Yazarlar

Hey dostum… Şimdi o maskeyi yavaşça yere bırak

Farkına varamadığınız bir cama burnunuzu sert bir şekilde çarptığınızda hissettiğiniz acıyı hatırlar mısınız? Gelin biraz bu acıdan konuşalım…

Bugünlerde sosyal medyada bir video var.

Biri tesettürlü diğeri başı açık, iki genç kız birlikte rap türü şarkı söylüyor, düet yaparken dostluklarına kimsenin engel olamayacağını anlatıyorlar.

Tesettürlü olan, kendisine yobaz diyenlere mesaj verirken diğeri ise kıyafeti üzerinden ahlak sorgulamasına isyan ediyor.

‘İki kız çocuğunun amatörce çektikleri bir video’ olduğunu düşünürken bir takipçimin etiketlediği bir sosyal medya hesabına girince videonun arka planına vakıf oldum.

Benim iki kiz çocuğu diye anlattığım gençler, meğer evli barklı birer sosyal medya ünlüleriymiş.

Şapkalı olan genç kadının ismi Eylül. Yaklaşık 1 milyon takipçisi var. Tesettürlü olan ablamızın da 20 bin civarında. O da şöhret basamaklarını tırmanmak için tırmalıyor.

Buraya kadar bir problem yok, rahat olun… Hatta şimdilik, sonrasında da yok. Ama…

Malum, son beş yıldır, sıradan bir ülkenin başına beş asırda bile gelmeyecek hadiseleri görmüş geçirmiş ve artık her taşın altından bir çapanoğlunun çıkmasına aşina olmuş insanlarız.

Ne yalan söyleyeyim, böylesine güzel ve sıcak hazırlanmış bir videoyu izleyince mutlu oldum. Ancak ‘gözünü açınca dümen, kapayınca tezgah gördüğüm bir mesleğe’ sahip olduğum için “bunun altında da bir çapanoğlu var mı’ diye sormadım desem yalan olur.

Bu şüpheye düştüğümde videonun kahramanı olan gençlerin birer oyuncu olduğunu bilmiyordum. Öğrendikten sonra çapanoğlu arama katsayısının ne kadar arttığını tahmin edebilirsiniz.

Basit bir videodan yola çıkarak toplum olarak ne hale geldiğimizi sorguladım ister istemez.

BU HAL NEYİN NESİ…

Ne haldeyiz peki gerçekten?

Bu kızların dertlendiği düşmanlığın sebebi de, insanı böylesine her şeyden kuşku duyar hale getiren sebep de aynı: Maskeler.

Bir zamanlar mahalle bakkalında, leblebi tozunun yanındaki rafta satılan, ince lastikleri kulaklarımızı acıtan maskelerin artık niçin öyle ulu orta satılmadığını biliyor musunuz?

Maskeler, eskisi gibi sadece tiyatro oyununda, sadece Ramazan eğlencesinde, sadece sokakta çocuklar tarafından takılmıyor da ondan… Maske artık her yerde… Hepimiz maskeliyiz.

Cebimizde paramız yoksa çocuğumuza karşı takıyoruz maskeyi. “Hayır o çocuklar için zararlı” diyoruz, yavrum, şimdi param yok, sonra olursa alabiliriz demek yerine… Annemize dönüyoruz, “Çok şükür iyiyim” diyoruz, içimiz kan ağlarken. Neredeyse namazda bile maske takacağız, yaradana karşı, elimizde olsa… Ağzımız fatiha okurken, zihnimizde gösteri yapan tilkileri saymazsak.    

Bunlar, masum görünümlü maskeler…

Zuhuratı kurtarmak için takılan, art niyet taşımayan, neticesindeki felaketin hesap edilemediği…

Bir de bilerek, isteyerek saf kötülük maksadıyla takılanlar var.

FETÖcülerden aşinasınız… Atatürkçü maskeli Amerikancılığa… Kurban maskeli hayır hasenat soygunculuğuna… Ahlak maskeli röntgenciliğe… Liyakat maskeli kayırmacılığa… Hak hukuk maskeli operasyonlara… Ekip ruhu maskeli yalakalığa, takım arkadaşı maskeli oymacılığa…

SİZ BU NUMARALARI NERDEN ÖĞRENDİNİZ?

Bunların hepsini FETÖ öğretmedi elbette bize…   

Ne zaman ki sözümüzü artık bize hiçbir tepki vermeyen ekranlara bakarak söyler olduk, sahte “nikcname”ler, “fake” hesaplar açmayı öğrendik, işte o vakit itibariyle pervasızlaştık.

Bir zamanlar sahte rumuzlarla ruhlara işleyen eş, dost ve kardeş savurganlığı alışkanlık yapınca, insanların gerçek kimlikleriyle göründüğü sosyal medya mecralarına da sirayet etti.

Klavye kahramanlıklarını, dizginlerinden kurtulmuş üstü açılmadık kelimelerle süsler olduk.

Daha düne kadar yüz yüze baktığımız kardeşlerimize dostlarımıza ağzımıza geleni saymaktan imtina etmedik, gözlerine bakmıyor oluşumuzdan istifade ederek.

Sokakta yürürken telefona sadece mesajları kontrol etmek için bakmıyoruz bir süredir. Kafamızı kaldırmaya da korkuyoruz. Çünkü göz göze gelip yüzleşmeyi unuttuk.

Bu yüzden artık sevmiyor oluşumuz, yüzümüze bakarak sözünü söyleyenleri…  

Eskiden boynumuz bükülüyordu, yokluktan, kesmeye geliyor ama çekmeye gelmiyordu.

Şimdi eğilmeyi öğrendi, varlıktan… Kesmediğin sürece çek çekebildiğin kadar…

Başımız hep önde, yeni mesajlara bakma bahanesiyle avutuyoruz kendimizi…

Sadece konuşacak kelimeleri değil kardeşliklerini dostluklarını arkadaşlıklarını sözün şehvetine kapılıp ucuz şöhretler uğruna, üç kuruşluk nimetler uğruna tüketmiş insanlar olarak.

Eskiden, hani milletin birbiriyle yüz yüze baktığı zamanlarda, o delikanlı vakitlerde, eleştirirken de överken de severken de döverken de bir adabımız vardı ya. Yüzüne yüzüne söylerdik ya…

Son beş senedir üzerimizden silindir gibi geçen gündemden midir, adını ikinci istiklal mücadelesi koyduğumuz kavganın ateşinden midir, yoksa sadece sosyal medya etkisinden midir, sebebi her neyse… Hepimiz sözün ayarını kaçırdığımızda hemfikiriz artık. Kavurması gereken yerde kısılıyor sözümüz, birazcık ısıtması gereken yerde kaynatıyor.  

KONUŞ MUSUS MU, UNUT MU

Düşman olmakla, tavır koymayı; konuşmakla iki kaşık suda boğmayı karıştırır olduk.

Dur hele, zaten düşmanla konuşalım diyen yok. Düşmanla ne konuşulabilir ki? Vatanına milletine ümmetine devletine kastedenle ne konuşabilirsin ki?

Bizim derdimiz konuş-ul-ması gerekenlerin konuş-ul-amıyor oluşu…  

En konuşulacak yerde, en konuşabileceğimiz kişilerle, hamuşana gömülmüş derviş gibi susuyoruz. Omerta yemini etmiş gibi bantlanıyor ağzımız, kesiliyor dilimiz.  

Konuşurken de kaçırıyoruz ölçüyü, bu yüzden. Eskiden -en kötü ihtimalle-kürekle çamur attığımız arkadaşlarımızın, kardeşlerimizin kafasına küreği indirmek için fırsat kolluyoruz.

Direkt gömmeye oynuyoruz.

Bir kardeşinin arkadaşının dostunun açığını ayıbını hatasını düzeltip de iyi olmasını beklemek, ümid etmek gibi bir haslet çoktan lüks oldu bize.

Ya benim eleştirim sayesinde iyi olursa, hatasını düzeltirse diye düşünmeye başlar olduk. Kardeşinin ayıbını örtmek gibi güzel bir hasleti, ayıbını kendisinden gizlemek ve tekrar etmesini sağlamak için kullanıyoruz.

Bu sebeple direkt kafasına indiriyoruz eleştiri küreğini güya sevdiklerimizin.

– bu ölçüsüz sevgiden de en çok nasibini Erdoğan alıyor, hepimizin abisi, kardeşi, dostu olarak-

Gömmeye ezelden niyetliyiz Elhamdülillah. Biz küreği kardeşimizin kafasına indirirken, sosyal medya denilen gayya kuyusu zaten peşi sıra toprak atmak için bekleyen ölü yiyicilerle dolu.

Fırsatı kaçırmıyorlar şükürler olsun.

DOST MUSUN DÜŞMAN MI? TARAFINI SEÇ!

Tüm bunlar, düşman olmak ile tavır sahibi olmayı birbirine karıştırmamızdan kaynaklanıyor.

Tavır sahibinin asli hasleti olan hakikatten yani ölçüden taviz vermemeyi unuttuk çoktan…

Sebebi ise hal ile kelam ile davranış ile her fırsatta yüzleştiğimiz şu aptal soru;

Benim tarafımda mısın yoksa onun tarafında mı?

Soruyu sorana soruyorum ben de… Senin nefret ettiğinden nefret etmeye mecbur muyuz? Senin sevdiğini sevmeye mecbur muyuz? Senin yanlışın niçin benim de yanlışım olmak zorunda? Hatasız kulluk beratını ne zaman aldın eline de, haberimiz olmadı sevgili dostum?

Oldukça makul bir gerekçeyle, bir arkadaşımızı düşman ilan ederken aynı gerekçe bir başkası için söz konusu olunca niçin birden bire lal kesiliyoruz?  Söyleyeyim

Çünkü maskelerimiz var, hakikatimizi gizleyen… Ayıplarımızla ardına gizlendiğimiz.

Gardırobumuz ağzına kadar maskelerle dolu, her duruma, her vaziyete, her kişiye uygun…

İşte böyle bir vakitte, bir cama burnunuzu çarpmışçasına acıtarak yüzleştirmek için yazıldı bu yazı. Çünkü kalmadı başka çare.  

Maskeleri düşürecek anahtarlar; tevazuya, erdeme, basirete, ferasete sığınmaktan başka…

Elindeki küreği kafamıza indirmek için bekleyen dostlarımızın gözlerine bakmaktan başka…

Misafir odalarının, toplantı salonlarının girişlerine telefonluk koyacağımız günler gelsin artık. FETÖcüler gibi kimse bizi dinlemesin diye değil, birbirimizi dinleyelim diye bırakalım telefonları dışarıya, öyle oturalım diz dize…

Öldürmek için değil güldürmek için dinleyelim birbirimizi…

Sadece telefonları değil alışkanlıklarımızı da bırakalım dışarda.

Tek haslet alalım yanımıza; bir cam gibi şeffaf olalım.

Önümüzde ardımızda sağımızda dolumuzda bagajımızda ne varsa göstermek için.

Cam olduğunu belli eden en küçük leke dahi bulunmayan bir nesneye dönüşelim.

Öyle ki, çiğneyip geçmek isteyenin gelip burnunu tosladığı ve suratına çarpılmış bir tokat hissiyle acıdan kıvranırken geri dönüp girmesi gereken kapıya yöneldiği bir cam gibi şeffaf olalım.

Ben bunun adına tavır sahibi olmak diyorum.

Siz gerektiği yerde gerekeni yapmak deyin Halil Kantarcı gibi.

Dik durup diklenmemek deyin Reis gibi…

Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol deyin Mevlana gibi…

Sözlerini eğri büğrü söyleme, seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir deyin Yunus gibi…

Bundan sonra kim gibi derseniz deyin, ne derseniz deyin ama dostunuzun, kardeşinizin yüzüne bakıyormuş gibi deyin. Maskelerinizi çıkarıp deyin.

Hiçbir şey bilemiyorsanız, yarın Yaradan’ın yüzüne bakacağınızı bilerek deyin.

Vesselam.

Recep Yeter

3 yorum

Yorum göndermek için buraya tıklayın

ercanharmancı için bir cevap yazın Cevabı iptal et

  • Eskiden boynumuz bükülüyordu, yokluktan, kesmeye geliyor ama çekmeye gelmiyordu.

    Şimdi eğilmeyi öğrendi, varlıktan… Kesmediğin sürece çek çekebildiğin kadar…

    Dahasını yazmamış Recep Yeter ama var.
    Dahası da var…

  • Bereketli olsun üstadım kalemin cennetine şahitlik cehennemine siper olsun …

  • Abi
    Yazınızı kritize etmek haddim değil.
    Duygu ve naçizane dusuncelerimi paylaşmak istedim;
    Kapalı kızdan terör örgütüne Cumhurbaskaninindan halkımıza
    Örnekler vermeniz iyi. Ama konu ” Maskelerimiz” oldugunu icin istenilen etki çok dağıldığını düşünüyorum. Soyleki ilk anlattiginiz hikaye internette fenemon olayi üzerinden sonra konular arası kopukluluk var.
    En son Cumhurbaşkanımız ovmussunuz buna anlam veremedim.
    Maske üzerinden toplumsal ahlaka vurgu yapmışsınız. Yazınizdan da anlaşıldığı gibi “Dertleriniz” çok fazla keşke hepsini bu yazıya sığdırmaya calismasa idiniz.

    Not: bir ogrenciniz sayılırım. Alcakgonlunuze sığınarak ifade etmiş bulunduk.
    Ilginiz icin şimdiden tesekkur ederim.