Röportaj

“İyilik dediğimiz şeyin ancak iyiler ile beraber olarak ele geçecek bir şey olduğunu, okulun-diplomanın devlete, millete, ümmete hizmet edeceksek bir işe yarayacağını hizmet etmeyeceksek yaşamanın bir anlamı olmadığını anlatmaya çalışıyorum.”

Belki tüm okurları bilmez ama, o uzun yıllar radyo programları yaptı. “Ankara soğuk bir gudubettir” aforizmasının sahibi Nuri Pakdil Usta’nın yaşadığı şehirde, yani Ankara gibi bir şehirde, binlerce kez şiir okudu. Serdar Tuncer ismi şiirin sesi oldu adeta. Ve sonra televizyon ekranı. Farklı adreslerde, farklı televizyon kanallarında bir çok program hazırladı, sundu. Özellikle Ramazan programları, sahur ve iftar programlarının vazgeçilmez ismi oldu, ki kendisi biraz “demlenmek” istese de izleyicileri için o vazgeçilmezliğini koruyor.
En son “Başka Şeyler” programı ile önce CNN Türk, ardından TVNET ekranında izledik kendisini. Ve sonra, yıllarca bir odaya kapatılan kavanozlardan çıkartılan hediyelikler gibi ardarda çok önemli yazılar, metinler ve kitaplar yazdı ve yazmaya devam ediyor. Yeni Şafak’ta her Perşembe okurlarına, makale sınırlarını aşan derinlik ve berraklıkta yazılar sunuyor.
“Satır Arası Hikayeler” ve “Delilim Yok Kalbimden Başka” kitaplarının yazarı Serdar Tuncer, MÜCERRET’in röportaj davetini kırmadı ve muhtemelen en çok kendisini şaşırtan çok özel bir röportaj çıktı. Derde, kitaplara, ekrana, twittere, çocuklara, şiire, kalbe ve bir çok meseleye dair çok “Başka Şeyler” söyledi.

 

Kendisine teşekkür ediyor, sizi, derinlikli, samimi, renkli ve keyifli söyleşimizle başbaşa bırakıyoruz. 
Çayınızı tazeleyin isterseniz, iyi okumalar.

Bu dünya dert dünyası, ama…

Sizin yazılarınızda, programlarınızda sıklıkla karşımıza çıkan bir kelime var; dert. Röportaja müsaadenizle tam da buradan, bu kelime ile başlamak isteriz. Biliyoruz ki dertsiz bir gönül olmaz, sizin de kitaplarınıza, köşe yazılarınıza ve sözcüklerinize yansıttığınız bir “derdiniz” var. Her yazınızda, programınızda ve yaptığınız işlerde bir derdinizi anlatmaya çalışıyorsunuz. Bu derdin ana kaynağı, menbaı neresidir?

İnsanız, bir hayatı yaşıyoruz ve mutlaka dert ettiğimiz bir şeyler var. Herkesin bu dert ettiği şey başkalaşıyor. Birisi borcunu nasıl ödeyeceğini düşünüyor, diğeri kayınvalidesiyle ne yapacağını düşünüyor, öbürü şu arabayı nasıl alacağını düşünüyor, beriki alttaki komşusuyla kavgalı… Yani insansak, yaşıyorsak bu dünya dert dünyası, dert çekeceğiz. Her birimizin dert ettiği bir şeyler var ve bir de dert etmesi gereken bir şey var.

Âdem’in oğlu olmaktan insan olmaya nasıl yükseleceğiz, dert budur.

O dert etmemiz gereken şey nedir, bu durumda?

Cenab-ı Hak buyuruyor ki, “insanı en güzel suretle yarattım, sonra onu aşağılar aşağısına ittim.”

Dert edilecek şey, aşağılar aşağısından en güzel surete tekrar nasıl çıkacağımızdır. Çünkü en güzel suretle yaratılan insandır, aşağılar aşağısına atılan benî âdemdir. Âdem’in oğlu olmaktan insan olmaya nasıl yükseleceğiz, dert budur. Allah-u Teâlâ buyuruyor ki, “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi murad ettim ve insanı yarattım.”

Buradan baktığınız vakit, Allah, seni yarattı çünkü bilinmek istiyor. Sen, Allah’ı bilmeden ölürsen yaradılış gayesini ifa etmemiş olacaksın. Senin varlığının bir anlamı yok, Serdar’ın varlığının bir anlamı yok. O zaman varlığımızı anlamlı kılacak şeyin adıdır dert.  Öyle bir derde düşeceğiz ki kul olacağız, insan olacağız, nefsimizi tanıyacağız, Rabbimizi tanıyacağız. Bu dert hakiki dert, olması gereken dert, herkes bu dertten nasibi kadar güzel, bu derdi arttırabildiği kadar insan, bu dertle dertlenebildiği kadar kulluğa yakın. Aradığımız şey bu. Dert, dert, dert derken bahsettiğimiz hep bu mesele.

Allah-u Teala bir kulunun gönlüne bu derdi verirse

Bu dert nasıl ele geçer, nasıl ulaşılır?

Belki sorulması gereken soru bu. Bu dert nasıl ele geçer, bakkalda mı satılır, manavdan alır mıyız, gramla mı, kuyumcuyla mı, nereden alacağız? Bu dert Cenab-ı Hakk’ın bir lütfudur diye düşünüyorum. Allah-u Teala bir kulunun gönlüne bu derdi verirse o kul bu dert ile dertlenmiş olur.

Vermez ise kul ne yapacak?

Onun da çaresi var. Dertliler ile beraber olacak. Hakiki derdi bulanlarla beraber olursak onların hali bize sirayet eder, bize de geçer. Bizde onlara bakarak derdimizin dert olmadığını fark ederiz. Önce, “ben onu dert zannediyordum da çok da dert değilmiş” deriz, sonra, derdin bundan başka bir şey olduğunu fark ederiz, sonra, o derdin nasıl ele geçeceğini dert ederiz, daha sonra, Cenab-ı Hak bize kapıları açar, o dert ile dertleniriz. O dert de gerçekten insanı bulur ve insana derman olur.

Ben demiyorum, Niyazî Mısrî Sultan söylüyor. “Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş” böyle demiş arifler. Evvela derdi kazan, sonra gel derman ara diyor. Aranması gereken derman değildir, derttir çünkü o derdin kendisi bir dermandır. Biz, yalandan dertlere derman aramaktan hakiki dertler ile dertlenmeye vakit bulamayan insanlarız. Garip zamanın garip çocuklarıyız.

Cenab-ı Hak dertlendirdiklerinin yüzü suyu hürmetine bize de hakiki derdi tattırsın.

Kelime ile alıp veremediğimiz var, iki yüz yıldır başkalarının kelimeleri ile konuşuyoruz

“Delilim Yok Kalbimden Başka” ve  “Satır Arası Hikayeler” bize ne söyler, ne öğretir, bu hikayeler, bizim ana hikayemiz için bize neler katar?

“Delilim Yok Kalbimden Başka”, gazetede yayınlanmış, kalbe, kişinin kendisi olmaya ve kelimeye dair yazılardan müteşekkil bir kitaptır. Bittiğinde en çok ne var ne yok diye dönüp baktım. Kalp demişiz, bu aslında benim derdimden haber veren bir şey, en çok kalbi kullanıyorsun otuz beş yazıda. Kelime diyorsun, kelime ile alıp veremediğimiz var (burası önemli, çünkü biz ister iki yüz yıl deyin, ister yüz yıl deyin, ister ikisini birden katın) başkalarının kelimeleri ile konuşuyoruz, başkalarının kavramları üzerinden kendimizi tarif ediyoruz, başkalarının kavramları üzerinden bilgiyi ve değeri yorumlamaya çalışıyoruz dolayısıyla kendimiz gibi yorumlayamamak ile karşı karşıyayız.

Arayışa dair soruları çoğaltan kitap

Kelime mühim bir yerde duruyor. Kalp, kelime ve kendi… Az önceki cümlenin içerisinde aslında üçünü de kullanmış olduk. Kelimelerimizi kaybettiğimiz için kalbimizi yitirdik, kelimelerimizi kaybettiğimiz için kendimizi yitirdik. Bu bulmaya, önce kalbi bulacağız oradan kelime mi bize “ce’ee, ben geldim” diyecek, yoksa önce kelimeyi bulacağız oradan kendimiz mi karşımıza çıkacak, bunu bilmiyorum. Üçünün de aynı anda aranmaması için bir sebep yok, hem kelimelerimizi arayacağız hem kalbimiz arayacağız hem kendimizi arayacağız. “Delilim Yok Kalbimden Başka” bu arayışın bir cevabı olan kitap değil, bu arayışa dair sualleri arttıran bir kitap. Cevabı kalp verir, sual aklın işidir. Bu kitap soru sorduruyor. Söylediğimle çelişen bir şey söyleyeyim, akıl kalbin aklıdır. Mesela “kalbim ile aklım arasında kaldım”, seküler bir laftır, bizim medeniyetimizde ve kendilik bilincimizde olmayan bir şeydir. Müslüman kalbi ile aklı arasında kalmaz çünkü akıl dediği şeyin kalbin aklı olduğunu bilir. Kuran-ı Kerim akletme, fikretme, tefakkuh etme vazifesini kalbe veriyor.

“Kalpleri vardır, tefekkür etmezler” diyor, “akılları vardır, tefekkür etmezler” demiyor. Akıl düşünür, kalp tefekkür eder. Akıl sorgular, kalp cevap verir. Akıl karıştırır, kalp durultur.

“Delilim yok kalbimden başka” biraz bu serüvenin yazıları.

Kalbinden başka delili olmayan kimse ya ariftir ya da haddini bilmiyordur.

Aslında orada iddialı bir kelime de var, ne demek, “Delilim Yok Kalbimden Başka” ?

Bunu ilk defa bu vesile ile söylemiş olayım. Bir yanıyla çok tevazu içeren bir kelimedir, bir yanıyla müthiş bir iddiadır. Çünkü kalbinden başka delili olmayan kimse ya ariftir ya da haddini bilmiyordur. Benimki ariflik iddiası ile söylenmiş bir söz değil, haddi aşan bir söz. Bilmiyorum, bir şey hissediyorum, Orhan Veli’nin güzel bir şiiridir “Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum, Anlatamıyorum.” Bir tek kalbin, bu hususta delil olabileceğini biliyorum fakat kalbimden başka da delilim yok. Bu beni bağlayacak bir şeydir. Benim kalbimin bana delil oluşu sizin için bir delil değildir, bu benim için delil, beni bağlayan bir şey ama arifin kalbinin delil oluşu âlemleri bağlayan bir şeydir.

“Sanma ey hace ki senden zer ü sim isterler

Yevme la yenfau da kalb-i selim isterler”

Ey hoca, sanma senden gittiğin yerde altın isteyecekler, gümüş isteyecekler. Öyle bir yere gidiyorsun ki orada hiç kimseden hiç kimseye fayda yok. Orda sana, senin bir kalbin var mı diye soracaklar, kalb-i selîm soracaklar. Kalb-i selîm delildir, en büyük delildir. İnşallah bizimki de arifleri takliden bir delil olsun. Haddini bilmeyenlere özenerek değil de arifleri taklit ederek bir delil olsun.

Bir zamanlar, herkesin hayata dair, hikmet dolu bir nüktesi vardı

“Satır arası hikayeler” on – on iki yıl evvel yazılmış bir kitaptı. Ben de hikâyelerin içinde pek çok yaşıyım gibi büyümüş bir kimseyim. Biz yedi kardeşiz, Ankara’dayız, iki katlı gecekondunun üst katında biz oturuyoruz, babaanne ve dede bizimle yaşıyor, sobalı bir salon, o salonda sobanın etrafında uzun kış gecelerinde,  bazen gelen misafirlerden (ben onların sohbetlerini dinlemeyi çok severdim, o zamanki insanlar bile farklıydı, okumayanlar bile Mesnevi’den bir menkıbe bilirdi, Yunus’tan bir şey anlatırdı, Âşık Veysel’den dörtlük bilirdi, ilkokul mezunu değil ama bunları bilirdi. Hayata dair meselelerde anlatabilecek hikmet dolu bir nüktesi vardı herkesin.) o takımdan biriken bir takım hikâyeler var, başka yerde rast gelmişim mesela babaannem anlatmış, dedemden duymuşum, o zamanlar bir dost sohbetinde işitmişim veya altı yüz sayfalık kalın bir kitabın içinde bir tanecik hikâye var ama o hikâyeyi bir başkasının bulması için o kitabı okuması lazım, hem sağdan soldan işittiklerim, biriktirdiklerim hem kitapların arasında rast geldiğim, daha çok insan bilsin dediğim hikâyeleri bir araya getirmişiz. Bunu şimdi Profil Yayınları yeniden bastılar. Semerkand Yayınevi ile görüşüp böyle bir şey yaptılar. İnşallah okuyana tesir versin Cenab-ı Hak. Şimdi öyle soba yok, mısır patlamıyor üzerinde, babaanne ve dedeli evler yok, yedi çocuklu aile eskisi kadar yok (o zamanlar Ankara’nın göbeğinde vardı şimdi ücra muhitlerde var) bu lezzetlerden haberleri olmayınca en azından bu hikâyelerden mahrum kalmasınlar, derdim o.  

Hikâye denilip geçilmesin. Bazen kıssa anlatıyor, hikâye anlatıyor filan diyerek aşağılayarak söylüyorlar.  Allah kıssa, menkıbe anlatıyor. Kuran-ı Kerim’in yüzde 70’i kıssalar, menkıbeler. İki sayfada bir “Allah, Musa’ya dedi ki “, “Musa, Allah’a dedi ki “ diyor Cenab-ı Hak. Efendimizin okumaktan ve dinlemekten en fazla haz aldığı iki sure (çok, hepsi ayrıdır da özellikle işaret edilen) biri Kehf Suresi diğeri de Sure-i Yusuf’tur. İkisi de kıssa anlatır. Kıssa deyip geçmemek lazım diye söylüyorum. Cenab-ı Hakk’ın ı kıssalar ile murat ettiği bir hisse vardır. Hisseyi fark edenler kıssa deyip geçmiyorlar. Ama kıssa deyip zan edenler hisseden bir ömür nasipsizdir.

Ekrandaki işiniz, üç gün, beş gün var ama yazdığınız kitap üç yüz sene sonra da var

Sizi uzun yıllar ekranlarda, farklı programlarda gördük, özellikle Ramazan programları ile ekranların vazgeçilmez isimlerinden birisiniz. Fakat şu sıra ekranlarda pek görmüyoruz sizi. Bu, özel tercihinizden mi kaynaklanıyor acaba? Artık sizi, köşe yazılarınızla ve kitaplarınızla görüyoruz. Kalıcı olan, yazı mıdır, ekran mı, böyle bir ayrım var mıdır, ne dersiniz?

Yirmi yıla yakın zamandır iftar, sahur programları yapıyorum.. Yeter. Artık bir başkası yapsın. Ramazanla anılıyor olmak güzel. Güllaç, iftar, teravih gibi akla geliyor olmak çok güzel. Cenab-ı Hakk’ın lütfudur ama yeter. Artık yeni birileri gelsin, başka işler yapsın, ben de bunu bırakıp başka işler yapayım. Biraz daha okuyayım, biraz daha yazayım, Serdar’ı biraz daha insan etmek için ne yapabilirim, biraz da onun derdine düşeyim. Burada kitabı farklı yerde görüyorum. Ekranda yaptığınız en güzel iş üç gün, beş gün var ama yazdığınız kitap üç yüz sene sonra da var. Bunu ekranı küçümsemek için söylemiyorum ya da kitabı çok kutsallaştırmak için söylemiyorum. Dün ekran derdimi anlatabilmenin bir aracıydı, bugün ekrandansa yazmak o derdi anlatabilmenin daha muteber, daha şahsiyetli, daha onurlu bir aracı gibi geliyor. Bunun için ekrandan biraz kendimi çektim, yarın ne olur, Cenab-ı Hak biliyor ama bugün için gözüken okuyacağız, yazacağız bir gün susacak kadar adam olacağız inşallah.

Bir şey sahip olandan alınır

Hakiki dertleri bilmeyince küçük şeyleri dert zannediyoruz galiba. O sebeple de “derdimiz” stresimiz, sorunumuz, telaşımız bitmiyor, bugün insanı olarak. Neler söylersiniz?

Tavsiyeden ziyade dua etmek lazım onlara. Hakikaten dua etmek lazım.  Bizim duamızdan ne olur bilmem ama Cenab-ı Hak hakiki derdi onlara, dert ettikleri güzellerin hatırına, dert ettirsin. Mesele o zaman tamam olur. Kendi derdinin çokta lüzumlu olmadığını fark eden, hakikatte başkaca dert olduğunu da bilen fakat ne yapıp o derde düşeceğini bilmeyen birileri varsa, dert sahipleriyle beraber olsunlar. Bir şey sahip olandan alınır. Yani domates ucuz bir şeydir ama pırlantacı domates satmaz, domates alacaksan manavın önüne gideceksin, pırlanta alacaksan da kapalı çarşıya gideceksin, zücaciye dükkanında pırlantayı bulamazsın. Aradığın şeyin adını net koyacaksın, ona kimin sahip olduğunu fark edeceksin sonra da gidip onun eşiğinde bekleyeceksin.

Olur mu?

Ben bilmem. Olur, Cenab-ı Hak hiç kimseyi boş çevirmez.

Ne kadar olur?

Nasibin kadar, sadrın kadar, lütfettiğin kadar, dert ettiğin kadar olur ama mutlaka bir şey olur.

Sizin yetişmenizi sağlayıp bir ilim – fikir sahibi olmanıza katkı sağlayan üstatlarınız ve büyükleriniz kimlerdir, o değerli şahsiyetlerin size katkıları hakkında neler söylemek istersiniz? Hayatınızda izi, etkisi olan isimler kimlerdir?

Bu, cevabı zor bir soru. Şundan dolayı zor; bir ilim var mı ortada? Bence yok, bir fikir var mı? Bence o da yok, bunu tevazu olsun diye söylemiyorum, olması gerekene kıyasla yok, ilim de fikir de yok. Böyle görünüyorsa, inşallah bu görüşü de Cenab-ı Hak dua kabul eder, bizi biraz ilim ve fikirden nasipdar eder.

Hz. Mevlana, Necip Fazıl, Cemil Meriç, Gemuhluoğlu, İsmet Özel, Sadettin Ökten ve yirmi sekiz sene evvel elini tuttuğum Efendim…

Sadettin ökten
Nuri Pakdil
İsmet Özel

Ortaya çıkan neticede kimin emeği var?

Kimin yok ki. İlkokul öğretmenimden tutun ilkokul yıllarında ezberlediğim Necip Fazıl şiirlerine peşinden Üstad’a duyduğunuz muhabbet ile okuduğunuz bütün külliyata Necip Fazıl’ın etkisi vardır.

Hz.Mevlana, Mesnevi şerif, ciddi etkisi var. Cemil Meriç, etkisi var. Sezai Bey’in etkisi vardır, İsmet Özel’in etkisi vardır, Nuri abinin etkisi vardır, rahmetli Fethi Gemuhluoğlu abinin etkisi vardır, Sadettin Ökten hocamın fazlaca etkisi vardır. Yirmi sekiz sene evvel elini tuttuğum zatın, efendimin, her birinden ayrı ayrı tecelli etmek suretiyle, muhakkak ve hakiki manada, etkisi vardır.

Çocuklarıma, Ümmet-i Muhammed’in işine yarayacak insan olmak ne demek onu anlatmaya çalışıyorum

Çocuklarınıza hatta torunlarınıza miras bırakmak istediğiniz en değerli hazineleriniz nelerdir?

Çocuklarıma sürekli şunu söylüyorum, ikisi okul çağında birisi üç yaşında olmak üzere üç evladım var benim, üçüne de farklı farklı kendi anlayacakları dilden aynı şeyi anlatıyorum aslında. Muhammed Saki’ye geceleri masal anlatarak iyiyi, güzeli, doğruyu, Aybars’ın ve Alp’in kötü adamlarla yaptıkları savaşlar üzerinden anlatmaya çalışıyorum. Büyük kızıma iyilik dediğimiz şeyin ancak iyiler ile beraber olarak ele geçecek bir şey olduğunu, okulun-diplomanın devlete, millete, ümmete hizmet edeceksek bir işe yarayacağını hizmet etmeyeceksek yaşamanın bir anlamı olmadığını anlatmaya çalışıyorum. Ufak kızıma güzel insan olmak, iyi kul olmak ne demek olduğunu anlamaya çalışıyorum. İkisine şunu derim; “sınıftaki en başarılı öğrenci olmayabilirsiniz ama okuldaki en ahlaklı öğrenci olmak boynunuzun borcudur.”

Fethi Gemuhluoğlu

Son birkaç yıldır çok yoğun çalışma temponuz var. Bu yoğun tempoda ailenize ve dostlarınıza zaman ayırma sürenizin kısıtlı olduğunu düşünüyoruz. Ki, röportajımıza da yoğun temponuz arasında yer ayırdınız, müteşekkiriz bu arada. Ailenizden, yakın çevrenizden sitemler alıyorsunuzdur, neler söylersiniz?

Ailem, eşim ve çocuklarım bağlamından şikâyetçi değiller çünkü çok koştuğumuz zaman hakikaten çok koşuyoruz fakat kendimize kaldığımız zaman da herkesten daha fazla evimizde vakit geçirebiliyoruz. Bir de alıştılar, yirmi yıla yakın evlilik, büyük çocuğum on sekiz yaşında, herkes alıştı, Muhammed Saki de yeni yeni alışmaya başladı, daha geniş halkada aile efradı da şartları bildiğinden dolayı şikâyetçi olmazlar, dert etmezler, ben de üzerime düşeni yapmaya çalışırım. Ben de alıştım onlar da, bu artık hayatımızın rutini haline geldi. Dost zaten çok fazla yok, yirmili yaşlarda olsaydım yüz tane dostum var zannederdim ama yaş ikiye katlayınca dost dediğin şeyin öyle çok olmadığını, bir elin beş parmağı kadar isim sayamıyorsun peş peşe,  arkadaşlar mazur görüyor, dost zaten mazur görmez anlayışla karşılar.

Serdar Tuncer olarak bu hayatta var olmayıp, dışarıda, sadece dünya dertleriyle uğraşan biri olarak yaşasaydınız bu fani hayatta en önem vereceğiniz konu ne olurdu?

Zaten her şeyi bırakmadan da sıradan bir insanım, o zaman neyi dert ederdim bilmiyorum, şuan neyi dert ettiğimi bilmiyorum ki o gün neyi dert edeceğimin cevabını vereyim.

Karşılıklı çay içebilsek, twitter kavgasına gerek kalmayacak

Günümüzün olmazsa olmazı gibi görünen sosyal medyayı sizde çok sık kullanıyorsunuz. Hatta bir milyon takipçinizin olduğu Twitter’da neredeyse her gün birkaç paylaşım yapıyorsunuz. Sosyal medyadaki paylaşımlarda nelere dikkat ediyorsunuz, hassasiyetleriniz nelerdir?

Çok fazla şuna dikkat edeyim, buna dikkat edeyim diye kendimi kısıtladığım bir çerçeve yok, mümkün olduğu kadar kırmamaya çalışıyorum, mümkün olduğunca rencide olacağım ya da rencide edeceğim meselelere yazmamaya çalışıyorum. Sosyal medya insanların birbirleriyle kavga ettiği bir yer oldu. Ben hep iddia etmişimdir; iki adam var, o, ona bir twit atıyor, o, ona bir cevap atıyor, küfürleşmeye kadar gidiyor mesele hâlbuki iki ayrı adam aynı masanın etrafında oturup bir çay içseler mevzularını hallederler, aynı şeyi söylediklerini fark ederler, kucaklaşarak kalkarlar masadan.  Sosyal medya bu bağlamda birbirimizi tanıyalım ve sevelim diye değil de bir birimizi sevmeyelim, kavga edelim ve anlaşamayalım diye icat edilmiş bir yer gibi geliyor. Sosyal medya malayani mecranın kurumsallaşmış hali, böyle söyleyeyim.

MÜCERRET okurlarına son mesajınız nedir? Sizden, 5 adet kitap önerisi rica etsek?

“Kitap tavsiye et” diye çok söyleniyor fakat bu şekilde kitap tavsiye edilmesini çok doğru bulmuyorum çünkü birine bir kitap tavsiye edebilmek için onun daha evvel neyi okuduğunu, ne kadar okuduğunu, okuduğundan ne anladığını, ne yapmak istediğini gibi bir sürü şey bilmek lazım ki kitap tavsiye edebilesiniz. Madem sordunuz, hayır dememe adına mutlaka okunması gereken beş kitap söyleyeyim.

1) Sağlam İslam İlmihali. Kaç kişi okumuştur merak ediyorum, kaç kişi okudu, ben söyleyeyim, okurların yüzde doksan beşi baştan sona İslam İlmihali’ni okumamıştır.

2) Mektubat-ı Rabbani’yi son tahlilde okuyabilecek kadar kitap okumak. Kitap ismi tavsiye etmiyorum, Mektubat’ı okuyup anlayacak kadar kitap okumak.

3) Güray Süngü – Düş Kesiği.

Üç kitap tavsiye ediyorum, kâfidir..

 

Son olarak okurlarımıza mesajınız nedir?

Bize dua etsinler.

 

Mücerret / Özel Röportaj

1 yorum

Yorum göndermek için buraya tıklayın

Huseyin Yalçın için bir cevap yazın Cevabı iptal et

  • Ne kadar halisane, hadimane, naçizane, harikulade bir röportaj. Iste budur. Haddimi asıp olması gereken budur diyesim var. Kimim ki ben ya hu. Gerçi kimim ben. Bilmiyorum. Bilmeyenler benim gibi yazar zaten. Keşke bilip sussaydım. Susmak için okuyacağım. Bu yaşımdan sonra yol gösteren bir rehberimin oluşuna da sonsuz teşekkür ediyorum. Allah sizden razı olsun Serdar Abim.