Portre

Şairin Küba’sına seyahat

Meksika’dan bir tekneyle yola çıktıklarında 82 kişiydiler, badirelerden geçip menzile vardıklarında ise 12 kişi. Kıvırcık sakallarıyla uzun boylu olanı, karşılaştıkları köylüye ülkenin en yüksek dağ sırasının adını anarak sordu: “Sierra Maestra Dağları’nda mıyız? Evet mi? Şu hâlde devrimi kazandık!..”

Haklıydı. Çünkü hayatını Küba’nın bağımsızlığına adamış devrimci ve şair Jose Martin öyle diyordu: “Sierra Maestra’yı ele geçiren Küba’yı ele geçirir.” Ne ki 66 yıl önce kendisi bunu başaramamış, 42 yaşındayken daha ilk çarpışmalardan birinde İspanyol askerlerince vurulmuştu.

Florida’nın 166 km. açığında

Santa Clara, Santiago de Cuba, Havana, Fidel Castro, Che Guevara… Bütün isimler, yaşarken efsaneleşecek kahramanların adlarını çerçevelemek ve perçinlemek için özenle konmuştu sanki. Karayiplerde, Florida’nın 166 km. açığındaki bu palmiyeler adası, devrimci bir teolojinin dünya cenneti olmaya her yönüyle elverişliydi.

Başardılar. İşbaşına darbeyle gelmiş diktatör Batista, 1 Ocak 1959 gece yarısında yanına 40 adamını ve ailesini, bir de 700 milyon $’ı alarak terk ettiğinde ülke artık onlarındı. Büyük anlatıya göre devrim 166 km ötedeki süper güce karşı yapılmıştı ve süper güç intikam için karşı devrime yeltenmiş ama Domuzlar Körfezi’nde sakar ve naçiz bir bozguna uğramıştı. CIA’in çetelerini 66 saatlik bir çatışmayla yenen devrimciler şanlarına şan katmışlardı. Sonrasında tercihlerini iyice netleştirmiş ve Komünist kimliklerini ibraz etmişlerdi. Yani iki kutuplu dünyada onların paylarına Sovyetler Birliği düşmüştü.

Büyük Türk şairi onuruna

Tam da o günlerde bir Türk, dünya cenneti imajının zihinlerde ebedîleşmesini sağlayacak mısraları yazmak üzere, adaya davet olunmuştu. Başkent Havana, 1961 Mayıs’ında Dünya Yazarlar ve Şairler Kongresi’nin ilki için misafirlerini ağırlama telaşındaydı. Davetin sahibi Küba Sanatçılar ve Yazarlar Birliği’nin başkanı şair Nicolas Guillen idi. Türk davetli ise, kendisinin Avrupa’da sürgünde iken tanıdığı ve hayranı olduğu Nazım Hikmet’ten başkası değildi.

Komünist partilerin işleyiş mantığı ve Sovyet propaganda sisteminin çalışma tarzı göz önüne alındığında davetin kişisel dostluk ve hayranlıktan öte, resmî ve kurumsal bir mahiyette olduğu teşhis edilebilir. Nitekim o günlerde çıkan bir gazetede şu satırlar yer almaktadır: “Devrimci Hükümetin davetlisi olarak bizleri ziyaret etmekte olan büyük Türk şairi Nâzım Hikmet’in onuruna…” Sivil toplum vasfı olmayan yarı-resmî kurumların indî kararlarıyla böyle bir davette bulunmuş olması uzak ihtimaldir.

Küba’yı halkların gündemine arzu edilen desenlerle sunmaları için şairler ve aydınlar bölgeye sevk edilmekteydi. Bir süredir barındırdıkları Nazım Hikmet de bu misyona en uygun şahsiyetlerden biriydi. Zira PR, sadece kapitalistlerin işi değildi, Komünistler de ürünlerinin piyasada kalıcılaşması için en az rakipleri kadar bu tür reklam faaliyetlerine rağbet ediyor ve mütemadiyen başvuruyorlardı.

Gerilla Tanya

Asıl adı Haydee Tamara Bunke Bider idi. “Hafif Arjantin aksanlı mükemmel İspanyolcası dışında, bir Latin Amerika kadınından çok daha fazla Avrupalı bir kadın imajını yansıtıyordu.” Militan bir ailenin kızı olarak 18 yaşından beri Alman Komünist Partisi’nin aktif üyesiydi. Doğu Alman istihbaratı Sitasi’nin kadroları arasına katılmıştı ve Latin Amerika devrimini harlandırmakla görevlendirilmişti.

Küba yıllarının ardından Bolivya’ya geçecek, ustalaştığı farklı rollere bürünme yeteneği sayesinde cumhurbaşkanının ilgisini cezp etmeyi dahi başaracaktı. Becerikli bir operatör olarak şifreli mesajlarını özel bir telsiz cihazıyla Küba’ya ve Almanya’ya aktarıyordu. Deşifre olduktan sonra ise mecburen Bolivya dağlarındaki Che’nin birliğine katılacaktı.

Che ile aralarında yıllar öncesine dayalı bir aşk olduğu söylenmekteydi; hatta vurulduğunda ondan hamile olduğuna dair söylentiler de çıkacaktı. Ayağında yara vardı, humma tipi yüksek ateşli bir hastalığa yakalanmıştı; Che, hasta diğer 15 gerillayla birlikte onu dağdan uzakta başka bir yere göndermeye karar verdi. 31 Ağustos 1967’de köylüler tarafından ihbar edildiler ve bir nehri geçerken pusuya düşürüldüler. Gerilla Tanya, ilk yaylım ateşte vurulan 8 kişi arasındaydı, göğsünden vurulmuştu, nehrin akıntısıyla sürüklendi. Askerler onu bir hafta sonra bulduğunda piranalar tarafından parçalanmıştı.

Che, haberi radyodan duyduğunda bunun bir psikolojik harp taktiği olduğunu düşündü, inanmadı. Oysa 2 aya kalmadan kendisi de başka bir kumpasta öldürülecekti. Cesedine ulaşmak için Küba hükümetinin yaptığı çalışmalar ancak 1997’de sonuç verecek ve ücra bir kasabada bir tabut içinde bulunacaktı. Tanya’nın cesedine de ondan 1 yıl sonra ve 1 kilometre ötede ulaşılacaktı.

Unutulur mu ki adım

Annesi 31 yıldır bugünü bekliyordu. Kızının küllerinin konduğu vazoyu öperken görüntülendi. Nereye gömülmesini istediği sorulduğunda ise Küba bayrağına sarılı tabutla elbette ki Küba’ya diye cevapladı. Gerilla Tanya ile Komandante Che, Santa Clara kentinde halk tarafından coşkuyla karşılandı ve müze girişine yan yana kondular.

29 yaşında hayata veda eden Tanya’nın sırt çantasındaki defterde kendi yazdığı bir şiir vardı:

“Dediler, bir hatıra bırak ardında
Öyleyse gidiyorum solan çiçek misali
Bir gün unutulur mu ki adım
Benden bir şey kalmaz mı bu dünyada?

Hiç değilse bir çiçek, hiç değilse bir şarkı
Öyleyse yüreğim nasıl davranmalı
Yaşamam ve varlığım
Boşuna mı bu dünyada?”

Unutulmadı adı. Her ne kadar onunla aynı uçakta yolculuk yapan Türk şairi bunu fark etmeyecek ve ömrü de bu haberleri işitmeye yetmeyecek olsa da.

Birtanem

Nazım Küba’dayken Che, Uruguay’da yapılması planlanan bir toplantının hazırlığıyla meşguldü, belki de Havana’da değildi; görüşmediler. Ne var ki, 6 yıl sonra Bolivya’da vurulduğunda sırt çantasından Nazım’ın bir şiir kitabının çıktığı söylense de işbu rivayet Türk ravilerden başkaca bir kaynak tarafından doğrulanmadı. Kemalist Sol’a kalırsa çantanın içinde Nazım Hikmet’in tam olarak Kuvayi Milliye kitabı çıkmakla kalmamış, Atatürk’ün de Nutuk’u bulunmuştur. Kitapları çantadan kendi elleriyle çıkarmış gibi anlatsalar da tek şahitleri hayal güçleridir.

Che’nin eşi Aleide March ve yönettiği Che Guevara Çalışmaları Merkezi mensupları da Türk Solcularca yöneltilen ısrarlı sorulara olumlu cevap veremediler. Che’nin en sevdiği şairlerin şiir ve mısralarını yazdığı ünlü Yeşil Defter’inde de Nazım’ın şiirlerine –maalesef- rastlanamadı

Şu da var ki, Che Nazım’ı biliyordu, okumuştu. 1956’da Meksika’da Fidel’le tutsaklığı esnasında Arjantin’deki anne babasına yazdığı mektupta şu ifadeleri kullanmıştı: “Hikmet’in dediği gibi, bundan sonra ölümümü bir hüsran olarak görmem, yalnız yarım kalmış bir şarkının acısını toprağa götüreceğim.”

1959’daki devrimden yıllar sonra da karısına yazdığı mektupta ona hitaben “Birtanem!..” der ve hemen izahta bulunur: “Yaşlı Hikmet’ten ödünç aldım…” Gene aynı hitapla seslendiği başka bir mektubunda şunları söyler: “Bu aşk dolu tek mısraı sevgimin gerçek boyutunu sana göstermek için gizlice Hikmet’in dolabından aldım.”

Bir cennet yemişi

Şairin Küba’ya tam olarak ne zaman geldiği ihtilaflıdır fakat Nazım Hikmet, Siyasî Biyografi kitabında Hikmet Akgül detaylı bir analiz yaparak bu tarihi 12 Mayıs olarak saptamıştır. Şairin Paris’te karısı Vera’yla geçirdiği kırk günün ardından Küba’ya tek başına geldiğini belirtmektedir. Mühim olan şu ki, Küba’ya gelirken çok heyecanlıdır. İlk kez bu kadar uzağa gidiyordur, sürgünlük acıları dinmemiştir, memleketinden daha çok uzaklaşmak onu irkiltmektedir.

“görüyorum Avrupa kıyılarının çizgisini geçiyoruz çizgi köpük içinde
görüyorum Atlantik’in üstündeyiz
içimde bir garipseme
büyük toprağımdan ilk kopuşum bu…”

Öte yandan Küba’ya bir an evvel varmak ve devrimci coşkuyu bizatihi tecrübe etmek de ister. Küba halkına ve öncülerine beslediği muhabbet adanın kıyıları gözükür gözükmez muhtemelen bir not defterinde şiirin krokisine dahil olacaktır.

“Küba kıyıları koylarıyla göründü
koylar gümüş leğenler gibi yan yana dizili
Küba koylarının suları rahattır ve bütün denizlerde yüzen bütün gemileri aynı gün aynı gece barındırabilir
biliyorum bir cennet yemişidir Küba adası Meksika körfezinin sepetinde
yılan yoktur Küba’da akrepler de ağulu değil
vahşi hayvan da yok Sapata bataklıklarındaki timsahları saymazsan boyları da yedi metreye kadar arkalarına geçip sopayı indirdin mi işleri tamam
bir de köpek balıkları Kohimar kayalıklarında
bir portakal çekirdeği atarsın terli sıcak toprağına sabahleyin Küba’nın

bir portakal bahçesi bulursun akşamüstü…”

Paşa dede sırrı

Havalimanından onu devrim öncesine ait bir Cadillac’la alırlar.

“ak bir Kadillakla girdik Havana’ya
otomobilin böylesine ömrümde ilk biniyorum
araba değil okyanus
milyoneri Miyami’ye kaçmış
çarın tahtı geldi aklıma
on dokuzumda Kremlin’de üstüne oturup

resim çektirdimdi

kılıflıydı…”

Eski Hilton Hoteli Havana La Libre (Özgür Havana) oteli olmuştur. Devrim sürecinde Kastro ve adamlarının karargâhı olarak kullanılan binanın 24. katına yerleşir. Havana “türkülere gömülüdür”, “İçine güneş vurmuş bir deniz gibiydi gördüğüm” der.

“Romantik Komünist”, Küba’ya sevgiyle bakarken acaba dedesinin de bir zamanlar buraya geldiğini hatırlamış mıdır? 2. Abdülhamid’in yaveri olan Hasan Enver Paşa, askerî ataşe sıfatıyla Amerika’da bulunduğu 1898 yılında ABD ordusunun Santiago de Cuba’ya yaptığı çıkarmaya katılmış ve adada bir süre bulunmuştu. Çatışmalara iştirak etmemiş dahi olsa paşa dedesinin şiirinde bolca geçen Yankilerle birlikte bu topraklarda gezinmişliğini, anımsayacak olsa da, Kübalı dostlarına söyleyecek değildir.

Alis Harikalar Diyarı’nda

Kalacağı iki veya üç hafta içinde farklı ülkelerden Komünistlerle bir dizi toplantıya katılır.

“holde delegeler
dün gelenler Havana’ya
Arjantinli Şilili Ekvatorlu Brezilyalı İtalyan Hintli Madagaskarlı Finlandiyalı Çekoslovakyalı…”

Bu toplantılardan birinde şunları söyler: “Önceleri ülkesinin özgürlüğü için mücadele eden genç bir şair olarak başladım; sonraları sosyal bir devrimden yoksun bağımsızlık savaşının kurmaca bir savaş olduğunu anladım.” Sosyal devrim, şüphe yok ki Sosyalist devrimdir ve bu söylem, bariz biçimde Kemalist projeye dair eleştirel/özeleştirel bir tutum içerir… Küba’da gördüğü hayallerindeki ihtilâldir:

“dolaşıyorum Havana sokaklarını
asfaltla ağaçları birbirine karıştırıyorum
otomobillerle asfaltı birbirinden ayırt etmek olmuyor
yağmurla güneşi
ak bulutlarla masmavi yüzme havuzlarını
kadınlarla yemişleri birbirine karıştırıyorum
çocuk bahçeleriyle hürriyeti
hürriyetle bu şehrin insanlarını birbirinden ayırt etmek olmuyor…”

Başka bir konuşmada, “Küba Devrimi, ulusal bağımsızlık ve ilerleme için mücadele eden bütün halkların bakması gereken bir aynadır” der. Bir mülâkatındaki beyanları ise daha şahsîdir: “Beş gündür Küba’dayım ama devrimin başından beri buradaymışım gibi geliyor bana. Kendimi ‘Alis Harikalar Diyarı’nda gibi hissediyorum. Burada kısa bir süre kalacağım, büyük mutluluklar kısa sürer…” Bu hissiyat, “ve ben her gün biraz daha gencim Havana’da” dizesiyle şiirine de hakim olacaktır.

Fidel Castro’yu gördüm

Che’yle görüşemeyen Nazım, Fidel’le görüşmüş müdür? Küba kaynakları suskun. Böyle bir görüşme vuku buldu ise o günün basınınca es geçilmesi ihtimali pek düşük. Hele hele şairin devlet başkanına bir barış ödülü vermesi hâlinde bunun duyulmamış olması ihtimali iyiden iyiye düşüktür. Buluşmanın hiçbir tanığının olmayışı da yadırgatıcıdır.

Görüşmenin vukuuna dair en önemli kaynak şairin dostu Hıfzı Topuz’un rivayetidir. Topuz, “Havana dönüşünde Nazım’ı Paris’te ağırladığını, Nazım’ın kendisine Fidel’le buluşmasını anlattığını ve hatta Fidel’in kendisine hediye ettiği Havana purosunu ona hediye ettiğini ifade etmiştir.” İlaveten Kastro’nun kendisine, “Çocukluğumdan beri senin şiirlerini bilirim; sen çakı gibi adamsın!” dediğini aktardığından emindir… Şaz bir rivayet.

Mamafih şairin kendisi bir ses kaydında bu seyahati anmakta ve şunları söylemektedir. “Geçen yıl Küba’ya gittim. Havana’ya. Prag’tan kalktı uçağımız. 17 saat süren yolculuğumuzun ardından indik Havana’ya. Orada iki şeyi gördüm. Küba halkını gördüm. Görülecek şeydi yani. Sonra, o halka lâyık ikinci şeyi gördüm. O da yani insanı afallatan şey, Fidel Castro’yu gördüm…” Görüştüm demiyor, “gördüm.”

Saman Sarısı

Nazım Havana’da başladığı şiirini Moskova’da itmam eder. Havana Röportajı adlı şiir ağustostan önce tamamlanmıştır. Nesir mi şiir mi yer yer karışan metinde şair en coşkulu edasıyla konuşur. İhtilâlci tutkusu ve umudunun üst perdeden nutuk havasında aşk ve hasretle de etkileşime girerek Nazım’ca bir senteze kavuşmasının en tok örneklerinden biridir.

“her gün biraz daha yitiriyor ağzım dünyanın acılığını
her gün biraz daha yumuşuyor çizgileri avuçlarımın ve çok uzaklarda bir
kadının beni ama yalnız beni düşündüğüne inanıyorum her gün
biraz daha
ve her gün biraz daha keyifli türkü söyleyerek geçiyorum Havana
sokaklarından
somos Sosyalitas palante palante…”

Biz Sosyalit’iz, İleri İleri!.. Nazım’ın Havana sokaklarında duyduğu slogandır ve böyle bir şiirin son sözünden onun için feragat ettiğine göre söylenişi kendisine çok şairane gelmiştir.

Nazım, Havana Röportajı şiirini Son Şiirleri adlı derlemesinde Saman Sarısı şiirinin peşine yerleştirir. Küba bağlamında bu şiir, diğerine nispetle daha tasvirîdir ve bir sonraki şiirdeki bizatihi tecrübe edilmiş Küba destanını şerh etmektedir.

“sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin
çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının
resmini yapabilir misin üstat
yazık yazık Havana’da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin…”

İkinci gidiş

Ölüm onu 1963’ün Moskova’sında bulmasaydı yeni bir Küba seyahati için yaptığı hazırlığı tamamlamış, yeni şiirler yazmış olarak görebilirdik onu, ama olmadı. Şair, Küba’sına bir daha gidemedi ama başka bir şekilde gitmiş gibi oldu.

Uzun, tuhaf, sıkıntılı bir hikâyedir bu, tafsilatına girmeden: 15 Ocak 2010’da Nazım Hikmet’in 108. doğum yıldönümü münasebetiyle 35 sanatçı, ta yetmişli yıllarda tasarlanmış bir Nazım heykeliyle birlikte Küba’ya gider. Şairi 49 yıl evvel davet etmiş Guillen Vakfı’yla ortaklaşa yapılan plana göre Nazım’ın anıtı Havana’daki Şairler Parkı’nın mutena bir köşesine yerleştirilecektir.

Gelgelelim aradan 5 yıl geçse de arzular gerçekleşmez. Vakıf, 390 kilo ağırlığındaki heykeli daha fazla barındıramayacağını söyler ve Türk büyükelçiliğine taşır. Tüm girişimlere rağmen tabutta bekleyen heykel bir türlü muradına eremez. Ki Nazım’ın talihli bir adam olduğu da söylenemez.

Neyse ki Eskişehir Tepebaşı Belediyesi’nin 2003’te hediye ettiği Mustafa Kemal ve Nazım büstleri Havana’da bir parkta Solcuların muhayyilesindeki heybet ve ihtişamdan uzak, dramatik bir şekilde yan yana durmaktadır.

Havana Röportajı ve Saman Sarısı şiirleri, kuşakların Küba telâkkisini belirlemesi bakımından şiirin gücüne dair göğüs kabartıcı bir misaldir. Gelgelelim Sol, romantik Komünist bir şairin mübalağalı iyimserliğini ne sorgulayabilmiş ne de aşabilmiştir. Blokların, reel Sosyalizm’lerin, şemaların, tezlerin çöküp iflas ettiği devirlerin ardından dahi “Acaba?!…” diyememiştir. Şiir için fevkalade gurur verici olan bu manzara bir fikriyat ve hareket için esef verici değil midir?