Portre

Anna Masala’nın Türkiye aşkı

 “Hayatımın en büyük gerçek aşkı Türkiye aşkıdır.”

Prof. Dr. ANNA MASALA

Türkiye sevgimizin, vatan, millet aidiyetimizin anlamca daraldığı bir zamanda yaşıyoruz. Türkiye’yi tarihiyle, kültürüyle, diliyle, inanç değerleriyle yetiştirdiği büyük şahsiyetlerle anlama, algılama ve sevme şeklimiz oldukça azaldı. Vatan kavramı, bütün tarihi geçmişinden, hakikatinden, anlamından sıyrılarak sadece üzerinde yaşanılan bir toprak parçası anlamına büründü. Millet kavramı halk yahut topluluk kavramına dönüştü. Böyle bir süreçte gerek sınır dışı askeri harekâtlar gerekse bütün bir dünya ile birlikte yaşadığımız sağlığımızı tehdit eden bir virüs mücadelesinde içerde ve dışarıda kimilerinin Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı sergiledikleri olumsuz ve kabulü mümkün olmayan tavırlar da beni Türkiye’ye dair bu meseleleri tekrar tekrar düşünmeye zorladı.

Anna Masala’yı okumak

İşte bu günlerde bu konular etrafında düşünürken Anna Masala’yı tekrar okudum. Ama kitaba geçmeden biraz geriye gidelim: Onun ismini ilk olarak 1973 Aralık ayında yayına başlayan Yeni Sanat dergisi ilk sayısında yer alan “Anan Masala Diyor ki” başlıklı yazıda gördüm. Ardından iki yıl sonra Edebiyat dergisinde Nuri Pakdil’in onunla yaptığı bir konuşma yayımlandı. Daha sonraları ise 1980 ‘de Vehbi Vakkasoğlu’nun “Anna Masala Gerçeği” kitabı çıktı. Fakat onu Türkiye’deki okurun gündemine taşıyan 2002’de Kültür Bakanlığınca yayımlanan “Türkiye’ye Aşk Mektuplarım” kitabı oldu.

Biyografisine gelince;  kendisi bir İtalyan. 1934 Roma doğumlu. Türkolog, şair ve yazar. Roma üniversitesinde öğretim üyeliği yapmış. Üniversitede okurken İtalyan ve Latince dillerinin yanı sıra Arapça, Farsça ve Türkçe de öğrenir. Bu diller sayesinde doğu-İslâm kültürüne açılır. Türk kültürüne ise daha yakın bir ilgi duyar. Bu yüzden sık sık Türkiye’ye gelip pek çok ilim adamı, şair, yazar ve mutasavvıfla tanışır. Pekçok şehrimizi gezip görür. Özellikle bu geziler onun Türkiye’yi daha yakından görüp sevmesini sağlar. Ve bu sevgi zamanla son kitabının adından da anlaşılacağı gibi Türkiye aşkına dönüşür. Bu sevginin bir tezahürü de Türk kültürüne dair yazdığı eserlerdir. “Yunus Emre”, “Oğuz Kaan Destanı”, “Feyzi Halıcı Şiirlerinden Seçmeler”, “Poesıa Turca Moderna”, Canto Ela Spada” bunlardan bazılarıdır.

Türkiye’ye açılan gönül penceresi

Bu kitap yani Türkiye’ye Aşk Mektupları için söylenilecek ilk cümle sanırım şu olmalı: “Anna Masala, bizi bizden daha iyi tanıyor.”  Bunu kitapta yer alan her yazıda bu durumu görmek mümkün. Düşünün ki bir ilahi, bir türkü, bir masal ona heyecan veriyor. Beyazıt meydanını evi gibi, oradaki insanları ailesi/milleti gibi görüyor. Şeyh Muzaffer Efendinin kitap dükkânında kahve içmek, sohbete katılmak onun için dünyalara değer bir mana taşıyor. Aile yapımızı tanıyor, Türk ninelerini, dedelerini değer aşılamak adına yeni neslin ilk öğretmenleri olarak görecek bir dikkate sahip. Konya’da Selçuklu yemeği, Eskişehir’de Tatar yemeği yemeyi hayatının en büyük saadeti olarak görüyor. Mesela Mehmetçik ismine vurgun ve onun misyonunu “Mehmetçik demek Türkiye demektir” cümlesiyle ifade ediyor. Gazilikten, şehitlikten haberdar. Plevne türküsü dilinden düşmüyor. Gazi Osman Paşa’ya “askerinle binler yaşa” diyerek selam gönderiyor. Kısacası maddi ve manevi hayatımızın her sırını çözmüş bir gönül gözüne sahip.

Anna Masala’nın anlattığı Türkiye elbette 1960’ların Türkiyesi… Henüz bu denli değişime uğramamış, kimliğinden kopmamış, geleneksel hayatını ve değerlerini muhafaza eden bir Türkiye sözünü ettiği yer. Dolayısıyla bu kitap bugünkü manzara farklı olsa da bir hafıza tazelemesine imkân veriyor. Böylece derlenip toparlanma kapıları açıyor bize. Mesela bakkal, terzi, berber dükkânları üzerinden bir milletin iktisadi hayat telakkilerini görüp gösteriyor. İşte “siz busunuz” diyor. Bunun için değerli olduğumuzu söylüyor.

Anna Masala, bir ilim insanı olduğu için edebiyattan musikimize her zenginliğimizin farkında. Asaf Halet’ten ezberinde şiirler var. Yahya Kemal’e hayran mesela. Faruk Sümer’in tarih kitaplarından haberdar. Zeki Müren şarkılarını dinliyor. Seferberlik türküleriyle, Itri’nin besteleriyle bize çoktandır unuttuğumuz hazinelerimizin kapılarını açıyor. Gölpınarlı Hoca ile Mevlâna üzerine sohbet ediyor. Abdülkadir Karahan’dan Yunus İlahileri öğreniyor.

Ya şehirlerimiz? Onların da zenginliğinin ve güzelliğinin farkında elbette. İstanbul, onun için dünya şehirlerinin taç şehri, Ankara’yı tarihi geçmişiyle tanıyacak kadar oradan haberdar. Orada Hacı Bayram ne manaya geliyor? Bunu bilerek geziyor şehri. İstiklal harbini kazandıran ruhu keşfetmeye çalışıyor. Sonra başka Anadolu şehirleri… Köroğlu’nun hikâyesini hatırlayarak Bolu’dan geçiyor. Konya ise Mevlâna şehri olarak gözünde başka bir anlama bürünüyor. Yollarda köylüleri görüp onların ayran, yemek ikramları karşısında hayretten hayrete geçip “Allah’ım ne güzel insanlar bunlar” diyecek kadar onlardan yüreklerindeki güzelliği gören bir göze sahip. Eskişehir’e geliyor mesela. Niye mi? Elbette Yunus’un türbesinde dua etmek için. Ve onunla ilgili öyle şeyler söylüyor ki onu Yunus dergâhında diz çökmüş bir derviş gibi görüyorsunuz. Bursa’ya geldiğinde ise Osmanlı Bursa’sını arıyor gözleri. Osman Gazi’yi, Orhan Gazi’yi, Karagöz ile Hacıvat’ı –tabi onların birer derviş olduklarının farkında olarak-ziyaret ediyor. Camilerine girip ilahiler söylüyor. Emir Sultan makamında teslimiyet makamında dualar okuyor. Antep de var gittiği şehirlerarasında ve orayı o kadar seviyor ki ayrılırken “Ben Gaziantep’te kalbimden bir parça bıraktım” cümlesini kuruyor.

“Ben manevi bir türküm”

Kısacası tarihi, coğrafyası, insanı, hayatı, yetiştirdiği isimleri ile bütün bir Türkiye fotoğrafı var bu kitapta. Beni en çok etkileyen yazılarından biri de “Büyük hayat Hocalarım” başlıklı yazısı. Cümlesi aynen şöyle: “Mevlana Celaleddin-i Rumi, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli kırk yıldan beri benim manevi hocalarımdır.” Böyle bir cümle karşısında bizim bu isimlerle münasebetimizi hatırlandığında önce “eyvah” diyerek dizimizi dövebilir ardından ona hayranlığımız ifade için “eyvallah” diyebiliriz ancak. Dahası bu isimlerle de sınırlı değil “hocam” dediği isimler. Hacı Bayram Veli’den Eşrefoğlu’na, Hasan Dede’den Abdal Musa’ya ve tabi ki pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’ye kadar daha nice isim var zihninde ve gönlünde. Son dileğini ise “Bugün tek bir arzum var: Memleketimin, Avrupa’nın ve bütün dünya insanlarının Türkleri benim sevdiğim gibi sevmeyi öğrenmeleri.” şeklinde ifade ediyor.  Onun bu yazıları okununca “Ben manevi bir Türküm” ifadesini anlamak da hayli kolaylaşıyor.

Ya şimdilerde Türkiye’ye gelse idi

2015 yılından dünya değiştirdi Anna Masala. Sağ olup da Türkiye’nin şu son 20-30 yılını görseydi neler yazardı acaba? Düşünün ki bu ülkede başörtülü öğretmenin ders anlatmasından, İstiklal marşından, bayrağımızdan, Yunus Emre ilahilerinden rahatsız olanlar var. Gençlerimiz müzik yarışmalarında yabancı şarkılar söylüyorlar. Yayın dünyamız tercüme eserlerle dolu. Her konuda hâlâ dünyayı aydınlanma diyerek karartan Batı’ya hayranlığımız devam ediyor. Tarihimizden kopmuşuz. Millet olarak varlığımızın ortak değerleri gün gün azaldığı için tehlike altında.  “Bu ülkede yaşanmaz” diyebilenler var. Bu durum, geleceğimiz adına elbette kaygı veriyor. Ama durum ne olursa olsun umutsuzluk bize haram.  Çünkü bir köy camiinde hâlâ Süleyman Dede’nin Mevlid’i okunuyorsa, Yunus Emre’nin ilahileri söyleniyorsa, Neşet Ertaş türküleri dinleniliyorsa, dalgalanan bayrak, okunan ezan-ı şerif içimizden birilerine heyecan vermeye devam ediyorsa elbet bu karanlık tünelin sonuna geleceğiz demektir.

“Türkiye’ye Aşk Mektuplarım”ı okumak bana bunları düşündürdü.  Bu okuma, bir kere daha beni hayran bıraktı Anna Masala’ya “Bizi bizden daha iyi tanıyor”, “Bize bizi anlatıyor” diye. Ve rahmet diledim onun için. Ruhu şad olsun.