Cuma Mektupları Röportaj

Cuma Mektupları / Ercan Yıldırım

ABD’den PKK/PYD’ye giden binlerce tır silah ve ABD’ye çektiğimiz vize resti üzerinden değil de daha şümullü bi yerden bakarak şu soruyla başlamak isterim Ercan Bey; Cumhurbaşkanımız tabiri caizse ABD’ye karşı, eli daha da yükseltiyor. Son konuşmalarından birinde, “Biz ABD’ye muhtaç değiliz. Türkiye, 2 bin 200 yılı aşan devlet geleneğiyle, bu sıkıntıların üstesinden gelecek birikime sahiptir. […]
ABD’den PKK/PYD’ye giden binlerce tır silah ve ABD’ye çektiğimiz vize resti üzerinden değil de daha şümullü bi yerden bakarak şu soruyla başlamak isterim Ercan Bey;
Cumhurbaşkanımız tabiri caizse ABD’ye karşı, eli daha da yükseltiyor. Son konuşmalarından birinde, “Biz ABD’ye muhtaç değiliz. Türkiye, 2 bin 200 yılı aşan devlet geleneğiyle, bu sıkıntıların üstesinden gelecek birikime sahiptir. Bin yıldır bulunduğumuz bu coğrafyada birilerinin ihsanıyla burada bulunmuyoruz.” dedi… Sadece “işyerinde Amerikan traşı yapılmaz” refleksini, bilinçaltını sormuyorum, daha genel anlamda, sokakta, berberde, kahvelerde, tarlada, camide, okulda, TÜRK insanı, ülke olarak, kavram olarak ve siyasal olarak, Amerika’yı nasıl tanımlıyor? Amerika’nın, Türk hafızasındaki tarihsel ve güncel karşılığı nedir? 

Öncelikle şunu belirtmek isterim, kanaatim o ki Cumhurbaşkanı birilerinin iddia ettiği gibi diplomasiyi devre dışı bırakan, diplomatik kaideleri saf dışı eden bir lider değil. Tam tersine diplomatik nezaketten tutun da o ağır bürokratik işleyişte bile Türkiye’nin vakarına, tarihi geçmişine uygun bir “temsil” gerçekleştiriyor. Tılsım sahiciliğinde… ki Türkiye’de bütün seçimleri kazanmanın, o karizmayı inşa etmenin de sırrı bu.

Buradan yine soruya geçmeden önce vize krizine de değinmek gerek. Cumhurbaşkanı konuşmalarında meselenin büyükelçiden kaynaklandığını belirterek devletler arasında krizin daha da büyümemesini istiyor. Bu arka kapı diplomasisine bile gerek olmadan hadisenin yine diplomatik yollarla nihayete erdirilmesine özgü bir hamle.

 

Esas soruya gelirsek, bizdeki Amerika imgesi tam da “İmparatorluk gerçeği”ne özgü… Nefretle karışık cazibe ABD tanımımızı belirliyor. Medeniyet zaten karakteri icabı cari olandır, şu anda büyük oranda ABD’nin başını çektiği küresel kültürün medeniyet dilini kullanıyoruz ama bundan da mustarip olduğumuzu dile getiriyoruz… Bu husustaki samimiyetimiz konusunda çok da renk vermeyen bir milletiz bunu belirtmekte fayda var! Bir yandan gıptayla bakarken çok büyük bir organizasyon olan ABD sisteminden nefret de ediyoruz.

ABD zaten bizim gündemimize çok yeni girdi, Yalta sonrası düzende bile ABD imgesi Türk düşüncesinde halkın gündeminde çok net değildir. Vatandaş konuşurken İngiliz dünya sistemini görmese bile “asıl akıl, asıl nifak kaynağı İngiliz” dediğini duyarız. Öyle ki inancımız ABD’yi bile gizliden gizliye İngiliz aklının idare ettiği yönündedir; el-Hak WASP’ı düşünürsek bu kanaatin haklılık payı yüksektir.

Kore Savaşı’ndaki çarpışmalarımızı gururla anlattığımızı unutmayalım… ya da Kanlı Pazar hadisesini. En nihayetinde ABD liberalizminin, “her mahallede bir zengin ideali”nin Sovyet komünizminden evla olduğuna kanidir milletimiz… Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri bir biçimde Amerikan varlığını meşrulaştırıyor; unutmayalım Pensilvanya’daki zat ilk faaliyetlerine burada başladı.

1980 sonrasında Sovyet komünizminin iflas edeceği anlaşılınca biraz da İran devriminin etkisiyle Amerikan karşıtlığı yükseldi; şu an o psikoloji etkili. Fakat hatırlayalım, Amerika bizi Sovyetlerin boğazlara inme, Kars-Ardahan’ı ilhak etme politikasıyla yanına çekti; Soğuk Savaş döneminde birbirlerine tek kurşun dahi atmayan iki ülkeden ABD’nin yapıp ettikleri nedeniyle bu sefer kendimizi Rusya’nın yanına yerleştirmeye çalışıyoruz!

 

2017 yılında başında “Müttefiklerimizle savaşıyoruz” başlığıyla bir yazı yayınlamıştınız. Tarihin ve hafızamızın, bir şekilde gündeminde idi elbette, Avrupa ile hesaplaşma duygusu ve motivasyonu.. Futbol maçlarında da, Avrupa başkentlerindeki Referandum sürecinde de sıklıkla güncellenen bir duygu bu. Lakin, bugüne dek, müttefiklerimizle, daha ziyade, kültürel, sosyolojik, belki ekonomik “savaşlar” oluyordu, fakat bugün adeta, savaş için kullandığı, aracıları, aparatları, örgütleri, proxy’leri dahi devreden çıkartarak, kuşatma ve savaş hizalanması ile karşımızda duran ABD ve Avrupa ile bu büyük kırılma anı ne zaman yaşandı, neden yaşandı, ne oldu da bu derece “hat” değiştirdiler?

Şimdi öncelikle şunu görmek gerekiyor, dünya sisteminin şu anki versiyonu ömrünü tamamladı. Küresel finansın devletler üstü yapısı Keynesyen iktisadı bitirdiği gibi o dönemin kurumlarını da tüketti.

BM, AB, NATO gibi yapılar uzatmaları oynuyor.

Ulus devletler de bir bakıma can çekişiyor. Cendere kitabına da giren İmparatorluktan Klan Devletlere diye bir yazı da yazdım… Finans kapital endüstri kapitalizmi sonrasında İmparatorlukları tasfiye etti… Neoliberal sistem de çevredeki ulus – devletleri ortadan kaldırmaya, küçültmeye çalışıyor. Klan devletler projesi bu yani… İşte bölgemizde, İslam aleminde ulus – devletlerden ufak “birimler” çıkarmaya çalışıyorlar. Barzani referandumu bunun işaret fişeği.

Tabi Katalonya işi biraz bozdu. Avrupa’da İngiltere’de, İtalya’da, İspanya’da, Almanya’da ayrılmaya teşne bölgeler var, Belçika zaten kanton ülke… Balkanlar malum her an patlayabilir. Bu sürece yavaş yavaş gelindi. Türkiye ile esaslı çatışmalar da işin aslına bakılırsa özellikle AK Parti iktidarının ikinci dönemiyle başladı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “yüklerinden” kurtulmaya başladığı, sol-liberalleri trenden indirdiği ve FETÖ ile çatışmanın başladığı 2011 sonrasında “iktidar” kavgası bugünlere getirdi…

Ben 2013 eşiği diyorum, Erdoğan bu tarihteki vartaları atlatıp Transatlantik’in sizin deyiminizle aparatlarını açığa düşürünce bu sefer ellerine ne geçtiyse fırlatmaya başladılar; hendek savaşları, Kobani olayları, IŞİD’in bombalı eylemleri, başta Ankara ve İstanbul’daki patlamalar… 15 Temmuz bunun zirvesi oldu. Fakat burada bir gerçek var ki, Türkiye kuşatılıyor. Yani bunu sadece Gezi sonrası süreçle ilgili iktisadi, siyasi sıkıştırmalara hatta 15 Temmuz darbe girişimine bağlı olarak söylemiyorum, sahiden örgütlerle, devletlerle, cebri yollara varacak usullerle de kuşatılıyor.

Terör örgütleri silahlandırılıyor, havaalanları açılıyor, üsler kaydırılıyor, etrafımızdaki asker varlıklarına takviyeler yapılıyor. Sadece Türkiye’ye boyun eğdirme, diz çöktürme değil aynı zamanda yeni düzende ehlileştirilmiş Türkiye’yi yanlarına çekmek istiyorlar. Buna cevabı 16 Nisan referandumu ile verdik…

2019 seçimleri sonrası kurulacak 2019 düzeni istikametimizi, bulunacağımız kampı ya da “kendimize ait yol”u açıp açamayacağımızı gösterecek.

Rojava deneyiminden sonra işlerin bu noktaya geleceğini farkedince Müttefiklerimizle Savaşıyoruz yazısını yazdım, aparatlar yavaş yavaş ortadan kalkmaya karşımıza sahiden müttefiklerimiz çıkmaya başladı!

 

Son kitabınızın ismi Cendere. “Gezi’den 16 Nisan’a, Düşünceden Siyasete”, ancak tarihin uzun zaman diliminde, neredeyse bir yüzyıla sığacak, değişim, dönüşüm, katman, evre ve süreçlerden geçtik, geçiyoruz.. Yani, “her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar” durumundayız tam olarak. Bu büyük “Cendere”, özellikle medyayı, düşünen insanları, yazı dünyasını, şairleri, entelektüel çevreleri nasıl etkiledi, etkiledi mi sizce? Yani bu “Cendere” karşısında, bir “düşüncemiz, fikrimiz” var mı? Böyle bir havza, halka, çevre oluştu mu?

Tespitiniz önemli, Almanlar buna galiba “erleben” diyorlar… Ben de bu değişimin farkında olarak hadiselerle fikir hayatını, güncel ile tarihi olanı gözeterek yazmaya gayret ediyorum.

Gelecekte bugünü tarihçiler, torunlarımız nasıl anlatır, inanın merak etmiyor değilim!

Merhum Aliya’nın deyimiyle Tarihe Tanıklığım çok önemli, bunu duygusuyla, sahih ve sahici bakış açısıyla kaleme almak daha önemli.  Aktardığınız dizeye ilave olarak, “her şeyi gördüm içim rahat” diyebiliyorum; esasında hiç de rahat değil tabi ki!

Geçenlerde Attila İlhan’ın yazılarına göz atarken farkettim; O, Türkiye’ye yapılanları “makasa alma” olarak değerlendiriyordu.

Ben günümüzün bir Attila İlhan’ı olduğunu düşünmüyorum. İyi analizler, iyi gözlemler, iyi raporlar yazılıyor fakat düşünce hayatıyla siyaseti, “dünya sistemi”nin işleyişi bağlamında değerlendiren yok; tabi ki İsmet Özel hariç! Bu Soğuk Savaş gören entelektüellerin vasıflarındandır. Meseleleri idrakleri, tespitlerindeki isabetleri Soğuk Savaş’ı yaşamakla ilgili; elbette biraz sanat ve “şiir”le de… Bugünü anlamak için Soğuk Savaş entelektüellerine daha çok ihtiyacımız var aslında.

Şimdi ben zaman zaman dile getiriyorum, Osmanlı’nın son döneminde meseleleri ulema ya da “ulema-aydın” ele alıp tartışıyordu, bugün gazeteciler bile değil troller. Bakıyorsunuz, gayet kaliteli aydınlar bile bu dilin bir ucunda salınıyor. Bugün Türkiye’nin en önemli meselelerinin başında kalite geliyor. İçinde bulunduğumuz cendereyi gören bir çevre var muhakkak… Fakat bunu gündelik-trol diliyle anlatıyor.

Bu açıdan Yahya Kemal’in, Yakup Kadri’nin İstiklal Harbi esnasındaki yazılarına bir bakılmasını tavsiye ederim. Yahya Kemal bir hassasiyeti dile getirirken aynı zamanda bugün eteğine yapıştığımız temel kavramlar ve söylemi de anlatıyor!

Peki gelecekte bugünün tartışmalarından bir yeni inşa mümkün olabilecek mi, soru bu! Eğer evet dersek, çevre oluşmuştur. Fakat bu hercümerç tükenip ortalık durulduğunda hani herkesin diline düştüğü gibi “yeni bir dünya kurulur, Türkiye yerini alır” durumuna gelindiğinde, yeni düzenin aynı kapitalist zihniyetle kurulması halinde büyük oranda rıza gösterileceğini düşünüyorum.

Bu nedenle “üçüncü yol” fikrini de tutmuyorum, üçüncü yol da dünya sisteminin bir parçası olmayı gerektiriyor. Ben “bir başka yol” taraftarıyım.

 

Siz, İslamcılık, vatan, millet, devlet, ümmet, millilik, yerlilik kavramları üzerine çok çalıştınız, her biri için çok önemli metinler ve referans yazılar, kitaplar yazdınız. Bu kavramların her biri, başka cephelerden, başka başka saiklerle, bin türlü saldırıya maruz kaldı ve kalıyor. Sizin zaman zaman kullandığınız “Türk İslamcılığı” kavramsallaştırması, özellikle geride bıraktığımız son 5 yıl üzerinden bakarsak nereye demirlemiş durumda? Bu gemi bu limandan nereye gider, gitmeli?

Bir başka yol derken, esasında tam da bunu kastediyorum yani… Şimdi biz 1071 sonrasında batı dışı, küfür nizamı dışı bir dünya kurduk mu, kapitalizmi 400 yıl geciktirdik mi, Batıyı kıta Avrupasına hapsettik mi, saldırılarını Kılıçarslan ile Selahaddin Eyyubi ile püskürttük mü; bir kere olduysa bir daha niye olmasın!

İşin aslı Türk İslam’ı sözünü de, Türk İslamcılığı sözünü de ben hiç kullanmadım, tasvip de etmiyorum. Bir tecrübeden bahsediyorum sadece…

Büyük müesses nizam dediğim de bu… İslam-Türk-ehli sünnet-gaza omurgası… Bizim ayırt edici vasfımız buydu. Bu topraklardaki İslamcılık, ila’yı kelimetullah üzerine kurulu bir anlayıştır. İslam düşüncesinin dinamik hali…

Efgani-Abduh gibi ayaklar üzerinden İslamcılık marjinalleştirildi, Osmanlı etkisini kırmak için neoselefi, harici zihne yatkın anlayış oturtuldu. İngilizler Hilafetin tesirini kırmak için Arap Hilafeti’ni, Fransızlar ise Arap Medeniyeti kavramını kullandı, bu da ulusçuluk akımlarını meşrulaştırdı. Hep örnek veriyorum, Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi kitabında Selimiye Camii yok, bu topraklardan hiçbir şey yok! Bu nasıl İslam medeniyeti.

Asıl İslamcılık İstanbul merkezlidir, İslamcılık olarak lanse edilen görüşler İslami hareketin, modern ideolojik yönelimlerin versiyonlarıdır.

Frankofon ve anglo-sakson distribütörler, FETÖ nedeniyle hapiste olan bazı isimler, İslamcılığı modern ideoloji olarak yorumlamaya, tarih ve zamandışına çıkarmaya çalışıyor. Bugün biz kıt kanaat ekonomimiz, tarlası sürülmüş kurumlarımızla öyle bir söylem tutturuyoruz ki, tüm dünyadaki Müslümanları kapsayabiliyoruz, hangi İslam ülkesinin böyle bir İslamcılığı, vizyonu, dili, söylemi var, elbette yok!

İçi boş ümmetçilik bitti, neoliberal İslamcılığın söylemi tükendi, Türkiye’de İslamcılar bu gemiyi götürür dediğimde tepki gösterenler “devlet” varlığının ne kadar mühim olduğunu gördü. İslam ülkeleri pek çok fakat devlet olmak başka bir şey.

Biz kırık dökük de olsa bir devlete, devlet fikrine sahibiz.

Büyük müesses nizamı yeniden üretebilmeliyiz, tabi bunun için İstiklal Harbin’nden sonra kurulan küçük müesses nizamı aşarak!

Recep Tayyip Erdoğan ismi, hayatı, siyasal serüveni, mücadelesi ile adeta “bin demir kapıyla hesaplaşmanın” ismi, bayrağı, mottosu hatta mitosu konumunda bulunuyor. 
“Reis”, Türkiye’nin bu tarihsel yürüyüşü, yeni baştan formatlanışı ve “Diriliş” evresi için nasıl bir kurucu ruha ve işleve sahip? 
Gerçekten de, “biz ölümüne ölümüne” inancını veren şey nedir?

Bu yetişme koşullarıyla ilgili… Sorumluluk bilinci belki, milletine ve vatanına karşı hassasiyetin yüksekliğinden kaynaklıdır. Hesaplaşma dava fikrinin, siyaset tarzının sonucu. Necip Fazıl’da görülen tavizsiz Tek Parti zihniyeti karşıtlığı, statükoyu olabildiğince geriletme tavrı Cumhurbaşkanı Erdoğan’da çok canlı.

AK Parti iktidarının iki dönemi öncelikle statükoya yönelmekle geçirildi, ustalık ise siyasete, iktidara kendi rengini vermeye dayalı. Zaten ipin koptuğu yerlerden biri de bu aşamada gerçekleşti. Sistemin lordları hiçbir şekilde kendi inancını, düşüncesini, zihin kodlarını iktidara nakşetmeye müsaade etmek istemedi.

2013 eşiği iktidar ve siyasal sahadaki aktörlerin Cumhurbaşkanı’nın yanında görünmesine rağmen başka angajmanlara girmesinden kaynaklı tasfiyeyle aşıldı. 2013’ten sonra Erdoğan arkasına milleti alarak siyasal alandaki statüko unsurlarını saf dışı etti. Yerli ve milli dönem biraz da farklı iddialarla devlet varlığını, millet bağını çözmeye çalışanlara karşı gelişti.

2019 seçimleri kritik bir önemde. Daha önce de söylemiştim, Erdoğan ya 2019’da yeni sistemin ilk Cumhurbaşkanı olacak ya 2019 düzeninin kurucu lideri!