? Bunu iyi düşünmek gerekir. Demek ki, bu konuda reklamının, propagandanın tesirine de kapılarak o romanı alıp Yunus hakkında bilgilenmek niyeti hiçbir zaman gerçekleşmeyecek, Yunus, bir dolgu malzemesinden öteye geçemeyecektir. Buna kimsenin hakkı yoktur. Mevlâna yahut Yunus için yazıyor olmak –yazdığımız tür- ne olursa olsun bir ciddiyet dahası bir iyi niyet gerektirmektedir.

Bütün bunlardan sonra, diyelim ki siz hâlâ bu tür romanların da faydalı olacağını düşünenlerdesiniz. Öyleyse en azından şöyle bir ortak noktada buluşalım. Bu tür roman okumaları, öncesinde biyografik eserlerle, sonrasında da Mevlâna’nın eserleriyle bütünleşmelidir. Böyle yapılırsa, okurda romanla Mevlâna’yı merak duygusu uyandırabildiğini, bu merakla da onun diğer eserlere yöneldiğini böylece Mevlâna’yı tanımada bunların böyle bir imkana dönüşerek faydalı olacağını söylenebiliriz. Ama, yazılanın gerçekten roman olması şartıyla…

Kitap bir bilenle okunmalı

Bir şey daha ekleyelim. Ne okursak okuyalım, aslında yine yeterli olmaz. Bilhassa mutasavvıfların eserleri rumuzlu sözlerdir. Dini bilgilerden edebiyata, tarihten tasavvufa pek çok disiplinden yararlanmadan bu sözlerin üzerindeki örtüyü kaldırıp onların mana bahçesine girmek mümkün değildir. Bu yüzden bunlar; bir mekânda, bir ehil kişi tarafından okunmalı, dinleyen de o eserin ve okunduğu mekânın ruhaniyeti, okuyan kişinin ciddiyet ve samimiyeti ile bütünleşen bir anlayış içinde olmalıdır. Dün bu durum, Mevlevihânelerde, yahut başka mekanlardaki özel ders ve sohbetlerle, Mesnevihanlar tarafından gerçekleştiriliyordu. Mesnevîhanlar, dinleyenler için rol-model olan kimselerdi. Mekân ise, özge bir mekândı. Orada sadece bilgi değil hal, tavır, tarz aktarılıyor paylaşılıyordu. Bu paylaşım, sadece ten kulağı değil can kulağı ile de dinleniyordu. Hele bu sohbetlerin bir de sema ayini ile Mevlevî musikisiyle bütünleştiğini düşünelim. Bu ruhaniyet ikliminde bütün zerrelerimiz Mevlâna ile hem dem olmaktaydı. Zira, o zamanlar sema, bir gösteri değil bir ayin–i şerif bir ibadet idi. Mesnevi de kitaplardan bir kitap değil Mesnevi Şerif, şerh-i Kur’ân idi. Şimdi, bu çağda bu manada ne yapılabilir, nasıl bir iklim oluşturulabilir, ona bakmak, eleştirdiğimiz romanların hayal dünyasından Mevlâna’nın gerçek dünyasına adım atmak gerekir ki Mevlâna bize bir şey söyleyebilsin ve biz de anlayabilelim. Mevlâna ışığıyla önce kendimiz, sonra çevremizi onun inandığı, savunduğu değerlerle yeniden kurabilelim.