Atölye

(Dijital) Medya Bir Afyon Mudur?*

Yusuf Kaplan – Yazar
Medya Sanat Merkezi – Mücerret Buluşmaları
Yusuf Kaplan

Bismillahirrahmanirrahim

Bizi hakikatle var eden, varlığından haberdar eden, bize emaneti yükleyen, hilafeti bahşeden, kalemle yazmayı öğreten, celal, cemal ve kemal sahibi Allah’a hamd ederim.

Alemlere rahmet olarak gönderilen ve tüm kelimelerin toplamı, hakikat unvanı, kainatın övüncü, elçilerin elçisi, öncülerin ölçüsü efendimize, ashabına, tabiîne, tebe-i tabiîne, çağ açan, çağ aşan, çağrısı çağı kuran alim-arif-hakim şahsiyetlerinden oluşan bütün öncü kuşaklara selam ederim.

Konuşlandığınız yer konuşmanızın içeriğini belirler

Şu an içinde yaşadığımız çağda konuşma bitti, çünkü insan konuşlandığı yeri yitirdi. Konuşmak ve konuşlanmak arasındaki ilişki ontolojik bir ilişkidir. Konuşlandığınız yer, konuşmanızın içeriğini belirler. Konuşlandığınız yer ise konuşmanızın dilini, yerini ve yönünü tayin eder. Şu an konuşma bittiği için dil yok. Dolayısıyla, konuşlandığın yeri yitirdiği için yer de yok ve yerini kaybettiği için yön zaten yok.

Bu cümle, memlekette anlaşılması zor bir cümle. Çok tuhaf bir entelijansiya var çünkü. Sadece gönüllü acentelik yapıyor. Celladına aşık tasmalı çekirge… Dünyadan haberi yok, kendinden hiç haberi yok, sürüklenip duruyor. Entelijansiyanın olmadığı bir yerde hiçbir şey olmaz. Ön alacak ve ön açacak. Çağrısı çağını kuracak.

Dil, yer, yön; bütün insanlığın yol haritasını belirleyecek, bir medeniyet fikrinin üç kurucu güzergâhıdır.

Bizde bir medeniyet fikri yok. Tanzimat’tan itibaren (Şinasi, Namık Kemal, Ziya Gökalp, Nurettin Topçu, Cemil Meriç’ e kadar) bizde medeniyet fikri yok. Bir tane Sezai Bey’de var. Üzerinde kafa yorup beslenmemiz gereken, beslenebileceğimiz, nefes alabileceğimiz, nefes verebileceğimiz yeri Sezai Bey işaret etti bize.

Batılılar, miyoptur; Müslümanlar, hipermetroptur; Batılıların ve Müslümanların dışında kalan insanlar ise astigmattır

Kant, büyük adamdır. Bütün yollar Kant’a çıkar. Modern zihnin, insanın, dünyanın inşasında kurucu babadır. Böyle bir rolü var. Kant şöyle bir cümle kurmuştu, “Aydınlanma devrimiyle birlikte çocuksuluk çağından ergenlik çağına ulaştı, aklını kullanmaya cesaret etti” dedi.

İnsan dediği Avrupalı insandır. Yani çocuksuluk çağından ergenlik çağına ulaşmış. Bu, senin derdin niye bütün insanlığa diyorsun. Şimdi şöyle bir şey var. Batılılar, miyoptur; Müslümanlar, hipermetroptur; Batılıların ve Müslümanların dışında kalan insanlar ise astigmattır. Çok net. Batılılar dar kafalıdır. Bize anlattıkları hikaye masal. Biz batılıların yaptığı gibi oryantalizm, oksidentalizm tuzağına düşemeyiz, böyle bir hastalığa biz sahip olamayız, süratimizi keser, suratımızı da bozar. Batıdan olmayan, batıyla hiç alakası olmayan bir batı üretemem. Bu, ahlak meselesidir. Müslüman dediğimiz kişinin en öncelikli sûreti ahlaklı olmasıdır. Ahlak, mahlukla ilgidir. İnsan, mahluktur. Doğrudan yaratıcıyla irtibat kurmaktır. Modernlikle beraber bağ koptu. İnsan, devasa bir ağ ama bunun farkında değil. En kötü şey budur. Nasıl devasa bir ağın içinde çırpındığımızın farkında olmadığımız bir dünyada yaşadığımızı zannediyoruz.

İnsanlığın varlığını sürdürebilmesi bizim burada olmamıza bağlı

Bugün, burada değil. Bugün, buralı değil. Dün, buradaydı.

Dün biz vardık, biz buradaydık, tarihi biz yapıyorduk. Bugün, burada değil, çünkü biz yokuz.

Hazinenin üzerinde oturuyoruz. Üzerinde oturduğumuz şeyin hazine olduğunun farkında değiliz. İnsan, konuşmayı ve konuşlandığı yeri yitirdiği için, dolayısıyla yönünü yitirdiği için, olup biteni anlamlandırabilecek durumda değil. Bu kavramların insanla ilgisi yok artık. Olup bitenleri anlama, anlamlandırabilme, aşabilme düzlemlerinin çok dışındayız. Hepimiz çağ dışıyız.

Bugün, burada değil; yarın, burada olacak, burada olmak zorunda. Biz burada olduğumuz zaman yarın burada olacak.

İnsanlığın varlığını sürdürebilmesi bizim burada olmamıza bağlı. Çok net. Bu kadar rahat cümle kurmamın nedeni ben kefere-i fecereyi yakından tanırım. Burada bize her şey çok simulatif geliyor. Dışarıdan göremezsiniz, içine girmeniz lazım. Bir şeyi dışarıdan tanımlayamazsınız. Dış, kabuktur. Kabuk, içe ilişkin size fikir verebilir ama için özünü veremez. Böyle bir şey yok. Her iki dünyayı da tanımış olduğumdan rahat diyorum. Çıldırıyorum. Bu ülkedeki insanların, özellikle İslami kesimlerin entelektüel olarak durdukları yeri çok çabuk terk ediyor olması çıldırtıyor. İnsanın uykularını kaçırıyor. Böyle bir şey olmaz.

Bir şeye nüfuz edebilmenin yolu mekandan geçer

Ben sosyal medyada bazen tuhaf oyunlar çekiyorum. Bazen anlıyorlar, bazen anlamıyorlar. Gazetede de bazen o tür yazılar yazıyorum. Vaziyet ne olacak diye tuzak kuruyorum. Bir defasında şöyle twit attım, “İslam, bizim tek vazgeçilmezimiz midir?” Hemen saldırdılar. Hiç itiraz eden olmadı. Tuzak bu. Ondan sonra ikinci twet attım, “Yarım asır önce mücahit olarak yola çıkıp sonra müteahhitlik yapan sonra da geldiği noktada her şeye müsait olan insanlar için gerçekten İslam tek vazgeçilmez midir?” Hayır hoca, diyerek ezbere gidiyorlar. Bir şeyin özüne nüfus edebilmeniz lazım. Bir şeye Nüfus edebilmenin yolu mekandan geçer. Medine’dir. Bütün hikaye Medine’yi inşa etmektir. Medine, medeniyetin özüdür. Hz. Peygamber kendisini yerle tarif etti. İlmin Medine’si diye tarif etti. Bizde bir medeniyet fikri yok. Medeniyet kavramı, kurucu bir kavramdır.  Bu ülkede kurucu kavramın karşılığı yok. İnsanlar medeniyet diyerek konuşuyorlar ama kavramın içi, içeriği, ruhu yok. Böyle saçma bir şey olamaz. Kavramların karşılığı yoksa kaygan zeminlerde patinaj yaparsın sadece. Kaygan zeminlerde patinaj yaptığımızın farkında değiliz. Farkında olsak uykularımız kaçar, çıldırırız.  Avrupa’da, Amerika’da Müslüman olan adam, Müslümanlara bakıyor, isyan ediyor. “Siz nasıl Müslümansınız!” diyor. Bizzat görüyor.

Bu ülkede işlenen en büyük cinayetlerden bir tanesi, bu ülkede gayrimüslimlerin sürülmesidir. Gayrimüslimlerin sürülmesi bize en az yüz sene kaybettirdi. Müslümanlarla ilgili olur olmaz cümleler kuruyorlar. Gerici, yobaz… Yobazın dibisin aslında, dünyadan haberin yok. Müslümanlar da perişan durumda o cümleleri kurdurtarak. İşin bu tarafı da var. Gayrimüslimlerin sürülmesi, ötekisiz öteki denen bir tür icat ettirdi. Ötekisi olmayan, ötesi olarak konumlanan Türkiye…  Ötekisi olmayan, İslami duyarlılıkları gelişkin kişilerin öteki olarak konuşlandırılması… Yani, seküler kesimlerin ötekisi yok, İslami kesimlerin de ötekisi yok. Bu, eşyanın doğasına terstir. Böyle bir şey olmaz. Öteki deyince tüm negatiflikler aklınıza gelmesin. Öyle bir şey demiyorum. Bahsettiğim şey, farkındalık meselesidir.

Başkalarının kavramlarıyla kendi dünyanızı kuramazsınız

Kur’an, Furkan mıdır? Furkan, insan mıdır? Hucurat Suresi 13. ayet… Birbirinizi tanıyasınız, tanış olasınız, tanıyabilesiniz diye (biz hiçbir şeyi tanımıyoruz, kendimizi hiç tanımıyoruz) farklı kavimler (kavime yapılan atıf, farklılıklara yapılan atıftır) halinde yarattık. Kur’an, Furkan’dır. Furkan’da insanı farklılıkları tefrit etmesini mümkün kılabilecek bir firak ateşinde yandığı zaman yakalar. İnsan, o zaman Furkanlaşır. Kur’an ile insan arasında Furkan’da buluşan ilişki bir med-cezir ilişkisidir.     İnsan, Kur’an ile donandığı zaman Furkanlaşır. Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaya başladıktan itibaren de Kur’an ile donanmaya başlar. Kur’an herhangi bir kitap değil. Kur’an’ın tarihselliği kendini fark edemeyen insanların meseleleridir. Bu, bir ses ve şifadır. Us diyen tipler ortalıkta dolaşıyor. Us, düşünce, inanç diye bir birinden ayırıyor. Yapmayın bunu. Bunları batılılar beş yüz sene önce bitirdi. Kültür diyor. Kültür ne? Kültür, en büyük küfürdür. Kültür, örtendir, değişkendir, insanı ekip biçmektir. Başkalarının kavramlarıyla kendi dünyanızı kuramazsınız. Bize ait olan sabitedir. Kültürün ürettiği şey, değişkenleri sabite katına yükseltmesidir ve sabitelerin üstünü örtmesidir. Küfür, budur. Kültürün yaptığı şey, arızi olanı asli olanın katına yükseltmesidir. Kıyamet o zaman kopar işte.

Tanrı tanımaz, tanınmadan tanrı tanınamaz

İstiklal caddesinde, İnsan Kitap’ın biraz aşağısında BSF (Bilim, Sanat, Felsefe Akademisi) diye bir şey yapmıştık. Bir gün gidiyorum, on yedi yaşında bir çocuk elinde sosyalist dergi satıyor. Tişörte de “God is dead” diye bir şey yazıyor, yeşillik olsun diye taşımıyorlar tişörtü. Ben buna numara yapayım, dedim.

-“Ne bu” dedim  (yakasına yapıştım, korktu.)

-“Tanrı öldü”

-“Kim demiş” dedim.

-Nietzsche

– “Asıl ölmüş mü, başka bir şey mi diyor?” dedim

-“Adamın söylediği şey, tanrı fikrinin yitirilmesidir. ‘Tanrıyı biz öldürdük’ diyor ve arkasından da o cümleyi kuruyor. Sen Bektaşi misin?” dedim. Çocuk korktu. Bazen gerekiyor böyle şeyler.

Bu gelen Deizm, Ateizm dalgasına epey kafa yormuştum. Hatta bir yazı yazmıştım, şöyle bir cümle vardı, “Tanrı tanımaz, tanınmadan tanrı tanınamaz.”  Ateist bir adam, derviştir. Gerçekten ateist olduğunu söyleyen adam, derviştir. Derdi vardır adamın. Ve anlamda teslimdir. Teslim olmuştur. Allah’ın verdiği melekeleri kullanarak soru soruyor, meselesi var, mesuliyetini yerine getirmeye çalışıyor. Farkında değildir, teslim olmuştur. Gelen dalganın nasıl felakete yol açabileceğini az çok sezinledim. Nietzsche’nin kitaplarını çevirdim, filmini çektim, belgeselini yaptım. Sığ, ezberci Türkiye’deki laik, sosyalizan tiplerin Deizm meselesini Nietzsche üzerinden meşrulaştırmaya kalkışacaklarını ve karşı çıkacak herkesi susturacaklarını hissettim ve set çekmek istedim. Deizm, Ateizm meselesi Nietzsche üzerinden dillendirmiyorlar artık. Bu işlere girince millet çıldırdı. Niye çıldırıyorsun?

“Nazariyat” dergisi çıkıyor bu ülkede. ODTÜ Felsefe, Türkiye’nin en iyi felsefe bölümlerinden biridir. ODTÜ Felsefeye gönderiyorlar dergiyi ama adamlar geri gönderiyor. Batılılar için miyop diyorum. Bunlar, Türkiye’deki Batıcılar. Bunların geleceği yok. Çok net. Müslüman olmanın coşkusunu iliklerine kadar hissedebilecek insanlar, Müslümanlığın farkında olacak insanlar değildir bunlar. Dolayısıyla şuna çok net, “Batılılar bizden çok korkuyor”. Bildiğiniz gibi değil, çok korkuyorlar. O yüzden İslam ile ilgisi olmayan İslam imajı üretmeye çalışıyorlar. Çarpıtarak götürmeye çalışıyorlar.

Geçen gün gazetedeki yazımda Emperyalizm meselesi üzerine gittim. Üç tür emperyalizm biçiminden bahsediyoruz. Bir başlangıç noktası cümlesi olsun, “Mümin, Allah’tan aldığı emanetin bilincinde olan kişidir.” Mümin, emanet almıştır. Batılılar, tanrılardan ateşi çaldı. Emperyalizm bir fobi üzerine kuruludur. Müslüman, emperyalist olmaz, mümkün değil. İşgalci olamaz, fatihtir. Fatih, toprakları ele geçirme kaygısı güden biri değildir. Gönülleri kazanma kaygısı güden kişidir. Müslümanlar tarih boyunca bunu yapmıştır. Sadece bunu yapmıştır, ötesi yok.

Kameraya ruh yükleyemezseniz teknisyen olursunuz

Gayrimüslimlerin bu ülkeden sürülmesi bize yüz sene kaybettirdi. Dolayısıyla, bizi ötekisiz öteki diye adlandırılacağımız bir yere fırlattı. Farkın fark edilmesinin yolun firak ateşinden geçtiğinin hatırlatılması. Dolayısıyla kişinin o zaman fark olabilir. Her mümin farktır. Her mümin tek başına bir ümmettir. Ümmet, her şeyin anası demektir. Niçin ümmetleşemiyoruz, niçin İslam Birliği kurulamıyor gibi boş laf etmeyeceksin. Ümmileşmeden ümmetleşilmez. Ümmileşmeden, zihni Müslümanlaştırmadan hayatı Müslümanlaştıramazsınız. Bir kere zihni Müslümanlaştıracaksın. Ümmileşmek, çağı tanıyarak çağı tanımadığını ilan etmek demektir. “Tanımıyorum seni” diyebilmektir. İçinde yaşadığınız çağı tanıyamazsanız tanımlanırsınız. Tanırsanız tanımlamaya başlarsınız. Filmle, sinemayla, dijital medyayla uğraşıyoruz. İlk olarak asıl meseleleri halletmemiz gerekir. Yapılacak iş, kameraya ruh yüklemektir. Kameraya ruh yükleyemezseniz teknisyen olursunuz. Çok yetenekli biri olsanız bile iyi bir teknisyen olursunuz anca. Film çekecekseniz filmin doğasını ve dilini bileceksiniz. Şu cümleyi kuracaksınız, “Sinema, zamanın ruhudur ve çağın dilidir.” Şöyle de devam ettireceksiniz, “ Sinema hem Nietzsche’dir hem ötesidir.

Müslümanların zihni, çağdaş hurafeler çöplüğü

Allah, insana ruh yükledi, kendi suretinden yarattı. Bu, nasıl muazzez bir şeydir. Bunun bilincinde olarak nefes alıp verebilmek leziz bir şeydir. Bunun bizi götüreceği yer, Müslüman olma coşkusunu iliklerimize kadar hissedebilmektir ve hissettirebilmektir. Biz televizyonlara çıkarız ve cümleler kurarız, güya iletişim kuracağız.       Orada bir konuşma yok, konu yok, konuk var ama konuşacak adam yok. Çünkü Konuşlandığı yer yok. Konuşma bitti. Konuşmacı diyor ki, “Ben İslami açıdan bakmıyorum sadece, insani açıdan bakıyorum.” Ben de kafayı yiyorum. Benden başka kafayı yiyen olmadığını tahmin ediyorum. Ondan sonra daha da sinirleniyorum. Çıldırıyorum. O nasıl bir aşağılık kompleksidir. Düz bakarsanız doğrudur. İnsan kategori, Müslüman insan da alt kategorisidir. Bediüzzaman, “Mümin, insanet-i Kübra’dır” Biz tamamen insanız ama çağımızda insan yok. Dilini yitirmiş, konuşamayan tür insan değil. Geldiğimiz noktaya bakalım. Kant, ”İnsan, çocuksuluk çağından ergenlik çağına ulaştı. Aklını kullanmaya cesaret etti” dedi. Bu, ilerleme dilinin mottosu aslında. Modernlik, ilerleme fikri üzerine kuruldu. İlkel çağlardan ileri çağlara doğru gidiyoruz. İnsanı hiçe sayan, insana hakaret eden miyop bir perspektiftir. Kitabı açıyorsun, adam “medeniyet tarihi” diyor. Mezopotamya, Mısır, Sümer bunları batılılar anlatıyor. Olmaz böyle bir şey. Elli sene sonra “Batı uygarlık tarihi” çok feci yazılacak. Güçlü oldukları için tarihi kendileri yazıyorlar. Dolayısıyla, insanlık gücün kölesi haline geldiği için, batılıların dışındaki insanlar gücü kutsadıkları için, meselenin güç olduğunu zannettikleri için zihin tam bir çöplük. Müslümanların zihni, çağdaş hurafeler çöplüğüdür. İlla bir Nietzsche mi çıkması gerekiyor? Çıktı da ne oldu? Bizimkiler Nietzsche’yi okuyabilecek halde değil. Bu ülkede çok tuhaf bir şey var. İslam’da okumuş, gelişkin kişilerden bahsediyoruz. Bir “Us” güzellemesi aldı, gidiyor. “Us” nedir? Sus ya!

İlerleme mantığı üzerinden gittiğimizde Kant’ın cümlesine benzer cümleyi nasıl kuracaktık? Çocuksuluk çağından itibaren modernlikle beraber aklını kullanmaya başladı ve ergenleşti. Bizimkisi ergenlik psikolojisidir. O hat üzerinden gittiğimizde, çocuk-ergenlik-ilerleme mantığı üzerinden geldiğimiz noktanın olgun(yetişkin) olması lazım. Hayır, tam tersidir. Tam konuşmanın bittiği yer. İnsan konuşlandığı yeri kaybettiği için konuşma ve konu bitti. Konunun ne olduğunu bilmeyecek kadar konu bitti, konuşması bitti.

“Göz, emperyalisttir ve tahakküm bırakır. Görüntü, emperyalistin de emperyalistidir ve tahakkümü mutlaklaştırır.”

Bize post-modernler gelinen noktayı, “İnsanlığın çocuksuluk çağına geri dönüş” olarak anlatıyorlar.  Çocuksuluğun, peygamberi yoktur. Burada kafa patlatmak lazımdır. Çocuksuluğun peygamberi yoktur. Saf, arı, duru, ümmi, her soruyu sorabilen, yetişkinlerin iki yüzlülüklerini görebilen…. Çocuksuluk, sestir. Hakikatin nefesi olan bir sestir. İnsanın çocuksuluk çağına geri dönüş… Mestrovic, “Post Emotional Society” diye tanımlıyor. Mestrovic, Hırvat kökenli Amerikalı bir adam. “Duygu Ötesi Toplum” diye tanımladı. İçine sürüklendiğimiz çağ imajlar üzerinden işleniyor. Ama “imaj”ın ne olduğunu bilmiyoruz.  Önce şöyle bir cümle kurayım, “Göz, emperyalisttir ve tahakküm bırakır. Görüntü, emperyalistin de emperyalistidir ve tahakkümü mutlaklaştırır.” İmaj, dondurur. “Bu, budur. Hikaye ve mesele budur.” deriz. Nietzsche’yi çıldırtan budur. Bu, son durumdu. Nietzsche’yi çıldırtan, modernlerin nedenlerle sonuçları birbiriyle karıştırması ve sonuçların neden olarak konumlandırılması. Medya üzerinden örnek vereyim. Kamera önce genel çekim yapıyor. Daha sonra, El-Ezher’e giriyor. Kahire, burası El Ezher’in merkezde olduğu Müslüman bir yer. Sonra içeri giriyor. Kamera, Kur’an okuyan çocukları gösteriyor. Giysilerinden Müslüman oldukları belli, Arapça metinler de gösteriyor. Sonra da El- Kaide’nin liderini elinde makinalıyla gösteriyor. Bu şu demektir, Genel çekim, El-Ezher, Kahire, Müslüman eşittir terörist. Bu kadar ucuz cümleyi nasıl kurabiliyorsun sen! Hiç umurunda değil. Çünkü emperyalist.

Dijital emperyalizm

1-Ontolojik emperyalizm biçimini kendilerine karşı yaptılar. Problem buradan kaynaklanıyor. Ontolojik emperyalizm biçimi saldırı ve tahakküm kurmadır. Bütün emperyalizm biçimlerini çağrıştırabilir. Sömürgecilik diyebiliriz ama sömürgecilik soft bir kavram. Meseleyi açıklamaya yetmez.

2-Siyasi-Coğrafi emperyalizm biçimi, tarihte bizim bildiğimiz emperyalizm biçimi o. Batılıların bütün coğrafyayı bir şekilde sömürgeleştirmeleri.

3-Kültürel-Zihni emperyalizm biçimi, (Dijital emperyalizm biçimi, şu an yaşadığımız çağ.)

Kültürel-Zihni emperyalizm ve Siyasi-Coğrafi emperyalizmi biçimini üreten Ontolojik emperyalizmdir. Ontolojik emperyalizm biçimini anlayamadığımız sürece dijitali anlayamazsınız. Dijitalin nasıl ontolojik bir saldırı olduğunu anlayamazsınız. “Dijit”, hakikat demektir. Hakikat olan dijital üzerinden üretiliyor.

Hümanizm, insanın tanrılaştırma sürecidir

Üç insan tipi vardır.

1-İzleyen

2-Gören

3-Oynayan

Wittgenstein, “Felsefe, bitti” diyor. Niçin bittiğini şöyle izah ediyor, “Artık tarif yapabilecek durumda değiliz, sadece tasvir yapabilecek durumdayız” der.  Ontolojik emperyalizmden ötürü böyledir. Tanrı fikrinin yitirilmesi, demektir. Ontolojik emperyalizm, tanrıya saldırıdır; Coğrafi emperyalizm, dünyaya saldırıdır.

Tanrı üzerinde hükümranlık kurma, dünya üzerinde hükümranlık kurma ve insan üzerinde hükümranlık kurmadır. Bütün bu yolculuk hümanizmle başladı. “Hümanizm, tanrıyı öldürdü.” Diye bir cümle var. “İnsancılık, tanrıyı öldürdü” nasıl yani? Hiçbir şey anlaşılmıyor. Dilin gittiğini buradan anlayabilirsiniz. Hümanizm, insanın tanrılaştırma sürecidir. Hümanizm, insancılık değildir. Hümanizm, insanın tanrılaştırma sürecidir.  Hümanizmle başladı yolculuk ve bugün geldiğimiz yer post-hümanizmdir. Post-human, trans-human artık. İnsan ötesi, insan sonrasıdır artık. Yani, yarı insan ve yarı makine bir türdür.

Bu yolculuğu özetleyelim. Homosapien, düşünen insan demek. Şu an yaşadığımız çağ (dijital dünya) düşünen insanın yaşadığı bir çağ olabilir mi? Homosapien bitti, konuşma bitti. Kök diller önemlidir. Kök diller, medeniyetleri kuran dillerdir. “Kitabı anlayabilesiniz diye size Arapça indirdik” buyuruluyor. Arapça olmadan kitabı asla anlayamazsınız. Arapça olmadan fizik, metafizik, matematik asla yapamazsınız. Arapça olmadan intelijans(aydın) geliştiremezsiniz, cümle kuramazsınız.

Kur’an’dan zihnin işleyişine ilişkin tekil, ikili, üçlü ve katları harita çıkardım.

Örneğin, ikili anlam katmanları, “Mülk alemi-Melekut alemi” .

Bütün olayı şuradan çıkarabilirsiniz: İnsan, melekut aleminden süt emdiği zaman mülk aleminde meleksi melekeleri gelişebilir. Melekut aleminden irtibatı kopardığı zaman mülk aleminde sadece meleklik taslar. Her şeye malik olma güdüsü, emperyalizm biçimleri patlar ve insana hükmeder. Homosapien, epistemik kaygı içinde olandır. Dolayısıyla düşünen biridir. Şu an dijital medyanın en yaygın formu Twitter, asosyal medya,  üzerinden cümle kurayım: “Burada olan şey kanaatin dünyasıdır.” Sadece kanaat belirtiyor insan, yani duygu. Zihnin çökmesi ve yerine duygunun yerleşmesi olayı vardır.

Nihilizm Biçimleri

Nihilizm, ‘hiçleşme’ demektir. Nietzsche iki tür Nihilizm biçiminden bahseder. Dijital medyanın afyon olup olmadığını buradan çıkarabiliriz.

1-Pasif Nihilizm biçimi.

2-Aktif Nihilizm biçimi.

Pasif Nihilizm, hayatın inkârıdır; Aktif Nihilizm, hakikatin inkarıdır. Pasif Nihilizmde kişinin pornografiye teslim olması söz konusudur. Pornografi, kişinin düşünme ve algılama melekelerini yitirmesi demektir. Dolayısıyla, ayartının kölesine dönüşmesi demektir. Yani ayrıntıya hapsetmektir. Kişiyi ayrıntıya ne kadar hapsederse o kadar ayartır. Medya, pornografi üzerinden işliyor, sizi ayrıntıya boğuyor. Örneğin, “Kaliforniya’da bir yeri bombaladılar”. Bunu inanılmaz ayrıntıya boğuyor, tam pornografi. Pornografinin olduğu yerde, ayartının olduğu yerde ayrıntı sizi boğar. Dolayısıyla, ayartının bir şekilde dayandığı hakikati de yutar. Hakikati öğrenemezsiniz, ayrıntının içinde yok olup gidersiniz.

“Biz, önümüzdeki süreçte bizim tarihte ortaya koyduğumuz birikimden daha fazla birikim ortaya koyacağız”

Simülasyon, ayartı, asimilasyon ile sonuçlanır. Yabancılaşma ile sonuçlanır. Bugün yaşadığımız çağda sınırlar ortadan kalktı, tek bir Dünya. Müthiş bir imkan var ortada. Bugün, burada olsaydı inanılmaz bir dünyaya gidecektik biz. Ben şunu hissediyorum, “Bütün insanlığın birikimini mahvetti bu adamlar. Biz, önümüzdeki süreçte bizim tarihte ortaya koyduğumuz birikimden daha fazla birikim ortaya koyacağız.”

Hüdai vakfının Gazanfer Medresesi var ve orada fikir atölyesi yapıyoruz. Bir tane arkadaş Suriye’den gelmiş bir gün yanıma geldi ve şöyle bir şey söyledi,

-“ Hocam, çok kötü zamanlarda yaşıyoruz, keşke Müslümanların güçlü olduğu zamanlarda yaşasaydık”

– Sen nasıl böyle bir cümle kurarsın Müslüman” diyerek cevap verdim.

–  “ Sanat, çağdaş bir hurafedir. İslam sanatı diye bir şey yok, biz kendimizi kandırmayalım. Adam, “Sanatın icadı” diye kitap çıkardı. İcat edilmiş bir şeyden bahsediyor. Mimar Sinan, ben sanat yapayım, mimari şaheser yapayım kaygısıyla hareket etmedi. Tanpınar, Sinan’ı ve mimarları kastederek, ‘Müslüman sanatçı inşa etmiyordu, ibadet ediyordu. ‘ Süleymaniye, Sinan’ın ibadeti ve insanlığa katkısıdır.   Allah’ın bize nasıl lütufkâr davrandığının farkında değil misin? “ dedim.

-“Nasıl?” dedi

– “Biz, her şeyi yeniden ve sıfırdan kuracağız. Bundan büyük bir nimet var mı?  Biz yapacağız bunu. İbadetimizi yapacağız.” dedim

– “Ben büyük bir günah işledim” dedi.

– “Günah değil, bizim zihnimiz zaten çöplük”

Ümmileşmeden ümmetleşilemez

Biz evrensel cümle kurmak zorundayız. Bütün insanlığı ilgilendirecek cümleler kurmak zorundayız. Sınırların kalktığı bir yerde herkesi ilgilendiren cümleler kullanmak zorundayız, yerel cümleler kuramayız bu saatten sonra. Bu evrensel cümleleri kurabilecek durumdayız. Ama biz, biz değiliz. Biz, kendimizde değiliz. Biz ne Dünya’yı ne de içinde yaşadığımız çağı tanıyoruz. Tanıyamadığımız için de sürekli tanımlanıyoruz. Tanımlandığımızı da fark edemiyoruz. Tanımanın yolu ümmilleşmekten geçiyor, her şeyin anası olduğumuzu fark etmekten geçiyor. Ümmileşmenin yolu vasat ümmet olmaktan geçiyor. Vasat ümmet, üniversal insan demektir. Bakara Suresi’nde Allah vasat ümmeti bize anlatır. Vasat ümmet, ‘itidalli’ demek değildir. Vasat, Arapça ’da merkez demek, merkez ümmet demektir. Merkez ümmet, güneş ümmet demektir. Her mümin tek başına ümmet, ışık saçan, her şeyin anasıdır.

Hz. Peygamber üzerinden Allah bize vasat ümmeti şöyle anlatıyor,

1-Hakikatin şahidi olacak

2-Bütün çağların ve çağrılarının şahidi olacak

3-Çağının ve çağının çağrısının şahidi olacak

Hz. Peygambere tüccar olmak yaraşacak bir şey midir? Olacak iş değil.  “İlim Çin’de olsa bile gidip alınız” diye bir hadis var. Peygamberimiz laf olsun diye bu cümleyi kurmuyor. Bahreyn’de, Yemen’de ticaret yaparken Çinli ve Hintli tüccarlarla tanışıyor. Nasıl mükemmel medeniyet temsilcisi olduğunu Hindistan ve Çin bunu öğreniyor. Dolayısıyla, çağının ve hakikatin şahididir. ‘Tanımak’ fiili üzerinden gidelim. Hz. Peygamber, hem hakikatin tanığı hem de tanığıdır. Hem bütün çağların hem de çağrılarının tanığı olan biri hem de tanıdığı olan biri. “ İnsan budur, hakikat budur “ diyebilecek kadar tanığı ve tanıdığı biri. Dolayısıyla, çağının, çağının çağrısının tanığı ve tanıdığı birisidir. Yani, Ümmileşmeden ümmetleşilemez. Bütün zamanları seferber edecek, bütün zamanları kendi çocuğu kılabilecek ve bütün zamanların çocuğu olabilecek bir yolculuk bu. Vasat ümmet yolculuğu, ümmilişme yolculuğu budur.

Konuşmanın bittiği yer

Futbol stadyumundasınız, acayip bir maç oluyor. İnsanlar çıkışta heyecanlarını dertlerini “Oley oley oley oley ” diye bağırıp anlatıyor. Ne diyorsunuz siz, hayvan mısınız? Konuşamayan hayvan… Konuşmanın bitti yerlerdir stadyumlar. Konu da bitmiştir ama başka bir şey var. Televizyon futbolu, asıl tehlikeli olan şeydir. Futbolda, stadyumlarda alternatif toplum modeli var. Bilinç dışı şekilde psikolojiyle insanlar stadyumlara koşturuyorlar. Hayatın haksızlıkları, hukuksuzlukları karşısında stadyuma kaçıyorlar. İnsanların stadyuma kaçma sebebi, orada oyun oynayacak. İzleyici ve oyuncu açısından tüm ayrımlar ortadan kalkıyor, herkes kendi rolünü oynuyor ve oynanan oyun sırasında işlenen fauller, suçlar anında cezalandırılıyor. Alternatif toplum modeli orasıdır. Televizyon futbolunda işler değişiyor. Çünkü orada teknopaganizm biçimiyle karşı karşıyayız. Tam bir süblimasyon. Oyuncuyu slow motion ve yakın çekimle putlaştırıyor, ikon üretiyor. Senin benini üretiyor, senin benini yok ediyor aslında. Senin modelin o oluyor. Tanrısallaşıyor. Futbol, televizyon futbolu üzerinden paganizm biçimine dönüşüyor.

Form, normunu dayatır

Medya, araç demek değildir. Medya, mecra demektir. Medya, bir formdur. Form, bir dünyanın, kültürün, uygarlığın hem ifadesidir hem de ifade edicisidir. Bir kültürün hem ürünüdür hem de yeniden üreticisidir. Yani, Mehmet Akif büyük adamdır ama biz yanlış bir cümle kurdu ve o cümle bizi mahvetti.  İşin farkında değiliz. “Kur’an’dan alıp ilhamı asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” bizi perişan eden şey bu. Bu, şunun başka bir şekilde ifadesidir, “Batının bilimini teknolojisini alalım; değerler, kültür, ahlakını almayalım” Halbuki bizim unuttuğu şey şu, “Formlar kültürlerin, medeniyetlerin, dinlerin neyiyse hem ifade edicisidir hem ifadesidir, onun ürünüdür” bu çok önemlidir. Form, normunu dayatır. Burada yapılacak şey medeniyetler arasında tarih boyunca karşılıklı ilişkilerin gerçekleşme biçimi formlar üzerinden olmuştur.  Bütün medeniyetler birbirlerinden form almıştır. Medeniyet, formlar üzerinden kendini yeniler. Normlar üzerinden yenilemez. Dışarıdan aldığı formlar üzerinden kendi normunun estireceği rüzgâra dönüşür. Rüzgar, ruha dönüşür.

Bizdeki kavramlar içe, dışa, görünene, görünmeyene hitap eder. O yüzden Arapçayı bilmek zorundayız. Arapçayı bildiğiniz zaman matematik yaparsınız. Arapçanın, medeniyetin, dilini kavradığınız zaman bu olur. Medeniyetler arasındaki ilişkiler formlar üzerinden gerçekleşir. Bir medeniyet başka bir medeniyetten ödünç aldığı formu yaratıcı bir şeye kendi formları diri olduğu zaman dönüştürebilir. Normlarını yitirmiş bir medeniyet dışarıdan form aldığı zaman hem o ödünç aldığı medeniyetin formlarını tarumar eder hem de kendi formlarını deforme eder. Tanınmaz hale getirir. Buradan ilgin bir şey çıkıyor. Bizim kavramlarımız üzerinden anlatayım. Norm, form kavramı yetmiyor. Yetmesi mümkün değil çünkü ikili yapı yok. Mülk ve melekut kavramlarındaki gibi ikisini birleştirecek kökten türemiyor. Form ve norm kavramı aynı kökten türemiyor. Bizim usule ihtiyacımız var. Form, güya, usule tekabül ediyor. Usulü asıl ile kuracağımız irtibattan alacağız. Asıl olanla kuracağımız doğrudan irtibatla alacağız. Bir şey doğrudan olduğu zaman doğurganlaşır. Biz normlarımızı yitirdiğimiz zaman, hiçbir zaman, doğrudan formlarla irtibata geçemeyiz. Yaratıcı bir yolculuk gerçekleştiremeyiz. Dolaylı, dolaylı olduğu için de sürekli dolandıran ve bizi sürekli perişan eden bir yolcuktur. Form, normunu dayatır.

Hepimiz Batılılaşıyoruz. İste kabul edelim ister kabul etmeyelim hepimiz batılıyız. Bizim zihnimiz Müslümanca işlemiyor, istediğimiz kadar Kur’an-ı Kerim okuyalım, hadisleri yutalım. Hangi zihin üzerinde okuyorsun o ayeti, Müslümanca zihin üzerinden mi okuyorsun? Hayır, “Müslümanca zihin ne” onu bilmiyoruz, çünkü ümmileşmiş değiliz ve nüfus edemiyoruz İslam’a.  Çağın sorunu, çağın körleşmesidir. Batılıların, Doğuluların, Müslümanların yaşadığı sorun çağ körleşmesidir. Çağ körleşmesi, insanın devasa bir ağa hapsolması demektir.

Çağ körleşmesi iki şekilde tezahür ediyor.

1-Bütün insanlığın Batıya mahkûmiyeti

2-Bütün insanlığın kendinden mahrumiyeti

Böyle bir durumda mülk alemini, melekut alemini bunlara nüfus edemiyoruz. Örnek vereyim. Bugün insanlığın ortaya koyduğu bütün birikime ulaşabilecek durumdayız. Amazondaki kabilelerin kültürüne ulaşabilecek durumdayız. Hiçbir şeye nüfus edebilecek durumda değiliz, çünkü konuşma bitti ve yerimizi yitirdik.  Yerimizi yitirdik, çünkü dilimizi yitirdik. Medeniyet sürecinin üç sütununda bahsediyoruz. Mekke süreci, Medine süreci eşittir medeniyet süreci. Mekke artı Medine eşittir medeniyettir. Dolayısıyla, zihin artı zemin eşittir zamandır. Mekke sürecinde Müslüman zihninin inşası söz konusu; Medine sürecinde o zihnin yerini bulması söz konusu. Mekke sürecinde Müslüman dilinin, ruhunun, kişiliğinin oluşması vardır. Medine sürecinde o dilin yerini bulması, o zihnin zemine kavuşması söz konusu. Medeniyet süreci, o ikisinin bizi götürdüğü nihai yolculuktur. Zamana bizim rengimizi veriyor olmamızdır. Medeniyet dediğimiz zaman doğrudan Hz. Peygamberi anlamamız gerekir. Medeniyet, Hz. Peygamber demektir. Din ve medeniyet arasındaki ilişkiyi çözmemiz lazım. Din ve medeniyeti yer değiştirerek kullanıyoruz, çok tehlikeli bir şey. Bu, ontolojik bir felakettir. Din, ilahi bir şey; Medeniyet, beşeri bir şey. Din, İslam lafını kullanmamak için medeniyet diyerek geveleyenler var. Çok tehlikeli bir şeydir. İlahi olanla beşeri olanı eşitleyemezsin, yer değiştiremezsin. Arasındaki ilişki şudur: La ilahe illallah, ulviyet boyutu; Muhammedîn Resulullah, ubudiyet boyutudur.  Mekke süreci, ulviyet boyutunun hayat bulması; Medine süreci, ubudiyet sürecinin hayat olmasıdır. Medeniyet süreci de emanet şuurunun hayat sunmasıdır herkese. Mekke’de hakikatin hayat bulması, Medine’de hayat olması, medeniyet sürecinde herkese hayat sunmasıdır. Doğrudan kavramlar üzerinden gittiğimiz zaman ilim, irfan, hikmet yolculuğudur. Mekke süreci, ilim yolculuğudur; Medine süreci, irfan yolculuğudur; Medeniyet süreci de hikmet yolculuğudur. Mekke sürecinde, ilme-l yakîn süreci işler; Medine sürecinde, ayne-l yakîn süreci işler; Medeniyet sürecinde, hakka-l yakîn süreci işler. Din ile medeniyet arasındaki ilişkisini açıyım. Din, asılın kaynağıdır; Medeniyet, usulün kaynağıdır. Kur’an, asıldır; Sünnet, usuldür. Usulsüz vusul olmaz. Usulsüz varacağımız yer fusuldür (sapma, savrulma).  Kur’an’ı anlayabilmeniz için tefsir usulü okumanız lazım; Hadisi anlayabilmeniz için Hadis usulü okumanız lazım. Dolayısıyla tarihi anlayabilmeniz için tarihi usul okumanız lazım. Usul olmadan vusul gerçekleşmez. Din, asıldır; Hz. Peygamber, usuldür. Ulviyet boyutu, asıldır; Ubudiyet boyutu, usuldür. O usulü bize veren de sünnet-i senniyedir. Sünnet-i senniye, ontolojik bir meseledir. Ehli sünneti savunan insanlar, bu meseleleri kavrayamadığı sürece hiçbir şey söyleyemezler bize. O yüzden de perişan ediyorlar bizi. Sus kardeşim…

Sinema ve Formun dönüşümü

İlim artı irfan eşittir hikmettir. İlim artı irfan artı hikmet eşittir hakikattir. Usul olmadan vusul olmaz. Sünnetin esprisi,  suret değildir, sirettir. Fakat suret olmada siret olmaz. Hakikate suretleri işleyerek formlar üzerinden ulaşabilirsiniz. Bilim, bir formdur. Sanat, bir formdur. Medya, bir formdur. Bizde bu form usul anlamını da kazanır. Form dediğimiz araçlar, hakikatle kuracağımız ilişkinin usulünü de verir. İslam medeniyeti tarihindeki, İslam’ın kendisindeki formlar aslında bize usulün yol haritasını da sunar. Asılla doğrudan irtibat halindedir, form da normlarla irtibat kurmasını sağlar. Farkında olarak veya dolaylı olmayarak sağlar. Formun bizi normla irtibata götürme süreci dolaylıdır. Sureti kavramadan, sureti işlemeden hakikate ulaşamayız. Formu, esaslı şekilde, kendi normlarımızın külüne nüfus ederek kullanabildiğiniz zaman dönüştürebiliriz. Sinema, bizzat form değildir. Dışarıdan geldi. Bu formu dönüştürebiliriz. Batı uygarlığının bir formudur ama dönüştürebiliriz. Biz sinemayla Batılıların yapamadığı bir şeyi de yapabiliriz.

Tarihte medeniyetlerin kuruluş aşamaların büyük formlar üzerinden gerçekleşir. Tarih yapan şey, büyük formlardır. Büyük form, medeniyetin başka bir medeniyetten ödünç aldığı şeydir. İslam’ın tarih sahnesine çıkmasında, medeniyetin kuruluşunda şiir cahiliye Araplarının en güçlü formudur. O formu cahiliye Araplarının kullanabilmesi mümkün değildir. Bugün sinema Batıda geliştirildi, büyük sinemacılar var. Büyük formların işleyişi şudur: Büyük medeniyet krizi yaşanır, o krizi anlamalarını ve anlamlandırabilmelerini sağlar, sinema üzerinden yaşadığı krizi anlamalarını sağlayabilecek yolculuk gerçekleştirebilirler. Sinemayı krizi aşmalarını sağlayabilecek şekilde kullanamazlar. Mesafe olmadığı için, kriz kendileriyle özdeşleştiği için kullanamazlar. Mesafe olmadan düşünce üretilemez. Bizim bütün hikayemizi özetleyecek şey, “Nispet istifi” dir. Aslında, “Nispet ahlakı” dır.

 

*Yusuf Kaplan hocamızı, “MSM Mücerret Buluşmalar” kapsamında panel salonumuzda ağırladık. Limonlu çay eşliğinde, ufuk açıcı, kurucu, inşa edici bir konuşma ve tartışma ortamı oluştu. Bu arşivlik konuşmanın tam deşifresini siz Mücerret okurlarının rikkatine sunuyoruz.