Yazarlar

Türkiye’nin Bir “Kulturkampf”ı Olabilecek Mi?

Türk inkılâbına esas olan ilham ve prensiplerin Paris ve Londra’dan gelmeye devam ettiği ölçüde, zamanın Türkleri her bakımdan Avrupalı olarak kalmaya hak kazanacaktır. Araplar, İranlılar, Mısırlılar ve hatta İspanyollar, yeniden İslamî tefekküre dönebilirler. Fakat Türkler asla!.. Salvador de Madariaga, Avrupa’nın Portresi, 1952 … Türk komünistlerine, partiyi kurduktan sonra ilk ödevlerinin milli kurtuluş hareketini desteklemek olduğunu […]

Türk inkılâbına esas olan ilham ve prensiplerin

Paris ve Londra’dan gelmeye devam ettiği ölçüde,

zamanın Türkleri her bakımdan

Avrupalı olarak kalmaya hak kazanacaktır.

Araplar, İranlılar, Mısırlılar ve hatta İspanyollar,

yeniden İslamî tefekküre dönebilirler.

Fakat Türkler asla!..

Salvador de Madariaga, Avrupa’nın Portresi, 1952

Türk komünistlerine, partiyi kurduktan sonra ilk ödevlerinin

milli kurtuluş hareketini desteklemek olduğunu söylemekten

ötürü bir an bile pişman olmadık. Şimdi bile, baskılara rağmen,

Türk yoldaşlarımıza diyoruz ki, içinde bulunduğunuz zaman,

sizi yakın geleceğe karşı kör etmesin.

Kendinizi size baskı yapanlara karşı koruyun…

fakat unutmayın ki kesin savaşa başlayacağınız

tarihi an gelmemiştir;

daha çok yolunuz var.

Karl Radek, IV. Komüntern Kongresi, 1922

ABD’nin dış politikasının her kilometre taşında,

dünyadaki rolünün her değişiminde,

yeni bir dergi ortaya çıkmıştır.

Foreign Policy’nin ilk sayı sunuşu, 1968

 Samuel Huntington

 

 

Terminoloji ve Ötesini Düşünmek…

“Milenyum” tabirini bir moda gibi görüp çabuk terk ettik. Oysa bu moda tabir, yaşadığımız “zamanın ruhu”nu anlamaya götürecek bir zihin açıklığına bizi vardırabilirdi bizi. Yaşadığımız zamanı döndüren siyasî ideolojiyi doğru algılayamadık maalesef. Ona “zamanın ruhu” deyip geçtik. Oysa “Ruh” kelimesi, Müslümanların özel kelimelerinden biridir. Kur’an-ı Kerîm’de Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber’e İsra Suresi’nde “Ruh”a dair şöyle der: “Ve sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: “Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Onunla ilgili insana pek az bir ilim verilmiştir.” Dolayısıyla “Ruh” kelimesinin sadece burada kapsadığı anlama has şekilde kullanılması yerindedir. Ne yazık ki, Hegel’in yaşanan zamana hâkim olan anlayış olarak ileri sürdüğü “zeitgeist” terimi, Türkçemize “zamanın ruhu” olarak tercüme edildi. Zamanla da galat haline geldi. Bunun da ötesinde “yaşanan zamana hâkim olan anlayışa uymak”, bir zorunluluk gibi görülür oldu. Maruz kaldığımız postmodern popüler kültür anlayışına zamanımızın Müslümanları da çağın gerisinde kalmamak için yarışırcasına uyma telaşına girdi bu yüzden de. Oysa siyasî cephesine “küreselleşme” denilen postmodern popülizm ideolojisi, ABD’nin SSCB sonrası çıkarlarını sürdürmek için kurguladığı bir ideolojidir ve Türkiye’nin şahdamarına, yani Türk halkında mündemiç Anadolu irfanının yüksek irtifasını pop kültür ile bayağılaştırmaya kastetmiştir. Halk avamlaşır tüketime kendini kaptırıp konforunu ister hale gelirse, Türkiye de pek çok ülke gibi haritada adı olan ama “ruh”unu kaybetmiş bir hale gelebilecekti. Bunun, açılmış bir kültür savaşı olduğunun farkına varılabilmesi hayatî önemdedir.

Zbigniew Brzezinski
Zbigniew Brzezinski- Kontrol Dışı Dünya

Yeniden söylemek gerekirse, milenyumu dilimize pelesenk ettiğimiz zamanlarda da şu günlerde de yaşadığımız zamanı anlamaktan uzağız. Düşünce dünyamızı modern zamanların terminolojisi üzerine geç de olsa kurmuşuz. Ne var ki artık postmodern zamanda bile yaşamıyoruz. Son yüz elli yıldır Türk entelektüel hayatının, siyasetinin, edebiyatının, sanatının onulmaz sorunu da burada: Yaşadığımız zamanın ruhunu ve buna bağlı olarak geliştirilen dünya ölçekli siyaseti doğru analiz edemiyoruz.  Bu yüzden de AB ve ABD merkezli üretilen politikalarla mücadele etmekte zorlanıyoruz. 1990’ların başında SSCB dağılma sürecine girdiğinde Türk entelektüelleri, siyasîleri, Rusya’nın artık süper bir güç olmadığı tezi üzerine görüşler ileri sürerken Zbigniew Brzezinski, 1993 yılında, Kontrol Dışı Dünya kitabını kaleme almıştı. Ona göre SSCB’nin dağılması milenyumun arifesinde dünya çapında bir karmaşa görüntüsü veriyor gibiydi ama Rusya’nın güçten düşmesi söz konusu değildi. Rusya’nın emperyalist arzularından vazgeçmesi, onu küçültecek ve jeopolitik anlamda bölünmeyi beraberinde getirecekti. Bu yüzden Rus İmparatorluğu’nun yeniden yapılanması fikri, Ruslara daha cazip gelmekteydi.[1] Bugünkü Rusya’nın dünya siyasetinde tuttuğu yer düşünüldüğünde, 1990’ların başında Rusya’nın paramparça olduğu fikrinin cazibesine kapılan entelektüellerimiz, siyasîlerimiz fena halde yanıldılar. Brzezinski’nin kitabının ABD’de yayımlanmasının hemen ardından Türkiye’de de yayımlanmış olması önümüzde bir kara mizah örneği gibi duruyor. Açıkça söylemek gerekir ki entelektüel hayatımız ve ondan kendine bir yol açması gereken siyasî hayatımız, yaşadığı zamanı analiz etmek söz konusu olduğunda hiç de iyi bir imtihan vermiyor. Siyasîlerimiz günlük politikalara öylesine gömülüyorlar ki “uzun yolun azığını hazırlamak” demeye gelen kültürel iradeyi hazırlayacak entelektüel teşkilatlanmayı bir türlü gerçekleştiremiyorlar. Çünkü maalesef aynı “kudret iradesi”, siyasî iradenin yanı başında bir bürokrat haline gelmeye can atan entelektüellerimiz tarafından da gösterilemiyor. Üniversitelerimizin siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler bölümlerinde, devlet adamı formasyonuna yönelik bir tek ders bile yok. İstanbul’a eğitim almaya gelişinin ellinci yılında II. Abdülhamid’in arabasını yollayarak saraya davet ettiği Cevdet Paşa’nın torunlarının devlet adamlığı nosyonundan uzak düşmesini hazmetmeleri düşünülemez. Türkiye, son on, on beş yılda “tarihî kader”ine dönme gayreti içindedir. Bu gayretin akamete uğraması devletin bekası, milletin felaketi anlamına gelecektir. Bu nedenle sözünü etmeye çalıştığımız, Selçukîleri ve Osmanlı’yı var eden “kudret iradesi” ivedikle siyasîlerimiz eliyle tesis edilmelidir.

Bu bakımdan bu yazıda, bir takım misalleri sıralayıp ardından da Türkiye’nin kültür alanındaki durumunu “başarılı” ya da “başarısız” gibi değerlendirmeler yapmayı son derece gereksiz ve geçersiz bulduğumu peşinen söylemem gerekiyor. Yazım boyunca bu tür kategorik değerlendirmelerin ya da bir takım örneklemelerin kolaycılığına kapılmak yerine, Sovyet Rusya, AB ve bilhassa da ABD’nin son yüz yılda, kültür politikalarını yaşadığımız zamanın ruhunu şekillendirerek gerek dünya çapında gerekse kendi içinde nasıl belirlediği üzerinde durmaya çalışacağım. Meseleyi Türkiye’ye taşıdığımızdaysa içinde yaşadığımız postmodern popülizm ideolojisini doğru analiz edemeyişimizin sorunlarını ortaya koymak niyetindeyim. Siyasetin gündelik ihtiyaçları popülizmi gerekli kılabilir. Bu, makuldür… Ancak yaşadığımız zaman, popstmodern popülizm çağıdır ve bu çağ, adına “halk” denen insanları, ya ömrü mutfak ile tuvalet arasında geçen yığınlara ya da yaşamın zevkine kendini vurmuş avamlar derecesine indirmek gibi, İslam’ın asla kabul edemeyeceği bir ideolojiyi, kapitalizm görüntüsü altında saklayan şeytanî bir ideolojidir. Bu ideoloji, genetik mühendislerinin buğdayın tohumuyla oynayıp onu bozması gibi insanın mahiyeti ile oynamaktadır. Binlerce yıldır İslam düşüncesinin neşvünema bulduğu Türk kültürü, 15 Temmuz’da vazifesini yapan “halk”ını avamîleştiren postmodern popülizm ideolojisinin halka övgü düzerek tersinden yürüttüğü yıkımı fark etmek ve mücadele etmek zorundadır. Zira bugünün ‘postmodern popülizm’i, geçmiş zamanların popülizmine tamamen ters ve irfan sahibi Türk halkına kastetmiş şeytanî bir ideolojidir.  Bu nedenledir ki mesele, her çevreden insanı ile birlik olması gereken Türkiye’yi ilgilendirmektedir. “Uzun yolun azıkları”, gündelik siyaseti aşan bir gayreti gerektirir ki bu da popülizm ideolojisinin istemediği bir durumdur. Seçkin entelektüellerin, tıpkı Rus devrimini hazırlayan bir entelijansiyanın oluşturulması gibi uzun bir sürecin sonucunda kendiliğinden oluşmasını beklemek yanlıştır. Türkiye’nin meselelerini yüklenecek gerekli entelektüelleri vardır. bu ihtiyacın ivedilikle görülüp hareket edilmesi elzemdir. Bu da küreselleşmenin Amerikanvari avamlığa çekmek istediği kültürümüzün neşvünema bulması için bir “kulturkampf” sürecinin işletilmesi anlamına gelecektir.

 

Milenyum Amerika’sı İçin Doğru Soru: Biz Kimiz?

Üzerinde ne kadar dursak o kadar çetrefilleşecek ve fakat pek çok fayda sağlayacak bir mühim mevzu ile karşı karşıyayız. Bu yüzden de bu hayatî mesele ABD’de, kültür ya da eğitim bakanlığı gibi yapılanmalara değil kurulduğu günden beri CIA’ya verilmiş durumdadır. ABD’nin kültür politikalarını, CIA’nın son derece entelektüel kadroları önce bir “kültür irade”si sonra da “kültürel politika” haline getirmektedir. Ne yazık ki Türkiye, kültürel alanda CIA tarzı bir teşkilatlanmaya hâlâ sahip değil. Sanıyoruz ki kültürel donanımı yüksek bir kişilik, kültür bakanı olduğunda Türkiye’nin yaşadığı “kimlik bunalımı” sona erecek. Maalesef bazı istisnalar bir yana kültür, sanat, eğitim alanlarında Türkiye’nin karnesi kırıklarla dolu. Hâsılı keşke mesele bu kadar basit olabilseydi ama değil…

 

Esasen mesele oldukça yalın ancak bir o kadar da entelektüel spekülasyon gerektiriyor. Milenyum’un başında ABD, 11 Eylül saldırıları ardından benzer bir halin içine düştü. 15 Temmuz işgal girişimi ile 11 Eylül’ü asla yan yana anmak istemem ama bize bir hususu fark ettirebileceği için anmak durumundayım: 11 Eylül sonrası ABD’nin yaşadığı kimlik bunalımı karşısında ülkenin dünya çapında namlı isimlerinden Samuel Huntington, derhal kaleme sarıldı ve Biz Kimiz? Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı[2] kitabını yazdı. Üzerinde pek çok tartışmanın döndüğü Medeniyetler Çatışması kitabının müellifi, son derece kolay anlaşılır bir dille yazıyordu bu defa. Çünkü belli ki olabildiğince çok ABD vatandaşı bu kitabı okusun istiyordu. “Candice, Max, Eliza’ya ve onların Amerikalı geleceğine” diyerek başladığı kitabında Huntington, ne evvelce yazdığı entelektüel irtifası olan eserlerine bir halel getiriyordu ne de böyle bir eser yazmakla basit bir bürokrat kılığına bürünüyordu. 19. Yüzyılın ortalarında, 20. Yüzyılın “Amerikanolar”ın çağı olacağını müjdeleyen Walt Whitman’ın izinden giden Huntington’un eseri, en az Medeniyetler Çatışması kadar işlevseldir ve ABD’nin bu defa iç siyasetine son derece anlamlı bir katkı sunmuştur. Kitabın alt başlıklarını inceleyen bir göz, bu çalışmanın bir benzerinin niçin bizim entelektüellerimizin kaleminden çıkmadığına ne kadar hayıflansa azdır. Kuşkusuz Huntington, tıpkı Brzezinski gibi kurgulanmış bir kalemdir ve son derece etkilidir. Onun gibi farklı alanlarda pek çok isim vardır ve bu isimlerin her biri, ABD’nin günlük kültürel politikalarını icra etmekten önce, uzun vadede yaşadığımız zamanı şekillendirecek Brzezinski’nin adlandırmasıyla “satranç tahtası”nın kültürel irade ve idaresini belirlemekle mükelleftirler. Aksi takdirde pek çok unsurun bir arada olduğu ABD’yi beraber tutmak mümkün değildir. Bu nedenle Huntington, ABD’nin çokkültürlülüğüne vurgu yapanların: “Amerika tek bir yaygın kültüre sahip bir toplum değildir ve olmamalıdır. Ergime noktası ve domates çorbası metaforları gerçek Amerika’yı betimlemez. Amerika bir mozaiktir, bir salatadır, ‘hatta soslu bir salata’dır.” şeklindeki görüşleri dikkatle eleştirir.[3] Buna karşı da ABD’nin 1990-1991 yıllarında dünyada “ulusal onur ve Tanrı’nın önemi” üzerine yapılan güvenilir bir araştırmada çıktığı üst basamağa işaret eder. Buna göre ABD, “ulusal onur”una ve Tanrı’ya düşkün olmak bakımından İrlanda’dan sonra dünyada ikinci ülkedir.[4] Bu durum gerçekten de çok çarpıcı bir gelişmeyi ifade eder. Zira Max Weber, 20. Yüzyılın başında ABD’de dinin etkisini epeyce az tespit etmiştir. Geçen yüz yıllık zaman içinde ABD, ulusal kimliğini Huntington’un kitabında saptadığı sınırlar içinde geliştirmiştir. 11 Eylül sonrasında, bugün de aynı gayreti sürdürmektedir.

Avrupa Birliği için de farklı bir durum söz konusu değildir. İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında, İstanbul’un fethinden sonra kaybettiği birliğini yeniden tesis etmeye çok yaklaşan AB, bu birliği tehlikeye atacak komünizm tehlikesine karşı fevkalade bir mücadele yürütmüştür. Mücadelenin yürütücüleri entelektüellerdir. İspanyol yazar Salvador de Madariaga’nın bu doğrultuda kaleme aldığı Avrupa’nın Portresi adlı çalışma bizim için ibretliktir. Fransız akademisi üyesi yazar Andreas Maurois’nun önsözünü yazarak sahiplendiği bu çalışma, Avrupa’yı oluşturan milletleri tek tek ele alır ve her birinin önemini ayrı ayrı vurgulayıp birlik çağrısı yapar. Kitabın Türkiye ve Yunanistan’a ayrılan bahsi, Türkiye’nin yaşadığı yüz yıllık kimlik bunalımını aşikâr eder niteliktedir. Bugün bir türlü oluşturamadığımız kültür iradesine sahip bir kültür idaresinin sebeplerini Madariaga’nın şu cümlelerinde bulabiliriz: “Türk inkılâbına esas olan ilham ve prensiplerin Paris ve Londra’dan gelmeye devam ettiği ölçüde, zamanın Türkleri her bakımdan Avrupalı olarak kalmaya hak kazanacaktır. (…) Araplar, İranlılar, Mısırlılar ve hatta İspanyollar, yeniden İslamî tefekküre dönebilirler. Fakat Türkler asla!..”[5]

 

 

Türkler İslamî Tefekküre Dönemez mi?

Türkler bir daha İslamî tefekküre dönemesinler diye Türklere karşı yüz elli yıldan fazla bir zamandır müthiş bir kültür savaşı verilmektedir. Bu savaş, Tanzimat ve devam eden süreçler boyunca öncelikle Türklerin özgüvenlerini sarsmakla işe başlamıştır. Bu konuda o dönemin entelektüelleriyle bugünkü gibi hemhal olmuş Batı basını işlevini başarıyla yürütmüştür. Kültürel olarak özgüveni sarsılan Türklere karşı yürütülen kültür savaşı, yeni kurulan Cumhuriyet’in, bırakın İslamî tefekkürden uzaklaşmayı, İslamî yaşantıyı bile ortadan kaldıran girişimlerine sahne olacaktır. 1870’li yıllarda Almanya’nın birliğini sağlayan Bismarck’la özdeşleştirilen türden bir “kulturkampf” politikası yürüten Cumhuriyet entelijansiyası, öylesine başarılı olmuştur ki Madariaga o başarıya bakarak 1950’lerde yukarıdaki cümleleri sarf edebilmektedir: “Araplar, İranlılar, Mısırlılar ve hatta İspanyollar, yeniden İslamî tefekküre dönebilirler. Fakat Türkler asla!..”

Gerçekten de hem İslamî tefekküre hem de İslamî yaşantıya dönemesin istenen Türklere karşı Cumhuriyet elitlerinin devlet erkiyle yürüttüğü mücadelenin sonuçları 1950’lere gelindiğinde oldukça çarpıcıdır. Alman araştırmacı Gotthard Jaschke’nin, 1951’de yayımlanan Yeni Türkiye’de İslamlık eseri bu bakımdan çarpıcı sahneler sunar.[6] Jaschke’nin sonradan yazdığı yazılarının eklenmesiyle Hayrullah Örs tarafından aşkla çevrilen kitabından açıkça görülür ki Türkler, bırakın İslamî tefekkürü, İslamî yaşantıya dönsün istenmemektedir. Devrimler buna göre ve bunun için yapılmıştır. Madariaga da ruhunu Londra ve Paris’ten alan bu devrimlere bakarak konuşur zaten. Hâsılı Erich Mayer’in sözlerine kadar gelinmiştir: “[Türkiye’de] Din, bir hükümdar ve kraliçeden iyi huylu, yumuşak bir hayat arkadaşına geldi.”[7] Yeni kurulan Cumhuriyet’in yürüttüğü “kulturkampf”, benzeri Bismarck Almanyası’nda ve Stalin Rsusya’sında görülebilecek cinstendir. “On yılda on beş milyon genç yarattık her yaşta” dizeleri bunun en net ifadesidir. Bu gençlerin İslamî yaşantı ve İslamî tefekkür ile ilgisinin olmadığı açıktır. Onlar, onların çocukları ve onların çocuklarının çocuklarına bakarak konuşan Madariaga, 15 Temmuz’u görse şaşkına dönerdi. Çünkü ne yapılırsa yapılsın bir daha asla, İslamî yaşantıya dönse bile İslamî tefekküre dönemez denen Türkler, 15 Temmuz’da görüldü ki görüntüde İslamî bir yaşantısı olan ama İslamî tefekkürü yok etmek üzere yürütülen bir kültür savaşının parçası olarak kurgulanan Fetö’ye karşı durarak İslamî tefekküre dönmüştür.

Burada fark etmemiz gereken asıl şey, yüz elli yıldır Almanya’dan Fransa’ya, Rusya’ya, İngiltere’ye kadar tüm baskın milletlerin kendi içlerinde ve dış siyasetlerinde bir “kulturkampf”ı benimsemiş olduklarıdır. İzah etmeye çalıştığım gibi ABD bu hususta CIA’yı başarıyla kullanmıştır. Rusya benzer başarıyı, başta ülkelerin entelektüellerine komünizmi benimsetmekte göstermiştir. İngiltere kültürden ziyade ekonomi alanında paralel bir savaşı, dünya üzerine yayılmış Yahudi sermayesiyle işbirliği yaparak sağlamıştır. Bu noktada yeniden genişlemek üzere, meselemizi daraltan şu soruyu konumuz açısından sormamız yerinde olur: Türkiye’nin günlük siyasetin ötesini hesap ederek, “uzun yolun azığını hazırlamak” demeye gelen bir “kulturkampf”ı var mıdır? Sorumuzun cevabını vermek için ABD ve Rusya’nın soğuk savaş dönemi öncesinden başlayan “kültür savaşı”na odaklanmamız gerekecek.

 

Ekim Devrimi’nden Düşünen Sazlık’a Doğru: SSCB’nin Kulturkampf’ı

1917’de Bolşevik devrimini tecrübe eden Rusya, bilindiği gibi, 1920’lerin başında işgale uğrayan Türkiye Cumhuriyeti’ne kendi rejimini ithal edebileceği bir ülke olarak bakar. Mustafa Kemal için de aşikâr olan bu bakış, iki ülke arasında ilginç bir siyasî flörtün başlangıcı olur. Kurulmakta olan Türkiye Cumhuriyeti’ne silah yardımı yapan sosyalist Rus rejimi, Anadolu’daki sosyalistleri de desteklemektedir. Meşrutiyet döneminden beri sosyalizme ilgi duyan Türklerin milli mücadele yıllarında Rusya’dan destek görerek Anadolu’da gerçekleştirmek istedikleri sosyalist devrim hayalinin, o günlerden bugünlere İslamî tefekküre düşmanlıkla ilerleyişi, kapitalizmin ve sosyalizmin esasen İslam’a kastetme konusunda birleşmiş iki üvey kardeş olduklarının resimleriyle doludur. 1920’lerin başı, o günün sosyalistlerine bu gerçeği açığa vurmaya imkân vermemektedir sadece. Aksine o günlerin entelektüellerinin sosyalizm telkinleri İslamî bir görüntüyü ihmal etmez. Bu bahse yeterince yoğunlaşmamış kişilerin bugün anlayamayacağı gerçekse şudur: Milli Mücadele günlerinde Türkiye’de bir sosyalist devrime ramak kalmıştır. Türk sosyalistler bunun için can atmaktadırlar ama gerek Mustafa Kemal’in zamanında müdahaleleri gerekse Rusya’nın “isteksizliği” böylesi bir devrimi zora sokmuştur. Bu arada olan, dönemin sosyalistlerine olacaktır. Rusya’dan beklediklerini alamayan Türk sosyalistleri tam bir hayal kırıklığı içindedir. Buna karşın 1922’de Komüntern’in ikinci toplantısında, dönemin en etkili sosyalist devlet adamlarından Karl Radek şunları söyler: “Türk komünistlerine, partiyi kurduktan sonra ilk ödevlerinin milli kurtuluş hareketini desteklemek olduğunu söylemekten ötürü bir an bile pişman olmadık. Şimdi bile, baskılara rağmen, Türk yoldaşlarımıza diyoruz ki, içinde bulunduğunuz zaman, sizi yakın geleceğe karşı kör etmesin. Kendinizi size baskı yapanlara karşı koruyun… fakat unutmayın ki kesin savaşa başlayacağınız tarihi an gelmemiştir; daha çok yolunuz var. ”[8]

Karl Radek

Sosyalist Rusya, SSCB haline gelinceye dek öylesine etkili bir sosyalist kültür savaşı geliştirir ki Rusya dışındaki sosyalist eğilimli entelektüeller, kendi ülkelerinde Rusya’nın bir acentesi haline gelirler. “Toplumcu gerçekçilik” olarak formüle edilen sosyalist bakış açısı, sinemadan romana, şiire dek kültürün her alanına yayılmaya çalışılır. 1920’lerin başından 1990’lı yıllara kadar Türkiyeli sosyalist yazarların, şairlerin, sinemacıların neyi nasıl yapacaklarına dair bilgiler SSCB’den gelir. Buna muhalif hareket edenler aforoz edilerek cezalandırılır. Söz gelimi Nâzım Hikmet 1920’lerin sonunda yerli kaynaklara yönelerek bir sosyalizm aradığında Troçkist’likle suçlanıp dışlanır. Şair, intiharı düşünecek duruma düşer. Benerci Kendini Niçin Öldürdü adlı kitabı esasen şairin kendi iç halini yansıtır. Benzer durum 1940’ların başında yayın hayatına giren ve Türkiye Komünist Partisi’nin genel sekreteri Reşat Fuat Baraner’in çıkardığı Yeni Edebiyat dergisinin macerasında da görülür. Türkiyeli sosyalist entelektüeller maalesef SSCB’den habersiz hiçbir işe el atamazlar.[9] Sovyet Rusya’nın bu kişileri ABD’nin kendi yandaşlarını yaptığı gibi maddi açıdan çeşitli yollarla desteklediği muhakkaktır. Bu konuda yapılacak bir araştırma eminim çarpıcı neticeler ortaya koyacaktır. Burada gözden kaçırmamamız gereken şey, SSCB’nin sadece ülke içinde değil dışında da bir kültür mücadelesi yürütmüş olmasıdır. Bu mücadele Türkiye’nin en işlek kafalı entelektüellerini SSCB’nin uydusu yapmış, bu kişiler Türklerin tarihî rolüyle irtibatlarını kaybetmiş ve hatta bu role düşman olmuşlardır. Bugün de bu durumun sorunları yaşanmaktadır.

Şu durumda Sovyet Rusya’nın “kulturkampf”ını, “düşünen sazlık” olarak adlandırmak doğru mudur? Ülke dışındaki entelektüelleri böylesine dikkatle sevk ve idare eden Sovyet Rusya, benzer çabayı ülke içindeki entelektüeller için de başarıyla yürütür. Bu yüzden Boris Kagarlistki, 1970’lerden sonra Sovyet devleti ve entelektüeller arasındaki ilişkiyi, Blaise Pascal’ın Düşünceler kitabından aldığı çarpıcı bir ifadeyle tanımlar: Düşünen Sazlık. Gerçekten de düşünen insan, dünya hayatının siyasî çalkantıları içinde kırılgan bir kamış gibidir. Ancak onun her yandan esen rüzgârda gösterdiği direnç de ibretliktir. Metaforun güzelliği realitenin çarpıcılığından gelmektedir kuşkusuz. Sovyet Rusya, büyük Rus imparatorluğu idealinin bir maskesidir. Bu nedenle bu maskeyi düşürebilecek entelektüellerin etkisiz hale getirilmesi gereklidir. Kagarlistki, çalışmasında bu durumu her boyutuyla inceler. Şu cümleleri meselemiz açısından mühimdir: “Kültürü bağımlılık altına almaya çalışırken statokrasi, uyulması zorunlu kurallar koyarak baskısını şiddetlendirir. Doğal sonuç, bu denetimden kaçmaya (bu normları göz ardı etmeye) yönelik basit bir girişimin bile politik protesto niteliğinde görülmesidir.”[10] Kagarlistki, bu noktada Antonio Gramsci’nin kavramsallaştırmalarından istifade eder: “Politik sorunlar kültürel sorunlar haline girer ve bu halleriyle çözümsüzleşirler.” Sovyet Rusya için olan tam da budur: Çözümsüzlük halinin bir müddet yaşatılması ve sonunda büyük Rus imparatorluğu için SSCB’nin ağırlıklarından kurtulması.

SSCB’den bugünkü Putin’in Rusya’sına geçilen süreçte Rusya’nın bir kültür iradesi göstermediği açıktır. Buna yeni Rusya’nın ihtiyacı olmamıştır. Zira ekonomik ve askerî güç, bugünkü Rusya için yurt içinde ya da dışında entelektüelleri sevk ve idare etmeyi pek az gerekli kılmaktadır. Ancak aynı Rusya, Sputnik ve Rusyanın Sesi gibi haber kanallarını fevkalade işlevsel kullanmayı bilmektedir.

Türkiye’nin durumunun Rusya’nınkine benzemediği açıktır. Türkiye devleti, milletinin inancı, tarihi kaderi doğrultusunda yol almakta zorlanmaktadır. Postmodern popülizm ideolojisi, halihazırdaki ve gelmekte olan nesilleri idealist değil hedonist nesiller haline getirmektedir. Türkiye bir haz toplumu olmak istemiyorsa Rusya’nınkine benzemeyen kendi “kulturkampf”ını oluşturmalıdır.

 

Parayı Ver Düdüğü Çal: ABD’nin Kulturkampf’ı

Chomsky yıllar önce Modern Çağda Entelektüellerin Rolü’nde şöyle bir tespit yapmıştı: “Herhangi bir ülkenin dış siyasetini anlamaya götüren en kestirme yol, o devletin temsil ettiği toplumun içyapısının tahlil edilmesidir.”[11] Önemli bir ölçüttür bu. Buradan bakınca Türkiye için şu sorular sorulabilir: Türkiye neyi temsil ediyor? Türkiye Cumhuriyeti Devleti, halkının inancını, idealini, kültürünü kısacası tarihi misyonunu temsil eden bir kültürün canlı organizması mıdır? Peki, bu soruları Türkiye için kim soruyor: Belki de ABD… Belki değil muhakkak bizden de fazla ABD soruyor. Hedefine koyduğu her ülke için soruyor bunları. Buna karşı bizler ne yapabiliriz? Chomsky’nin sorusunun devamını ise bizler sorabiliriz: “Acaba o ülkenin dış siyasetini hangi mihraklar yönlendirmektedirler? Onlar hangi çıkarların temsilcisidirler? Ve dâhilî güçleri neye isnad etmektedir?”

Bu soruları ABD ve kendi ülkemiz olan Türkiye için sorduğumuzda, esaslı sorunlar bizi bekliyor demektir. Zira kültür meselesine odaklandığımızda göreceğiz ki ABD’de kültür işlerini sadece icra etmek, yürütmenin bakanlarının görevidir. Kültürün kararlarını hem uzun hem de kısa vadede CIA belirler. Kurulduğu 1947’den beri CIA, bu uğurda nice namlı şairleri, ressamları, yazarları istihdam etmiştir.

Amerikalı gazeteci Frances Saunders’ın, kültür, sanat ve edebiyatta CIA parmağını araştırdığı Parayı Verdi Düdüğü Çaldı adlı kitabına, William Congreve’den şu dizelerle başlaması durduk yere değildir:

Bunun bir sır olduğunu biliyorum

Çünkü herkes her yerde birbirine bunu fısıldıyor.

Gerçek de budur: Dünyanın her yerinde herkes bilmekte ve konuşmaktadır ki ABD, yeryüzündeki kültürü yüzlerce yıldır oluşturmuş ve oluştururken de yüzlerce yıldır kendi de oluşan insanlığın mahiyetini lağvetmektedir ve bunun için elindeki sermaye gücünü insanları satın alarak sağlamaktadır. Saunders’in çalışması bu fısıltının aşikâr olması anlamını taşıyor.

ABD traktörü Türkiye’ye teslim ediliyor

İkinci Paylaşım Savaşı’nı takip eden yıllarda sosyalizm fikrinin yayılmasının, Avrupa Birliği idealine yaklaşan Avrupalı ülkelerden daha fazla ABD’yi rahatsız etmesi şaşırtıcı değildir. O yıllarda Türkiye, İnönü’nün ABD ile kurduğu ilişkilerin nereye varacağını kestiremeyecek durumdadır. Marshall yardımının bir parçası olarak Türkiye’nin basın, yayın hayatına müdahale edilir. 1944’te Türkiye’ye gelen iktisat Profesörü Thornburg’un yayın hayatına dair şu telkinleri düşündürücüdür: “İyi seçilmiş kitap ve mecmuaların daha büyük sayılarda bulundurulması esaslı bir ihtiyacı karşılayacaktır. Amerikan romanları milli bir vasıf olan yeni bilgi ve fikirleri aksettirmek veya bazı hallerde yaratmak bakımından faydalıdır. Kitap mecmuaların fikriyatından Türk aydınları da istifade edebilir.”[12]

Ali Naci Karacan
Sedat Simavi

Bundan sonra Amerikan tarzı hayatı yerleştirecek Bütün Dünya ve Aile gibi dergiler yayın hayatına girecektir. Tabii asıl anılması, görülmesi gerekenler, tüketim ideolojisine göre yön verilen toplumun alacağı şekli gören ve 1 Mayıs 1948’de Hürriyet’i çıkaran Sedat Simavi ve onu takip ederek 1950’de Milliyet’i yayımlamaya başlayan Ali Naci Karacan’dır. Bu iki gazete ve onlara bağlı onlarca dergi, Amerikan tarzı hayatı sol, Kemalist kesimlere yerleştirmek için çaba sarf edecektir. Marshall yardımı sonrasında ekonomik idealleri sanayi ülkesi olmaktan tarım ülkesi olmaya doğru değiştirilen Türkiye, 1950’ler boyunca görece bir refaha kavuşur ve giderek tüketime alışır. 1960 ve 1970’lerin siyasi havası bile bunu engelleyemez. 12 Eylül 1980 darbesi ise, siyasi havanın sonunu getirirken 1980 sonrasında “popüler kültür” olarak adlandırılacak yeni bir dönemi şekillendirir. Marshall yardımıyla “kılavuzluk” edilen Türkiye, bu defa 12 Eylül darbesiyle aşan haddini bilmeye doğru gider: Türkiye’de düşünce bundan böyle, ancak popüler kültürün sınırlarında gelişebilecek, bu yüzden de dünyadaki değişimleri geç fark edecektir. Ne yazık ki Türkiye’nin yegâne ümidi İslamî hassasiyeti olan gençler de bundan payını almaktadır bugün. İslamî hassasiyeti olan gençler arasında da hedonist eğilimler had safhadadır. Postmodern popülizm ideolojisi onları, yaşadığımız teşhir ve ifşa çağının içine çekmekte ve İslam’ın yükünü taşıyamayacak avamlar seviyesine indirgemek istemektedir. 1950’lerden 2000’lere dek yaklaşık elli yıl boyunca Tarık Buğra’nın romanlarını okuyarak düşsel irtifasını koruyan İslamî hassasiyet sahibi gençlere bugün sunulan romanlara bakmak bile bu konuda yeterince fikir verebilir. Maalesef Türkiye’de Müslüman duyarlıklı kültür, sol ve Kemalist duyarlığın popülizm ideolojisiyle sığlaştırılmasına benzer bir sığlığa çekilmektedir.

 

CIA’nın Yazarlar Konsorsiyumu ya da Kudretine güç yetmez ABD imajı

Türkiye’de Amerikan kültür yönetiminin kabaca özeti olan bu süreci yaşayan bizler için Saunders’ın, soğuk savaşın doruğa çıktığı günlerde sosyalizme karşı ABD’nin CIA marifetiyle yaptıklarını özetleyen şu satırlar yabancı değil: “[CIA’ye bağlı çalışan] Kültürel Özgürlük Konseyi’nin otuz beş ülkede bürosu vardı, onlarca personel çalıştırıyor, yirminin üzerinde saygın dergi yayımlıyor, resim sergileri açıyordu; bir haber ve film servisine sahipti, tanınmış kişilerin katıldığı uluslararası toplantılar düzenliyor, müzikçilere ve ressamlara ödüller dağıtıyor, konser ve sergi olanakları sağlıyordu. Tek amaç uzun zamandır Marksizme ve komünizme yakınlık duyan batı Avrupa aydınlarını yavaş yavaş ‘Amerikan tarzı’na daha yakın düşen bir bakış açısına ısındırmaktı.”[13]

Vladimir Nabokov
Auden
John Kenneth Galbraith
Saint-Exupery

CIA’nın, “Ivy Leaque” denilen kalburüstü üniversitelerin mezunlarından şairlere, yazarlara, ressamlara uzanan konsorsiyumunun ABD çıkarları için ajanlar haline gelmesi serüveni işte böyle başlıyor. Henry Kissenger’ın bu konsorsiyumu, “partizanlık ötesi bazı ilkeler adına ülkenin hizmetine kendini adamış olan bu aristokratlar” olarak nitelemesi de durduk yere değildir. Bu kişiler soğuk savaş döneminin en önemli silahlarından olacaktır ve hedefteki ülkelerde kendi benzerlerini kısa zamanda bulacaklardır. Nitekim bulduklarının söyleyecekleri hazırdır: Özgür, demokratik ve kültürel ifade olanakları genişlemiş bir ülke istiyoruz. Arthur Koestler’in, düzenleyicileri arasında kendi de olduğu için tepeden bir bakışla “uluslararası akademik tele-kızlar turnesi” olarak adlandırdığı yazarlar, şairler arasında kimler yoktur ki: Nabokov, Auden, J. K. Galbraith, Stephen Spender, Saint-Exupery…

Amerikan soğuk savaş düzeneğinin öteden beri bilinen yanları olan Rockefeller ve Ford vakıflarının harcadığı paralar, Saunders’in “Parayı Verdi Düdüğü Çaldı” olarak adlandırdığı vakanın CIA ile paralel işleyen taraflarını oluşturmaktadır. Kültürün artık Avrupa’da değil New York’ta olduğunu iddia eden ABD, doğma büyüme Amerikalı bir ressam olan Jackson Pollock’a yatırım yapacaktır. Öyle ki uzun süre sefalet içinde yaşayan Pollock’un resimlerine, CIA’nın kontrolündeki Modern Sanatlar Müzesi büyük ilgi gösterir. Eleştirmenlerin onu göklere çıkaran makaleleri resim satışlarını olağanüstü etkiler. Pollock, artık ne kadarının kendi başarısı ne kadarının CIA’nın işi olduğunu bilemediği bir anaforun içinde bulur kendini. ABD, bir yandan SSCB’deki Jdanovcu kültür sanat politikalarına eleştiriler yönelttirirken bir yandan da soyut dışavurumcu resim sanatının temsilcilerini sistemli şekilde parlatmaktadır.

Brig. Gen. Carlton Lee (right) welcomes President Nixon and Secretary of State Kissinger

 

Henry Kissinger ve Xi Jinping

Görüldüğü gibi ABD’nin “kulturkampf”ının asla ihmal etmediği husus, en seçkin entelektüeller (sözgelimi Henry Kissenger, Samuel Huntington, Sbigniew Brezinski, Francis Fukuyama) ve bunların çıkardıkları uluslar arası dergiler eliyle (sözgelimi Foreign Policy) başka milletlerin idealizmini kaybedip kariyerist hale gelmiş entelektüellerini bir hizada tutmasıdır. Bu bilinen hususun yanında ABD, Saunders’ın kitabında resmedildiği şekliyle oluşturulan “kudretine güç yetmez ABD” imajının korunmasını da asla ihmal etmez. Çoğu zaman ABD’yi hedef alan yazılarıyla muhalif bir kimlikle karşımıza çıkan Chomsky, hatırlanacağı üzere, ABD’yi eleştirirmiş gibi yaparken yeni bir İsrail olarak tasarlandığı gün gibi aşikâr olan bugünün YPG’sine, sözü kültüre getirip daima destek olmuştur. Kudretine güç yetmez ABD imajı, milletinin kaderiyle hemhal olmuş bir entelijansiya oluşturamayan ülkeler için oldukça sarsıcı bir etkiye sahiptir. Türkiye’nin böylesine çok boyutlu bir fikrî mücadeleye karşılık verebilmesi kendi “kulturkampf”ına yönelik bir eğitim, kültür ve sanat iradesi göstermesiyle mümkündür.

Francis Fukuyama
Samuel Huntington

Millî Mücadele’nin kazanılmasını takiben Türkiye’de yaşananlar, yukarıda Salvador de Madariaga’nın söz ettiği bir neticeyi doğurdu: Türkiye İslamî tefekkürden tedricen uzaklaştı. Ancak görüldü ki bu uzaklaşma tüm eksikliklerine rağmen, bir kopmayı değil daha güçlü bir bağlanmayı beraberinde getirdi. İslamî yaşantısı eksik ya da hiç olmayan insanlar bile geçen doksan yıla yaklaşan süreçte Türkiye’nin “tarihî kader”ini üstlenmesini isteyerek İslamî tefekküre açıldılar. 15 Temmuz gecesi sabaha karşı İzmir Konak Meydanı’nından Konak Tüneli’ni yürüyerek geçmekteyken arkadaşlarımızla bizi alan aracın alkollü şoförü, İslamî yaşantısıyla tebarüz eden ama asla İslamî tefekküre yanaşmayan Fetö’cülerle kıyaslanmayacak kadar İslamî tefekküre sahipti. Kendini onca kalabalığın içinde işlevsiz gördüğü için insanların gidiş gelişlerini kolaylaştırmak için aracıyla bize kadar on bir servis yapan bu kişi, Madariaga’nın “Türkler bir daha asla İslamî tefekküre dönemez.” yargısını boşa çıkarmaktadır. Türkiye’de İslamî yaşantı eksik olabilir bugün. Nitekim ilahiyat fakültelerinde bile öğrencilerin namaz kılıp kılmadıklarına ilişkin anketler bu durumu göstermektedir. Bana kalırsa asıl yapılması gereken anket, namaz kılmayan bu gençlerin Türkiye’nin daha Horasan’dayken sahip oldukları tarihî kadere dönmelerini ölçmeye yönelik olmalıdır. Esasen 15 Temmuz bunu göstermiştir.

 

15 Temmuz’dan Sonra Oluşması Beklenen: Türkiye’nin Kulturkampf’ı

Bugün Türkiye’de hazlarının devamını isteyenler ile içi henüz ham ise de Türkiye’nin tarihi kaderine dönerek “iyiler”in yanında yer almasını isteyenler arasında artan bir gerilim yaşanmaktadır. Ece Ayhan’ın ifadesiyle Cumhuriyet’ten “yarar”lananların balo özlemi ile Cumhuriyet’le “yara”lananların henüz çok kırılgan olan sorumluluk istekleri çatışmaktadır.

İmdi Türkiye, yazımızın başından beri ifade ettiğimiz kültür mücadelesindeki çeşitliliği analiz edip buna karşı “uzun yolun azığı” olarak adlandırdığımız, “kültür iradesi” demeye gelecek bir “kulturkampf” planı içinde olabilecek midir? ABD, Sovyet Rusya ve AB örneklerinde görüldüğü gibi bu ülkelerin zamana göre şekillenen bir kültür politikalarının ötesinde, zamana şekil veren bir “kültür irade ve idareleri” vardır. Daha dikkat çekeni kültür meseleleri CIA gibi bir organizma tarafından bürokrat kılığına bürünmemiş, son derece serbest düşünebilen entelektüeller eliyle planlanıp hükümetlere verilmektedir. Esasen Selçukîlerde ve Osmanlı’da olan bundan başka bir şey değildir. Devletin dinî hayattan siyasî hayata uzanan bir kültür iradesi vardır. İnsanların özgürlüklerini korur ama o omurgayı da liberalizmin işvebaz cazibesine kapılıp asla yerinden oynatmaz.

15 Temmuz işgal girişiminin ardından Türkiye’nin bir “kulturkampf”a ihtiyaç duyup duymadığı bahsi, Avrupa’nın düşünce gemisinin batmakta olduğundan bağımsız düşünülemeyecek bir vakıadır bugün için. Alman yazar Hans Blumenberg, Batı tarzı ilerleme gemisinin bugünkü durumunu Gemi Batıyor, Seyrediyorlar[14] olarak adlandırıp kitaplaştırdığında, İtalyan yazar Paola Rossi’nin ona cevabı Gemi Batıyor, Seyreden Yok[15] şeklinde oldu. Bunun anlamı şudur: 1990’ların başında Doğu Bloku’nun dağılmasından sonra dünyada, post-entelektüel bir dönemden geçilmeye başlanmıştır. Önceleri toplumun önderi olarak görülen entelektüeller, yazarlar, şairler, ressamlar artık bu işlevlerini yerine getiremez olmuşlardır. Geniş halk yığınları biyolojik ihtiyaçlarına öylesine hapsedilmiştir ki kendisine bir ideali anımsatacak entelektüellerden kaçar hale gelmiştir. Popüler kültürün sunduğu her şey, onlar için bir narkotiğe dönüşmüştür. Gazeteci, TV yorumcusu tipinin hükümranlığının başlamasıyla birlikte Türkiye gibi ülkelerde bir “kulturkampf”ı bırakın yürütmeyi düşünecek bile takat kalmamıştır entelektüellerde. Bu yüzden de bugün Türkiye’de, Türkiye’nin tarihî kaderini üstlenmesi için çaba sarf edecek oluşumlar pek az görülmektedir. Türkiye’de Batı uygarlığının maddî ve manevî bir çöküntü içinde olduğu fikrini ileri sürdüğümüzde, ilk karşılaşacağımız tepkilerden biri, bunun yalan olduğudur. Oysa bir gerçektir bu. Batı uygarlığı, John Carroll’ın Benlik ve Ruh[16] ve George Frankl’ın Batı Uygarlığı[17] çalışmalarından da görülebileceği gibi, kendi insanını avam derecesine indirgemiş ve onların insanlık haysiyetini yok etmiştir. Ancak evvelce yürütülen “kulturkampf”lar sayesinde her alanda oluşturulan entelijansiya sayesinde bu uygarlığa bağlı ülkeler siyasî, askerî, iktisadî üstünlüklerini sürdürebilmektedir. Büyük bir kültür iradesi gösterilemezse Türkiye’de de insanlarımızın postmodern popülizm ideolojisinin hükümranlığı altında avamlaşacağı, bu yüzden bizim gençlerimizin de Bosna ve Kıbrıs’taki gençlerde üzülerek ibretle seyrettiğimiz gibi bir hale bürünüp ülkelerinin tarihi kaderini benimsemeyeceği yakın zamanda gözlemlenebilecektir.

Ne yazık ki Türkiye’de “halk” ve “millet” kavramları birbirinin yerine sıkça kullanılmaktadır. 15 Temmuz’da iradesini ortaya koyan millet olma iradesine ulaşmış halk idi. Bu iradeye ulaşamayan halk, ne kadar eğitimli de olsa avamdır. Ulaşabilen ise ne kadar az eğitim alırsa alsın havas derecesindedir. Lakin asıl fark etmemiz gereken husus, 15 Temmuz’da milletin vazifesini yaptığıdır. Bundan sonra tüm mesele, entelektüellerden bir entelijansiya oluşması için gerekli “kulturkampf”ın hayata geçirilmesinde kendini göstermektedir.

Türkiye büyük saldırılara maruz kalıyor. Öyle görünüyor ki kalmaya da devam edecek… Son dört beş yılda olanlar görünür saldırılar olduğu için bunlarla mücadele tüm güçlüklerine rağmen yapılmaya çalışılıyor. Ama asıl saldırı, tüm dünya ile paralel yürütülen postmodern popülizm ideolojisinin insanları avamlar seviyesine indirmeye kasteden şeytanî ideolojisinin saldırısıydı. Bu saldırıdan Batılılar rahatsız olmadılar. Batı’nın tarihi çoğu zaman kendi halkını alıklaştırmanın tarihidir. İslam ise bir tek insanın bile böyle bir hale getirilmesine rıza göstermez. Maalesef buna karşı bir mücadele yürütülemedi. Zira bu saldırı, yazımızın başından beri aktarmaya çalıştığımız cinstendi ve devlet kudretiyle yürütülmesi gereken bir kültür iradesini gerekli kılmaktaydı.

Türkiye neredeyse yüz elli yıldır başka ülkelerin kaderini yaşayan bir ülkedir. Zaman zaman bu kaderden bütünüyle kaçmıştır zaman zaman ona yaklaşmak istemiştir. Bugün kaderi onu ensesinden yakalamaktadır. Bu durumu bir “amor fati” olarak görüp benimsemek, herkesten önce entelektüellerin duyumsayabileceği bir haldir. Devlet aygıtının bu hali kavrayabileceği bir hassasiyete kavuşması, sanıyorum nelerin vaktiyle yapılmadığını değil nelerin nasıl yapılması gerektiğini düşünmeyi gerekli kılıyor artık.

 

[1] Zbigniew Brzezinski,  Kontrol Dışı Dünya, (çev.: Haluk Menemencioğlu), Ank., 1993, s.180.

[2] Samuel Huntington, Biz Kimiz?, (Çev.: Aytül Özer), İst. 2004, 428 s.

[3] Samuel Huntington, a.g.e., s. 173. Benzer tartışma 1990’ların ortasından başlayarak Türkiye için de yapılmaktadır. Kaynağını, kendisinin Siyonist olduğunu belirtmesine karşın tüm dünya için liberalizmi salık veren Isaiah Berlin’den alan bir tarz liberalizm türü Türkiye’yi paramparça edecek böylesi bir tartışmayı son derece dikkatli bir şekilde bugün de yürütmektedir.

[4] Bu araştırmaya göre Türkiye; İrlanda, ABD, Hindistan, Polonya ve Nijerya’nın ardında 6. sıradadır. Madariaga’nın “Türkler İslamî tefekküre bir daha asla dönemez.” öngörüsünün doğrulanmadığının bir delili de bu araştırmadır.

[5] Salvador De Madariaga, Avrupa’nın Portresi, (Çev.: Mehmet Cihangir), İst., 1966, s. 179.

[6] Gotthard Jaschke, Yeni Türkiye’de İslamlık, (Çev.: Hayrullah Örs), İst., 1972, 168 s. Jaschke’nin çalışması, İslamî hayat ve tefekkür alanlarının yeni kurulan devlet tarafından nasıl yeniden düzenlendiğine dair bir inceleme olmasının yanında, Batılıların bu değişime karşı akademik ilginin ardında saklı tutumlarını yansıtması bakımından  da dikkat çekicidir. Yazarın bakış açısı bu bakımdan başlı başına bir göstergedir. Bunun yanında Türkiye’de İslamî hayat ve tefekkür alanlarının onca daraltılmasına rağmen, olanların Batılı entelektüellere yetmediğine dair net fikirleri de derleyip sunar. Söz gelimi H. E. Allen 1935 yılında şöyle söyler: “İslâmlık, onların kontrolünde, ne kadar şiddetle cezalandırılmış olursa olsun, İslâm dini Türklerin kalbinde gizlice devam ediyor ve din, memleketin kültürel yapısında önemli bir eleman sayılıyor.”

[7] (Aktaran) Salvador De Madariaga, a.g.e., s. 108.

[8] Mete Tuncay, Türkiye’de Sol Akımlar, İst. 1967, s.142.

[9] Yeni Edebiyat dergisinin bu durumu için bkz. Suphi Nuri İleri, Yeni Edebiyat, Sosyalist Gerçekçilik, Derginin ilk sayılarında Abidin Dino’nun “gerçekçilik” üzerine yazıları TKP’yi rahatsız eder ve Dino, tabir caizse genel merkez tarafından sığaya çekilir.

[10] Boris Kagalistki, Düşünen Sazlık, (Çev.: Osman Akınhay), İst., 1991, s. 124.

[11] Noam Chomsky, Modern Çağda Entelektüellerin Rolü, (Çev.: Selahattin Ayaz), İst. 1994, s.27.

[12]Ahmet Oktay, bu bilgiyi Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni (İst.1968, s. 270) adlı çalışmasından aktarmaktadır.

[13] Francis Saunders, Parayı Verdi Düdüğü Çaldı, (Çev.: Ülker İnce), Ank. 2016, s. 28.

[14] Hans Blumenberg, Gemi Batıyor, Seyrediyorlar, (Çev.: Osman Toklu), Ank., 2002, 95 s.  

[15] Paola Rossi, Gemi Batıyor, Seyreden Yok, (Çev.: Durdu Kundakçı), Ank., 2002, 125 s.  

[16] John Carroll, Benlik ve Ruh, (Çev.: İhsan Durdu), İst., 2008,  326 s.  

[17] George Frankl, Batı Uygarlığı, (Çev.: Yusuf Kaplan), İst., 2003, 320 s.  

Dr. Celâl Fedai

2 yorum

Yorum göndermek için buraya tıklayın

  • Ufuk açıcı ve kitap/ kişi/ olay/ yer konusunda birinden alıp diğerine götüren çok güzel ve anlamlı bir dizini var. Bugünün sorun tespiti ihtiyacına dolu bir cevap.
    Samimi ve (cılız da olsa) daimi bir çaba olduğu sürece bereketin olacağına inanıyoruz.
    Geniş zaman, gelenek ve gelecek adına teşekkürler.